17.04.2021
Ahmet Çiğdem, perspektif.online’da bir söyleşi verdi. Söyleşiyi aşağıya alıntılıyoruz.
Ahmet Çiğdem üretken bir akademisyen ve entelektüel. Türkiye’nin önemli kamusal aydınlarından birisi olarak toplumsal meseleler hakkında söz söylemeyi önemseyen bir isim. Eleştirel düşünceleri ve yaklaşımları ile, entelektüel hayatımızda özgün bir duruşa sahip.
Sosyal ve siyasal teori ile ilgili çalışmalarının yanısıra sosyolojik, siyasal ve kültürel meselelerle ilgili pek çok makale ve kitap yayınladı. Edebiyat ve sinema eleştirisi yaptı, spora yönelik ilgisini bir süre köşe yazarlığına taşıdı, şiir kitabı yayınladı. Bütün kitapları Vulgus Yayınlarından yeniden basılacak.
Ahmet Hoca ile Türkiye’nin modernleşme serüvenini, dinselliği, İslamî Hareketi, demokratikleşme, Gezi ve 15 Temmuz gibi alt-başlıklarla AK Partili yılları, üniversite meselesini ve entelektüel hayatı ele aldığımız hayli kapsamlı bir söyleşi yaptık.
Keyifli okumalar…
Türkiye’nin Tanzimat’la başlayan tarihini okumaya-değerlendirmeye yönelik pek çok alternatif teori/öneri var. Konjonktüre göre bazıları daha fazla öne çıksa da aslında her bir okumanın takipçileri bulunuyor. Modernleşme teorisinden dünya sistemi kuramına, kapitalizmin gelişim serüveniyle ilişkilendirmekten batılılaşma ve kimlik arayışlarına kadar pek çok anlatı mevcut. Sizin Türkiye okumalarınız hangi dinamiklerden besleniyor? Tanzimat’la başlayan modern Türkiye tarihini hangi parametreler üzerinden okuyorsunuz?
Modern her toplum, üç düzeyde işlevselleşen bir evrimsel gelişim çizgisi takip etti: Modern toplumun politik ifadesi olarak ulus-devletin formasyonu (politik düzey); toplumun bir ulusal pazar olarak yatay kurumsallaşması (iktisadî düzey) ve ulus-devletin ideolojik tesisi ve yurttaşlığın takviyesi olarak (millî) kültürün keşfi (kültürel düzey). Tabiatıyla bu üç düzey eşzamanlı ve etkileşimsel olarak ilerlemek durumundaydı. Ancak bu oluşumun sınırlarını belirleyen pre-modern tarih, genel olarak her toplum için sözkonusu eşzamanlılık ve etkileşimselliği kesintiye uğratsa da kopuşlardan çok, bir süreklilikten söz etmek mümkün.
Türkiye’de Tanzimat, Batılılaşma, Cumhuriyet vs. süreçlerinin bu evrensel bağlamını görmek benim için önemli. Yaşadığımız şeyin, sadece bizim başımıza gelen bir felâket olduğunu sanmak parokyalizminden kaçınmak gerek. Biz modern kapitalizmin neredeyse dolaysız diyebileceğimiz bir periferisi olarak ve aslına bakılırsa, diğer toplumlardan daha az sorun yaşayarak, Afrika’da, Latin Amerika’da, Uzak Doğu’da dökülen kanın hesabı yok, bir sürece katıldık; maruz kalmadık, katılmayı biz istedik. Bir trajedi yaşayarak değil. Aslında, “taşra epiği”[1]kavramı biraz bu düşüncenin, yâni başımıza gelenler yazıklanışının eleştirisini amaçlamaktadır.
Bu benim tarihsel perspektifim. Başka bir perspektifin de mümkün olduğunu sanmıyorum; çünkü burada evrensel, tarihsel bir süreçten bahsediyoruz, evrensel tarih ya da dünya tarihsel bir olgudan ve onun yayılımından.
