16.03.2022
Adnan Boynukara, perspektif.online’da “Demokratikleşme ve Normalleşme” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Bir ülkenin demokratikleşmesi, toplumsal barışını elde etmesi ve uluslararası sistemde iddialı bir rol oynaması siyasal iktidar, devlet ve toplum ekosisteminin karşılıklı etkileşiminin sonucudur. Burada hem geleceğe endeksli, bilinçli hem de geçmişin yükünün geleceği esir almaması için ona karşı dirençli bir yapının inşa edilmesi şart. Bunun yolu ise kimliklere karşı ‘kör’ ve kimlik dayatmayan bir devlet mekanizmasının hayata geçirilmesi.
Demokratikleşme ve normalleşme yolundaki temel ihtiyaç, tek parti ve Soğuk Savaş dönemi koşullarında çerçevesi çizilmiş olan müesses nizamın ve buna ait zihniyetin değişmesidir. Bahsettiğimiz zihniyet, farklı boyutlarda olsa da var olan tüm kurumsal yapılara sirayet etmiş durumda. Varsayımlara dayalı korkular üzerinden üretilen zihniyetin temel kodları üzerinden birçok korku ve bu korkulara dayalı iç sorun üretilmiş. Aradan geçen bunca zamana rağmen, boyutları değişmiş olsa da iç sorunlara ilişkin kapsamlı bir çözüm iradesi geliştirilememiş. Küresel sistemin içinde bulunduğu kırılganlık, iç sorunlarını çözemeyen ülkelerin geleceği açısından riskler taşıyor. Çünkü sahici olmayan korkular üzerinden üretilmiş veya öğretilmiş korkuları sürdürmek anormal bir yönetim tarzıdır. Normal olan ise sahici olmayan korkulardan sıyrılmak ve vatandaşın -her anlamda- güçlendirilmesini hedefleyen özgürlükçü, demokratik sistemin hayata geçirilmesidir.
Türkiye’nin; Kürt meselesi, Alevi meselesi, Gayri Müslimlerin yaşadığı sorunlar ve dindarların hak meseleleri gibi iç meseleleri var. Meselelerin hepsi devletin demokratik dönüşümünü gerçekleştirmemiş, var olan farklı kimliklere ilişkin temel hak ve hürriyetleri tanımamış ve toplumun bütün farklı kesimlerinin rızasına uygun sosyal bir sözleşmeyi ortaya koyamamış olmasının sonucudur. Bunları, mesele bazlı özel başlıklar veya ayrı kimlik sorunları olarak ele alabiliriz. Ancak bunun yol olmadığını yaşayarak gördük. O zaman yapılması gereken, bunların tümünü yapısal bir zeminde ele almaktır. Her meseleyi, kendi özel ve öznel koşullarını unutmadan, yok saymadan bütüncül bir demokratikleşme perspektifi içerisinde tahlil etmekte yarar var. Çünkü öznel şartları dikkate almazsak meselelerin mahiyetini ıskalamış oluruz; yapısal zemini dikkate almazsak, bu kez de bağlamı ıskalamış oluruz. Sağlıklı bir analiz, özel koşulları ve bağlamı dikkate alarak, bütüncül bir demokratikleşmeyi gerektiriyor.
Mevzuat Yenilendi, Zihniyet Değişmedi
Normalleşme ve demokratik standardın yükseltilmesi için farklı dönemlerde kimi adımların atıldığı biliniyor. Özellikle, 2003 – 2013 yıları arasında kapsamlı bir dönüşüm yaşanmıştı. Mevzuatın yenilenmesi amacıyla yapılan çalışmaların hayata geçirilmesi ise sürekli bir biçimde engellendi. “Devleti koruma” adı altında üretilen refleksin, bu tür süreçlerde belirleyici, etkileyici olduğu açık. Çünkü ülkede var olan tüm siyasal hareketler, partiler, örgütler ve kamu çalışanları, varlık sebeplerinin ‘devleti korumak’ olduğuna inandırılmış. Bu şekilde inanıldığında ise mevzuatı uygulama ve iç sorunları çözme kapasitesi sorunu ortaya çıkar. İşte buna zihniyet sorunu diyoruz.