Buna rağmen, çok önceleri ortaya koymaya çalıştığım şekliyle,[2] Türkiye’nin bir Sonderweg’i, bir özgün yolu, kendine özgü bir terakki hattı olabilir mi diye düşünmek için de bir yığın sebeb vardı. Osmanlı modernleşmesi, modern Türkiye’yi, halkı Müslüman olan diğer toplumlardan daha donanımlı kılmıştı. Buradaki dinsellik boyutu, toplumdaki en yaygın kültürel kod olarak, sonuçta parlamenter demokrasinin ve kapitalizmin kuruluşunda daha demokrat ve daha eşitlikçi bir vaadde bulunabilir miydi? Bu dinsel refleksiyon ve pratiğin, bu istikâmette bir dönüşüm için kavramsallaştırılmasını gerektirecekti kuşkusuz. Böylece belki erken cumhuriyetin laiklik zorlamalarıyla daraltılan dinsel kamusal alanın yeniden hayat bulması da sağlanabilecekti. Modern araçlara ulaşabilen bir dinselliğin pozitif bir rolü olabilir miydi yâni benim meselem. “Millî Mesele Olarak Din”[3] başlıklı bir makalem var orada da belirtim; din Türkiye’de her şeyi dolayımlayan bir yaygınlığa sahip (derinliğe değil maalesef!).
Buradaki materyali göz ardı etmek sosyolojik olarak mümkün değil, bir; ikincisi, bu ülkede yaşayan biri olarak başka neyi düşünecektim? Belirtmeliyim ki, bu “dinsel mesele” kavramı, “dinsellik meselesi”nden çok farklı. İkincisi dinsel özgünlük iddiasının bir savunma hattı olarak takviyesini amaçlayan ve problemi dine içererek ve orayla sınırlandırarak anlamaya çalışan bir darlık benim için. Modern Türkiye’yi, dinsel perspektiften bir anomali olarak değerlendirmeyi neredeyse mecburî kılan bir tutum bu. İslâmcı kuşakların Cumhuriyetle olan ilişkisinin patolojisi, büyük oranda bu tür değerlendirmelerden kaynaklanıyor.
Bizim toplum olarak problemimiz kesinlikle dinsel değil, dinsellik boyutunda ortaya çıktığında bile değil. Daha modern pratiklerin dolayımladığı bir sorunlar yumağının dinsel ifadesi, bugünün mantığını kavramaktan aciz bir sakınımı anlatıyor. Daha belirgin bir şekilde söylemeyi deneyeyim: benim için her eleştirinin başlangıcı olarak dinsellik eleştirisi önemli, dinsel mağduriyetin yarattığı bir korunumla yeniden kutsallaştırılması değil.
DİNSELLİĞİN KAMUSAL GÖRÜNÜRLÜĞÜ SANATSAL VE KÜLTÜREL BİR NİTELİK KAZANMADI
Türkiye’deki dinsellik olgusu üzerine düşünüyor ve yazıyorsunuz. Kitaplarınız ve birçok makalenizin dolaylı ya da dolaysız teması, Türkiye’deki dini anlayış ve yaşayış. Son kitabınızda da[4] din ile ilgili müstakil bir başlık var. Dinselliğin toplumsal ve politik evrimi-dönüşümü bakımından 2000 sonrasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Doğrusunu söylemek gerekirse, dinsellik ve dinsel düşünüş bakımından 80’lerin ve 90’ların kıyıcı ve dar ortamında olup bitenler daha önemliydi. Kültürel olarak da edebî olarak da daha geniş soluklu bir ortam vardı. Bu aslına bakılırsa sosyalistler için de geçerli bence. Ancak bir hususu vurgulamak gerekir: dinsel düşünüş kendi içinde, 80’lerin gözde deyimiyle, neredeyse paradigmatik bir dönüşüm yaşadı. Bunu özellikle tarihselcilik denilen harekete borçluyuz. Henüz sonuçları hakkında net bir şey söyleme imkânımız olmasa da, Türkiye’deki dinsel ortodoksinin tarihselci yorumdan fenâ halde ürktüğü açıktır. Fakat bu hareket, dinsel ve politik vargıları düşünüldüğünde hemen bastırıldı bence. Marjinalize edildi.
Dinselliğin kamusal görünürlüğünün artması, karşılığında bu görünürlüğün sanatsal ve kültürel bir nitelik kazanmasına yol açmadı. Tam tersine, giderek dar bir yerelliğin, kendisi bir şey olmaktan çok başkalarına küfür etmenin yolu olarak araçsallaşan millîliğin sahiplenilmesi, dindarları iyice sağcılaştırdı. Refleks ve tavır olarak.
Yaşayışa gelince. Bunun iyi anlaşılması lazım. Kelimelerimi iyi seçmek zorundayım. İyi ya da kötü 2000’li yıllarda Türkiye bir ivme yakaladı ve bunun sonuçlarından dindarlar da faydalandı. Tabiatıyla faydalanmanın muhtelif düzeyleri var. Bunu olumlu ya da olumsuz bir değer atfederek söylemiyorum; bir belirleme sadece. Dindar zenginliğinin, öncelikle başka dindarlar tarafından kriminalize edilmesi, sonra sekülerler tarafından dinsel öğretiye bunun bir ihanet olarak yorumlanması sorunlu. Dindarlar kötü insan olduklarından ele geçirdikleri zenginliği görgüsüzce kullanıyor değiller (ayrıca aynı görgüsüzlüğü paylaşan bir yığın başka insan da var); sadece, “iyi ve adil bir hayatın” nasıl olabileceğine dair bir fikirleri yok (ve yine bir yığın insanın da yok). Varolan fikirleri ise, bu görgüsüzlüğü daha da dayanılmaz kılıyor.
Burada “mutedil bir hayat üslûbu”nun ne olduğuna ilişkin bir belirsizlik var. Sorun burda. “Medeni” ve “sosyal” varoluşu dışarda bırakmayı neredeyse tabii kılan bir dinsel pratik ve ona bağlı yaşayış, bu görgüsüzlüğü artırıyor. Zenginlik, ekonomik bir sürecin sonucu değil, Tanrı’nın bir lütfu olarak algılandıkça, sözde-seçilmişlik hissinin (Tanrı durup durup aynı adamları seçiyor ne hikmetse!) görgüsüzlüğü artırdığı da gerçek. Tekrar belirteyim, görgüsüzlüğü, gayrî medenîliği, incelik kaybını gösterişçi tüketimle değil, medenî, ortak, kamusal sınırların ihlâl edilebilir olduğunu düşünmekle özdeşleştiriyorum.
Dindar bilinç açısından yapılması gereken şey, diyelim bu kapitalist sürece karşı kendilerinin tahayyül ettikleri düzeyde bir bağışıklıklarının bulunmadığının farkına varmak. Çünkü bu sürece ahlakî bir bağışıklık iddiasının nesnel bir karşılığı yok, olamaz da. Onlara yönelik eleştirinin de ıskaladığı şey burada yatıyor. Bu eleştiri, dindarların kendilerini kuşatan gerçekliğe karşı neredeyse kendiliğinden diyebileceğimiz bir bağışıklığa sahip olmaları gerektiğini savunuyor. Dolayısıyla, aslında dinsel bilincin ayrıcalık talebini olumluyor. Tabiatıyla bunlar çok minimal ve ibtidai konular aslında; bu biçimde konuşulması bile insanı sıkıyor.
“Zenginliğin sınıfsal aidiyeti” belirsizleştikçe, yâni kendisini bir sınıfa ait kılan kültürel dokudan mahrum kaldıkça, insanların neye inanıp inanmadıklarının bir önemi yok. Benzer davranış örüntüleri ortaya çıkacaktır. Kaçınılması gereken, moral eleştirinin, nesnel bir eleştirinin önüne geçmesidir. Yaşayışla ilgili sorunları tartışırken unutulmaması gereken şey budur. İnsanlar, formülümüzü tekrar edelim, sandıkları kadar kötü değildirler ancak düşündüklerinden daha iyi olma imkânlarını kaçırmak üzeredirler.