Bu alandaki genel yanılgılardan birisi, devletin veya siyasi partilerin sorunu çözme isteği ile sorun çözme kapasitesinin birbirine karıştırılması. Çünkü sorunu çözmek için -hangi sebeple olursa olsun, motivasyonu ister siyasi çıkar ister oy toplama ister iktidarını pekiştirme vs. olsun- istekli olmakla, sorunu çözecek kapasitenin varlığı ya da bu kapasiteyi inşa etme ciddiyeti oldukça farklı şeyler. Aslında, 100’üncü yılını kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyet’in, devlet ile vatandaşlar arasındaki herhangi bir soruna çözüm üretememiş olması, bahsettiğimiz durumun ne denli problemli olduğunun göstergesi. Çünkü iktidarların değişmesi, zihniyetin değiştiği anlamına gelmiyor. Ayrıca buna ilişkin sahici bir zihni çaba da yok.
Sağlıklı bir zihni dönüşüm ve zihni hazırlık yaşanmadan, var olan iç sorunlardan birinin çözümü için adım atılmaya başlandığında ise uygulamada sorun ortaya çıkarılıyor. Bürokratik kadrolar, öncelikle var olan sorunları çözülmesi gereken mesele olarak görmüyor, ‘mücadele etmek’ gerektiğine inanıyor. Varlık sebebinin mücadele etmek olduğuna inandırılmış. Varsayalım; siyasi aktörlerden birileri iç sorunları çözme konusunda zihni değişim ve fiili bir çalışma içine girdi. Bu aktörler, “sorunu çözme ile mücadele etme” ikilemi arasında ‘ideolojik teste’ tabi tutuluyor ve genellikle mahkûm ediliyor. Sonuç itibarıyla ‘mücadele’ kavramının yüceltildiği, kutsandığı bir atmosferde, zihni olarak adım atmaya istekli siyasetçiler dahi tutum almaktan özenle kaçınabiliyor.
Demokratikleşmeyi, ‘Rövanşizim’ Denklemine Mahkûm Etmek
Sorunları çözme iradesi gösteren ve zihni hazırlığı olan kimi siyasi aktörlerin attıkları adımlar kısa süre içinde mahkûm ediliyor. Bürokrasinin ilk adımı, yapılan yasal düzenlemeleri ve bunun üzerinden geliştirilmek istenen çözüm iradesini, ‘mücadele etme’ ve ‘ülkeyi koruma’ kavramları üzerinden sabote etmek oluyor. Bunu yapanlar, iktidarın göreve getirdiği bürokratlar olduğunda, genellikle işe yarıyor ve sonuç veriyor. Bunların işe yaramadığı ve çözüm iradesinin devam ettiği durumlarda ise ‘Cumhuriyet ile hesaplaşmak isteniyor’, ‘rövanş alınmak isteniyor’ cümleleri üzerinden baskı oluşturuluyor. Bu iki ifadeye teslim olmayacak siyasal aktör yok gibi. Buna rağmen, gerçeklikle bağı bulunmayan bu tür suçlamaların ortaya çıkaracağı siyasal riski göğüsleyecek aktörler ortaya çıktığında ise terör örgütlerinin ülkenin temel fay hatlarına yönelik saldırıları üzerinden bu isimler ‘hizaya’ getirilmeye çalışılır. Sonuç itibarıyla hem çaba akamete uğratılır hem de değişim iradesi gösteren aktörler dönüştürülür. Tüm bu engellemeler, çözüm üretmeye yönelik gayretlerin temel hedefinin, ‘geçmişle hesaplaşma’, ‘rövanş alma’ olmadığı, demokratik süreçlerin sağlıklı işlediği ve normalleşmenin sağlandığı bir ülke oluşturmak olduğu bilinmesine rağmen yapılır.