PEDAGOJİK BİR BAĞLAM OLARAK DEMOKRASİ
Tezkire Dergisi’ndeki “İslâmi Hareket, Meşruiyet ve Demokrasi”[5]makalenizden başlayarak yazdığınız kitaplarda İslami hareketin demokrasi/demokratikleşme gündemi üzerinde ısrarcı oldunuz. Genel olarak İslami hareket özelde de AK Parti deneyimi bu konudaki öngörülerinizle nasıl örtüşüyor? Türkiye’nin demokratik konsolidasyonuna ne tür etkileri oldu?
Tekrar etmek gerekirse; ben o vakitler demokrasiyi, İslâmi hareketin toplumsal meşruiyetini kurma ve edindiği modern tecrübenin sosyal bir kazanım olarak sürekli kılınmasında “pedagojik bir bağlam” olarak kavramaktaydım. Çünkü, liberal demokrasi ve onun parlamenter varyasyonunun en azından 60’lardan beri yaşadığı krizin farkında olarak, Müslümanlar açısından demokrasinin karşılaşılan her politik problemin üstesinden gelinebileceği bir araçsallaştırımı cazip kılacağı endişesi taşımaktaydım. Bir öğrenme mekanizması olarak demokrasi ideasıydı vurgulamak istediğim. Demokrasiyle kazanılacak kamusal tecrübenin, sonrası için daha ümidvâr kaynaklar sunabileceği fikrindeydim. Bu demokratik tecrübenin Müslümanlar açısından modern toplum içerisinde nasıl var olabilecekleri sorusunu daha rahat sorabilme ve cevaplandırabilme potansiyelini ihtiva etmesi de önemliydi benim için.
Bu sadece İslâmi hareketle sınırlı değildi; Türkiye’deki diğer siyasî hareketlerin de demokrasiyi bir eşik görmeleri ve oradan geçmeleri gerekiyordu. Bu konudaki talihsizliğin sadece İslâmi harekete ait olmadığı da açık. Kürtler, liberaller ya da sosyalistler mi daha iyi kavradılar meseleyi? Mevcut durumlarına baktığımızda, bundan kuşku duymak gerekir değil mi? Birini ötekine tercih etmeyi, aralarında bu bakımdan bir hiyerarşiyi kurmayı meşrulaştıracak bir demokratik performans yoktu ortada. Hâlâ da yok.
Bugün, sözünü ettiğiniz makalenin problematiğine yaklaşabilen, oradaki kaygıyı paylaşan herhangi bir metin yok. Çünkü, orada İslâm ve Demokrasi yahut İslâm’da demokrasi var mıdır, İslâm’la demokrasi uzlaşabilir mi vs. soruların ötesinde bir bağlam vardı; Medine Vesikası üzerine tartışmaların sergilediği üzere, Müslümanlar hâlâ kendi tarihlerine el attıkça bugün için işlevsel olabilecek bir hazine olduğunu sanmaktaydılar. Sadece dinî meselelerle ilgili değil, karşılaşılan bütün modern problemlerle ilgili olarak kullanılabilecek bir hazine. Bunun böyle olmadığı sanırım anlaşılmış durumda.
Sualinizin devamına gelince. Bir tarihsel/toplumsal toplama ve sağlama yapmak için çok erken. Ben gerçek çelişkinin, birbirine benzemeyen iki unsur arasında değil, benzeyen unsurlar arasında yattığına inanıyorum, Türkiye’deki her siyasal hareketin kendi içine eleştirel bir tutum takınarak bu içerden çıkmaya çalışan tutumunu hayati sayıyorum, bu bakımdan AKP’nin (ben böyle diyorum, hep böyle dedim, şimdi AK Parti diyemem, kusura bakmayın), Polatlı, Kazan, Çubuk ve Çankırılıları Avrupa Birliği bayrağı taşıyarak yürütmesinde, Abdullah Öcalan’ın bildirisinin Diyarbakır meydanında okutulmasında ve nihayet “alnı secdede” bir suç şebekesinin engellenmesinde (15 Temmuz) somutlaşan katkılarını hâlâ anlamlı ve önemli buluyorum. Buradaki sınırların, yetersizliklerin vs. elbette farkındayım.
Kişisel olarak, AKP’nin politik performansına bağlı eleştirileri oldukça erken sayılabilecek bir tarihte, üstelik bu yolsuzluk, yoksunluk ve yoksulluk üçlemesiyle dile getirmekten kaçınmadım. İnsanları bilip bilmeden bu değirmene su taşımakla suçlamak kolay, oysa herkes değirmen önünde un sırasına girmişken kişisel olarak hep eleştirel kaldım AKP iktidarına. D’nin Hâlleri[6] ve Geleceği Eskitmek[7]kitaplarında bu konuda isteyen bir sürü malzeme bulabilir.
Bu adımların atılma gerekçeleri ne olursa olsun, AKP’nin kendi tabanına ve sağ siyasetin yapısal sınırlarına karşı gerçekleştirilmişti. Böylece, Avrupa Birliği tartışmalarıyla siyasal rejimin demokratizasyonunda, Kürt meselesinde Kürtlerin tarihsel ve kültürel varlıklarının “yurttaşlık” esasında ortaklaştırılmasını ve Türkiye’deki ve Müslümanlar arasındaki milliyetçi ve ötekini yoksaymaya yönelik tutumun sınırlanmasında, nihayet toplumun, dinsellik ve dindarlığın “civic” bir üstdeğerden kendisini soyutlayarak nereye varabileceği konusunda tanık tutulmasında tecrübe edilen şey, Türkiye için olduğu kadar, Müslümanlar için de yeni ve cesur bir teşebbüsü temsil etmekteydi.
Bu deneyime şimdiki uzaklık, yanıltıcı olmamalı; AKP’nin içinden çıkan yeni oluşumların siyasal tutumları her şeyde önce bu teşebbüse sahip çıkmak şeklindedir ve bu gelecek için umut vericidir.
AKP YEDEĞİNDE TUTTUĞU YOKSUL KESİMLERE BİR ŞEY VAADETMİYOR
Son üç kitabınızın merkezinde AK Parti var. AK Parti’yi ve AK Parti iktidarındaki Türkiye’yi analiz ediyorsunuz. Geleceği Eskitmek’te AK Parti’yi tanımlamaya yönelik neoliberal ve/ya İslamcılık etiketlerinin AK Parti gerçekliğini kuşatmakta yetersiz kaldığını söylüyorsunuz. Siz AK Parti’yi ve iktidarını nasıl okuyorsunuz; neyi temsil ediyor, neye yaslanıyor, ne ifade ediyor?
Belki, D’nin Hâlleri ve Geleceği Eskitmek için bu söylediğiniz doğru olabilir ama onlarda da başka tartışma alanları var. Dolayısıyla “son kitaplarınızın merkezinde AKP var” yargısını kabul etmem güç gözüküyor.
AKP, Türk siyasi hayatında uzun süreli iktidar olmayı “başaran”, üstelik bu iktidarını da güçlü bir biçimde kullanan neredeyse tek örnek. Elbette kapatılma tehlikesinden başlayarak bir yığın engelle karşılaştılar ancak, bu engelleri de önünde sonunda kendi iktidarları için mobilize etmeyi başaran bir pragmatizm geliştirdiler. Tabiatıyla, 2000’li yıllardan başlayarak büyüyen bir kapitalizmin sunduğu bir kaynağın bu başarının esasını oluşturduğunu belirtmek gerekir. Neoliberalizm ve globalizasyonun, sol ezberin aksine, Türkiye benzeri ülkelerde siyasal iktidarlara alternatif kaynaklar sunduğu ve AKP’nin bu kaynakları, popüler desteğini belli bir düzeyde tutmayı başaracak kadar beceriyle kullandığını teslim etmeliyiz ama bu beceri, zorunlu olarak pozitif bir siyasal karara tercüme edilebilecek bir beceri olmadı her zaman. 20 yıl kimlerle yaşamak zorunda kaldık bir düşünün! Nelere tanık olduk, kaç kere onlar adına utandık, bu da olmaz dediğimiz her şey olmadı mı?