Ders Almak, Israr Etmek, Bütüncüllük
Zihniyet sorununa, korumacı reflekslerin her şeyi kontrol altına almasına ve irade gösteren aktörleri suçlayarak mahkûm etmelerine rağmen yapılacak şeyler yok değil. Bunları iki ayrı başlık altında toplamak mümkün. İlki; akamete uğrayan çabaları ve bu süreçlerde etkili olan dinamikleri detaylıca tartışmak, bunlara ilişkin çözümler geliştirmek. Demokratik dönüşüm ve normalleşme hedefleniyorsa, her olasılığı tartışmakta yarar var. Sağlıklı bir tartışma zemininde ortaya çıkacak sonuçlar ve çözüm önerileri, ülkenin geleceğine önemli katkılar sağlayabilir. Diğer önemli konu ise mevcut durumu daha sağlıklı bir zemine kanalize etmek, olası engellemelerin önüne geçmek için yapılması gerekenlere odaklanmak ve olası olumsuz sonuçları tartışmak. Vatandaşların taraf olduğu sorunları çözmek, bir kesimi değil, tüm vatandaşları ilgilendiren bir adım ve değerli sonuçlar üretebileceği için engellemelere takılmamak şart. Bununla birlikte, ana hedef, ülkenin demokratik dönüşümü ve normalleşmesi ise bütüncül bir yaklaşım sergilemek gerekir. Çünkü engel olmak isteyenler, ayrı ayrı toplumsal kesimleri hedefleyen çözüm faaliyetlerini bloke etme konusunda çok mahirler. Halbuki, sağlam bir zemine oturtulan ve bütüncüllük içeren demokratikleşme adımları, toplumsal kesimlerin taraf olduğu tüm sorunları, hepsinin desteğini alarak çözebilir.
Pozitif Dil, Pozitif Ajanda
Toplumsal sorunlara ilişkin pozisyonlar, çoğunlukla karşıtlık üzerinden kuruluyor ve çözüme yönelik pozitif bir dil geliştirilemiyor. Bu önemli bir sorun. Çünkü iç sorunlardan beslenen örgütlerin iki temel stratejileri var. İlki; çözüme katkı sağlayacak pozitif dilin ortaya çıkmasını önlemek. Bunu ise tüm meseleleri kontrol ederek, toplumsal yapılara nüfuz ederek ve toplumun kullanacağı dili biçimlendirerek yapıyorlar. Dolayısıyla; toplumsal kesimlerde sahici bir dil gelişemiyor, var olan dil ise örgütlerin biçimlendirdiği bir dil. Bu da çözümü zorlaştırıyor. İkincisi ise toplumun tepki vermesini, bireysel tutum almasını önlemek. Bunu farklı araçları kullanarak sağlıyorlar ve kitlenin sessizliğini kendi varlıklarının ‘kabulü’, kendilerine duyulan ‘ihtiyaç’ olarak okuyorlar. Bu, bozulması gereken bir sorun ve tuzak.
Çözüm konusunda dikkat edilmesi gereken diğer bir adım ise siyasi elitin, var olan toplumsal psikolojiyi iyi yönetmesi. Bunun için yapılacak olan, pozitif dil ve pozitif ajanda oluşturmak. Özellikle çözüm yolunu göstermesi açısından, pozitif ajanda önemli. Ancak bunun tek başına var olan sarmalı aşması mümkün değil. Yapılması gereken diğer bir çalışma da örgütlerin üzerinde hesap yaptığı toplumsal kesimin, insan hakları savunucularının, aydınların, iş insanlarının ve politikacıların pozitif dil ve pozitif ajandaya katkı sağlamalarıdır. Buradan hareketle hem sorunları dile getirmek hem de toplumu ‘esir’ alan örgütlere itiraz edilecek ortamı oluşturmak mümkün.
İç sorunları çözmeye ilişkin süreçler analiz edildiğinde, yaşanan acılar ve hak ihlalleri üzerine bina edilen bir dilin kullanıldığı ve bunun da çözüme katkı sağlamadığı görülür. Çünkü meseleler, acıları yarıştırarak çözülebilecek boyutların çok ötesinde. Zaten bu dili dayatanlar, sorunlardan beslenen örgütler. Örgütlerin yaptığı ve dayattığı tek şey, acıların çoğalması, çoğalan acıları kullanmak, mağduriyetlerden nemalanmak ve toplumu acılar üzerinden travma çengelinde asılı tutmak. Bu sarmal sadece vatandaşların tutumları ile kırılamaz. Devleti yöneten kadrolar, uygulamalarıyla ve psikolojiye ilişkin pozitif dille bu sürece katkı sağlamalılar.
Pozitif Dil ve Pozitif Ajanda Neyi İçermeli
Çok istekli olsalar dahi, siyasal iktidarların tek başına var olan sorunları çözme konusunda yeterli olmadığını biliyoruz. Bu nedenle; çözüm için adım atmaya istekli aktörlerin desteklenmesi, bunun mümkün olduğunun gösterilmesi, somut önerilerin/beklentilerin paylaşılması ve var olan sorunlardan beslenen örgütlere karşı tutum alınması önemli. Burada iki konuya özen göstermek gerekir. İlki; sorunlardan beslenen, sorunlar üzerinden kendilerine küçük iktidarlar kuran örgütlerin vatandaşın sırtında yük olduğunu ortaya koymak. Örgütün silahlı veya silahsız olması, bu durumu değiştirmez. Sorunu derinleştiren bir fonksiyona sahip olmaları başlı başına bir problem ve taşınmaz bir yük. Mesela; Kürt meselesinde bu çok net görüldü ve bu durum derinleşerek devam ediyor. Büyük riskler alınarak başlatılan çözüm sürecini sabote eden örgüt, taşınamaz bir yük. Sürecin neden bittiği, Perspektif’te Temmuz 2021 tarihinde yayımlanan “Çözüm Süreci Neden Bitti?” başlıklı yazıda detaylıca analiz edilmişti.
İkinci konu; var olan sorunların veya meselelerin çözülmesiyle ortaya çıkabilecek olumlu sonuçların tartışılması ve kamuoyu ile paylaşılması. Alevilerin hak talepleri, Kürt meselesi, Müslüman olmayan azınlıkların ve mütedeyyin insanların yaşadıkları sorunların çözülmesi ne tür olumlu sonuçlar ortaya çıkarır diye düşünmek ve tartışmak gerekir. Konuyu somutlaştırmak için “PKK’nın kontrolüne giren Kürt meselesinin çözülmesinin ortaya çıkaracağı olumlu sonuçlar neler olabilir” sorusu ufuk açıcı olabilir. Her sorun alanı için bu tür soruları sormak, tartışmak ve çözüme ilişkin öneri geliştirmek oldukça önemli.
İç sorunların çözümü; devletin demokratikleşmesi, toplumsal hayatın normalleşmesi, sivil siyaset alanının güçlenmesi, sorunlardan beslenerek devlet içinde kayıt dışı alan oluşturan yapıların ortadan kaldırılması, sorunu yaşayanların uğradığı sıkıntıların ve hak mağduriyetlerinin giderilmesi, uluslararası ilişkilerde ortaya çıkaracağı olumlu etkiler, küresel güvenliğe katkı, iç sorunların Batı ülkelerine taşınmasının neden olacağı problemlerin yönetilmesi, örgütlerin kitle üzerindeki tahakkümünün ortadan kalkması gibi sonuçları beraberinde getirebilir. Gözden kaçırdığımız ve odaklanmadığımız ana mesele, çözümün ortaya çıkarabileceği olumlu sonuçlardır.
Amaç: Normalleşme ve Güçlü Toplumsal Yapı
Var olan iç sorunların ve uygulanan kimi politikaların ortaya çıkardığı problemlerden birisi de ülkeye aidiyet duygusu ve toplumsal barışın sağlanması. Aidiyet duygusunun onarılması, bütünlüğün ve bölgesel etkinliğin temeli olan toplumsal yapının güçlendirilmesi için demokratikleşme sürecine paralel güçlü toplumsal yapının/anlayışının devreye konulması da gerekiyor. Bunun için tarih, din ve gelenek yeniden yorumlanarak toplumsal varlığın asli bileşeni kılınmalı. Etnik, dini ve mezhebi farklılıkları bu asli bileşenin karşıtı değil, parçası ve zenginliği olarak kabul eden, değerlendiren yeni bir senfoninin kurgulanması önemli. Normalleşmiş, güçlü toplumsal yapı sayesinde bölgesel ve küresel roller oynayabilecek bir asabiyye ve ortak ülkü geliştirmek gerekli. Bunu, siyasi iradenin yapması şart. Bunun üzerinden ise demokratikleşmeyi ve normalleşmeyi engelleyen örgütlerin, bürokratik kadroların oyunu bozulabilir. Nihayetinde, bir ülkenin demokratikleşmesi, toplumsal barışını elde etmesi ve uluslararası sistemde iddialı bir rol oynaması siyasal iktidar, devlet ve toplum ekosisteminin karşılıklı etkileşiminin sonucudur. Burada hem geleceğe endeksli bilinçli hem de geçmişin yükünün geleceği esir almaması için ona karşı dirençli bir yapının inşa edilmesi şart. Bunun yolu ise kimliklere karşı ‘kör’ ve kimlik dayatmayan bir devlet mekanizmasının hayata geçirilmesi.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.