Yukarıda AKP’nin tarihsel olarak ayırdedilebilir siyasi yönelimlerine ilişkin bir değerlendirme yaptım. Buna rağmen, partinin nihayetinde Türk sağı içerisinde anlamlı bir değerlendirmeye tâbi tutulması gerektiği açıktır. Bu bakımdan, içinde bir miktar liberalizmin, sağ siyasetin olmazsa olmazı muhafazakârlığın, yüksek miktarda dinselliğin, gizli bir milliyetçiliğin olması şaşırtıcı değildir. Ancak özellikle, ekonominin dolarizasyonu, siyasal tabanın irrasyonel bir biçimde finans edilmesi, pazarın devlet eliyle büyütülmesi, siyasal vesayetin sürdürülmesi ve kültürel muhafazakârlığın inatla savunulması gibi birçok bakımdan AKP esas olarak sağ siyasal tarihin bir uzantısı sayılmalıdır.
Özellikle ekonominin dolarizasyonu, yâni doların temsil ettiği ekstra ekonomik muhteva neyse onun iktisadî hayatın merkezine konulması ve mütegallibe bir müteahhit tabakasının bütün ekonomik rasyonalite altüst edilerek korunup kollanması düşünüldüğünde, bunu bir yerlerden hatırlıyor olmalıyız. Liberallerin severek tekrarladığı, “ne kadar dolar, o kadar demokrasi” sözü, sağ iktidarların ömrünü de belirler. AP’nin köylülüğü dünya fiyatlarının üzerinde subvanse etmesi, tarımsal üretimi geliştirmediği gibi, köylülüğü de modernize etmemiştir. Köylülüğün modernize olması, 24 Ocak Kararları’ndan sonrasına tekabül eder. AKP’nin kimi zaman irrasyonel boyutlara varan desteği de, müteahhitler ordusunu modernize etmeye yetmemiştir. Subvansiyon ve karşılığında partinin fonlanması, destek ısrarının mahiyetini açıklamaktadır.
AKP, 2000’li yıllara gelinceye kadar statükonun sağ ve solu tarafından yorulmuş ve hırpalanmış bir orta-sınıfın partisi olarak kuruldu. Buraya millî görüş geleneğinden katılanların, partinin bu özelliğini değiştirmediğini belirtelim. Şimdi AKP’nin esas çöküşü, bu orta sınıfı doyuracak dolarının kalmamasından ileri geliyor. Üstüne üstlük, inşaat ve otomotiv sektörlerini kurtarmaya yönelik hamleler, Kanal İstanbul vs. projeler, AKP’nin “sosyal yardımla” yedeğinde tuttuğu daha yoksul kesimler için kısa vadede hiçbir şey vaadetmiyor. Uzun vadeye bakabilecek kadar da mutlu değiller.
Neyi temsil ediyor? En azından başlangıçta, İslâmcı mağduriyetin giderilmesi vaadi, millî görüşün anti-batıcı ve anti-modern tutumunun terkedilmesi, daha mutedil bir dinsellik tasavvuru, parlamenter demokrasinin kurumsallığına bağlılık, “serbest piyasa ekonomisinin” kabulü vs. değerleri temsil ettiği söylenebilir. Ancak, sağ bir söz dağarcığıyla söylersek, “gelinen noktada” bu değerlerin hiçbir pratik anlamının kalmadığı açıktır.
AKP’NİN SOSYOLOJİK OLARAK BİTTİĞİ SÖYLENEBİLİR
Geleceği Eskitmek kitabınızda, AK Parti’yi değerlendirirken siyasal/sosyolojik ayırımı yaparak, 2011’den itibaren, sosyolojik dinamikler itibarıyla Türkiye’nin geleceğini şekillendirme kapasitesini sürdürse de siyasal açıdan ömrünü tamamladığını söylediniz. Bu tespitinizin üzerinden 10 yıl geçti. Gelişmeler öngörünüz çerçevesinde mi şekillendi, sizi yanılttı mı? Bir de siyasal ömrünü tamamlamış bir partinin bir 10 yıl daha -neredeyse alternatifsiz bir şekilde- iktidarını sürdürmesi nasıl mümkün oluyor? Niye bu sosyolojiyi temsil edebilecek başka kadrolar çıkmıyor, ya da sosyoloji dönüşmüyor? Erdoğan bu sosyoloji için ne ifade ediyor da bu sosyoloji başka bir adrese yönelmiyor?
Hayatımda bir sürü yanılgım ve yanlışım var; bu da onlardan birisi olsun. Ancak öte yandan, AKP’nin sözünü ettiğiniz 10 yılının neredeyse bütünüyle tahmin edilemez sürprizlerle dolu olduğunu da belirtmeme izin verin. Kürd meselesinin kazandığı boyut, Gezi Direnişi, Suriye’deki savaş ve mülteci meselesi, 17-25 Aralık, nihayet 15 Temmuz’u hatırladığımızda, bütün bu olayların AKP iktidarının sürdürmesinde etkili olduğunu, ancak bu iktidarın siyasal/sosyolojik meşruiyetinin giderek kaybolduğunu tesbit etmek sanırım kolaylaşacaktır. Yakın tarihimizden bir örnek vermek gerekirse, ANAP bittikten sonra, olumsuz bir tipoloji olarak ANAP ideolojisi, ANAP’lılık dediğimiz hâl sürmüştür. AKP’nin muhtemel çöküşünden sonra geride bu anlamda bir mirasının kalacağı bile şüphelidir.
Eğer yargımı revize etmem gerekirse, sürpriz, gerileme yok, tam tersine, artık AKP’nin sosyolojik olarak da bittiğini söyleyebiliriz. Ne kendisini iktidarda tutan orta sınıfları tatmin edebilecek kadar liberaldir ne yoksulların mağdur öfkelerini giderecek kadar İslâmcı. Zaman zaman kargaların bile güldüğü demokratikleşme ve reform laflarının hiçbir geçerliliği yoktur. MHP’yle kurulan ortaklığın, sadece iktidarı koruyacak kısa vadeli araçları ürettiği, ancak bu araçları kullanmanın hem AKP’nin siyasal pragmatizmini sınırlandırdığı hem de meşruiyetini gölgelediği açıktır.
Nihayet, şunu belirtmeme izin verin. Türkiye’de sağ iktidarlar belirli miktarda bir popülizmi yedeklerinde tutmakla birlikte, halka güvenmezler. Halkın muktedir kılınmasını asla istemezler. Bu bakımdan AKP’nin önce Cemaatle, sonra MHP ve arkaik bir Kemalist kadroyla iş tutması manidârdır. 15 Temmuz’la birlikte bir kere daha açığa çıktığı üzere, sağ iktidarlar kendilerini sunulan popülist desteği, tepe tepe kullanmakta bir beis görmezler. Böylece AKP sağcılığının nihai belirlemesi olarak, “vesayet rejiminin” sürekliliğine varabiliriz. Bu rejimin tabiatıyla değil, vasinin kimliğiyle olan çatışmanın AKP’nin artık bir iz kalmamış siyasal demokratizasyon propagandasının cenaze marşının çalınmasıyla sonuçlandığını gördük; neticede, başka bir adresin olmadığı tartışmalıdır. Halk başka bir adresi bulur; bulmuştur ve bulacaktır. Herkesin alternatifi vardır; bir alternatifi doğuran şartların olgunlaşması, sanıldığından daha uzun ama düşünüldüğünden daha kısa bir süreye ihtiyaç duyar. Siyaset bunun için vardır zaten, değil mi?
AK Parti, birçok farklı dinamiğin eş zamanlı olarak beslediği, bir nevi sizin de ifade ettiğiniz gibi, “devlete karşı toplumun cevabı gibi duran” bir parti olarak iktidara geldi. İlk dönemlerde Cumhuriyetin kronik birçok sorununu çözmeye yönelik teşebbüsler, bu teşebbüslerin sonucu olarak da büyük umutlar oluştu. Bugün veya epeyce bir zamandır, bu imkanların realize edilemediğini biliyoruz. Neden böyle oldu, eksik olan neydi, ne yanlış yapıldı? Bugünkü durum öngörülebilecek bir mukadderat mıydı? AK Parti yerine başka bir parti yine 20 yıl iktidar olsa aynısını yaşar mıydık yoksa bu AK Parti ve dayandığı sosyolojiye has bir sonuç mu?
Fatalizm, insanın başına gelen şeyle ve onun kabûlüyle ilgili değildir; başına başka bir şey gelmesi durumunda bile, gelebilecek üçüncü veya dördünce ihtimâlin de benzer sonuçları doğuracağının bilincinde olmaktır. Fatalizmi, nesnelliğin reddine dayalı bir düşünce biçimi saymak yanıltıcıdır; tam tersine, fatalizm, aslında gerçekten radikal diyebileceğimiz bir objektivizmi savunur.
AKP değil de başka bir parti olsaydı, başka siyasal aktörler sonuçları çok değiştirmeyecek minimal farklılıklar bir yana, aynı şeylere tanık olacaktık. Bu sürece, şimdiden geriye doğru baktığımızda, çünkü karşılaştığımız determinantlar aynı olacaktı. Aynı sosyolojiye yaslanacak, aynı ekonomik verilere sahip olacak, aynı sorunları konuşuyor olacaktık.
Bir kere, AKP dışındaki siyasal aktörler, AKP’den nitelik olarak farklı bir tahayyüle sahip değildiler, olduklarını varsaysak bile, bunu topluma ulaştırmakta başarılı sayılmaları güçtü. Benim gözde kavramımla, kriz her zaman kendisine her zaman en uygun muhatabı bulacaktır. Öznel iradecilik, sonuçtan kalkarak bakıldığında tarihin en zavallısı konumundadır. İnsanlar daha fazlasını yapabilirlerdi diye hayıflanmak yerine, daha fazlasını neden yapmadılar diye sormak gerekir.
GEÇİŞİN SANCISIZ OLACAĞINI DÜŞÜNMEYELİM
Bugün kilitlenmiş, donmuş bir siyaset var. Bu durumu değerlendirdiğiniz son yazılarınızdan birinin başlığı, “Yol Yakın Değil, Vakit de Yok” şeklindeydi. Türkiye siyasetinin bugünkü durumunu nasıl okuyorsunuz? Başka bir şekilde sorarsam; iktidarın bir çıkmazda olduğu, siyaset üretemediği açık. Muhalefet niye güçlü bir alternatif olmakta zorlanıyor? Türkiye’deki muhalefeti, imkân ve açmazlarını değerlendirebilir misiniz?
Vurgulamaya çalıştığım gibi, bu sorunuzdaki yargıların tartışmalı olduğunu düşünüyorum. Muhalefetin bir alternatif olmadığı mesela. Birkaç büyük şehirdeki değişiklik, bu alternatifsizlik anlatısını ortadan kaldırdı. Hiçbir yurttaş, ekstra politik dayatmalarla vicdani baskı altına alınmamalı. Muhalefet elbette eleştiriden beri değildir. Fakat unutulmaması gerekir ki, Türkiye’nin kalıbı, bu kadarına izin veriyor. Daha fazlası için, o kalıbın sağından solundan yıkılması, parçalanması gerekiyor. “Ben olmasam”, yukarıdan, ya da aşağıdan “o olmasa” kalıbı, otoriter bir kalıp. Retorik böyle başladığında, “eh, olma kardeşim, bir görelim sen olmadığında neler olup biteceğini; topluma güveniyorsan, toplumun seçme hakkına saygı duyuyorsan bir müsaade et, sen bir olma bakalım” demek gerekir. Denilecektir de.
Sadece, işimizin kolay olduğunu ve geçişin sancısız olacağını düşünmemek gerekir. Böyle düşünüldüğünde, gerçekten başka çıkmazlara yol açılabilir. 20 yıllık bir iktidardan sözediyoruz. Alışkanlıklardan, kadrolardan vs. Bunların değişmesi için gerçekten kuvvetli bir gelecek iradesi gerekir. Başkanlık sistemi denilen ucubenin yarattığı kaosun ortadan kaldırılması güç olacak, zaman alacaktır. Ben Türk toplumunun demokratik tecrübesinin bunu başarabilecek düzeyde olduğundan eminim. Siyasal muhalefet düzeyiyle, toplumsal yönelimlerin bir araya gelmesi enerji istiyor. Çaba istiyor. Zaman istiyor.