02.07.2024
Ali Bulaç, akilsiyaset.com’da “Alevilerin İslami Hakları” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Tarihte Osmanlı-İran rekabetinin etkisinde Sünnilik ve Alevilik, genelde siyasi iktidarların merkezi konusuydu. II. Mahmut’un Bektaşiliğin ağırlıklı olduğu Yeniçeri Ocağı’nı dağıtmasından (1826) sonra Sünni-Nakşi unsurlar öne çıktıysa da, Aleviliğin devletin gazabına uğradığı tarih Cumhuriyet dönemidir (1937-1938). Dersim’de yaşanan trajediler bunun son büyük göstergesi oldu. Cumhuriyet hiçbir zaman Alevilere hayırhah bakmadı, Çar Deli Petro’nun batılı modern ve seküler kent olarak Moskova’ya karşı inşa ettirdiği Petersburg’u taklid eden Cumhuriyetçilerin seküler-modern kent olarak tasarladıkları Ankara’ya çarığı çamurlu Aşık Veysel’i almadılar. Şimdi Petersburg’a ve Ankara’ya mümasil Prens Selman Suud çöllerinde seküler, sterilize modern bir kent inşa etmekle meşgul.
Ama bir süre sonra köylüler, taşralılar yani bedeviler başta Ankara olmak üzere büyük kentlere akmaya başladı, bu akışı durdurmanın imkanı yoktu. 20. Asrın ikinci yarısından itibaren Türkiye’nin her tarafından büyük kentlere başlayan göç, özellikle yüzyıllardır kırsal kesimlerde stabil hayat yaşayan Sünni ve Alevi kitleleri gettolarından çıkarıp aynı mekanda bir araya getirdi.
İki taraf donanımlı olsaydı, yeni mekanda yeni bir mekanı kullanma biçimi geliştirebilirlerdi. Yeni bir mekan yeni bir örgütlenme, yeni bir yaşama ve elbette yeni bir sosyo politik model geliştirmek için iyi bir fırsattı; bunu tarihte sadece Hz. Muhammed (s.a.) başarmış, muhacirleri ve onları karşılayanları buluşturduğu Yesrib’i “Medine”ye çevirmişti.
Yeni zamanın medinesi başarılamadı, çünkü henüz bedevi olanların uyduruk ve sentetik kente alternatif yeni bir şehrin sosyo kültürel enstrümanlarını düşünüp var etmeleri için vakit erkendi, bırakın büyük bir medeniyetin manevi ve maddi değerlerinin teşhir edildiği “şehir” kurmaya çalışmak, bir anda kendilerini gecekondularda buldular. Ortaya çıkan taşralı boşluğunu devlet bildik manipülasyonlarını ustalıkla kullanarak doldurmaya koyuldu. Bu, iki tarafı birbirine hasım/öteki belletme ameliyesiydi.
Birilerinin Alevilere “düşman öteki olarak Sünnileri” işaret etmesinden sonra Aleviler şöyle düşünmeye başladılar: “Alevilik Sünniliğin değildir; Sünnilik devletin mezhebidir, resmi din görüşüdür; Sünniler Alevilerin taleplerinin devlet tarafından yerine getirilmesine karşıdırlar; tarihte uğradıkları büyük mağduriyetin sorumluluğu Sünnilere aittir; Sünni Diyanet bizi içine almaz.”
Sünnileri Alevilerin gözünde ötekileştirenler, Alevilerin devletle olan sorunlarını Sünnilerle bir hesaplaşmaya dönüştürdüler. Sanki tarihte başlarına ne geldiyse bunun sorumlusu Sünni şemsiye altında toplanan dört fıkıh mezhebi veya Sünni halkmış gibi.
Gerisinde kötü tarihsel miras ve güncel devlet görüşü olan söz konusu ötekileştirme yanlıştı, haksızca idi ve maksatlıydı. Zira devlet, Alevilere olduğu kadar Sünnilere de uzak, kendi varlığına aşık, narsist bir aygıttır. Sadece kendine güvenir, kendi varlığını temel alır; yerine göre komünisti, Aleviyi, Sünni’yi, Türkçüyü, Kürtçüyü, başörtülüsünü, işçiyi döver.
Devlet, “Gavur Padişah” lakabını alan II. Mahmut’tan başlamak üzere Sünniliğin referansı Kur’an ve Sünnet’in alem tasavvuruna, dünya görüşüne, amir sosyal, ekonomik ve siyasi hükümlerine aldırış etmez, Cumhuriyet’ten itibaren muamelat ve ukubatı iptal etmişken Sünnilere, asli kurucu unsur kendileriymiş duygusunu aşılayarak ana gövdeyi devletin destekleyici unsuru olarak kullanmıştır. Bu sayede Sünniler, dinin ruhuna aykırı bir siyasi aygıtı sahiplenmenin engin hazzı ve güveni içinde din-dışı (laik, seküler ve profan) bir siyasetin koruyucuları olmuş, her Cuma hutbesinde iktidarın bekası için dua etmişlerdir. Gün gelmiş, devletin ruhu Sünnilerin bedenine girmiş, zulüm ve hak ihlalleri Sünnilerin beka davası haline gelmiştir. Sünniler zulmü, fail-i meçhulleri, yolsuzlukları, rüşveti, muhalifleri sindirmeyi, işkenceyi, darbeleri ve darbecileri tolere ederlerken; Beytülmalin israf ve şatafat kaynağı olarak kullanılmasına itiraz etmemiş; her kritik dönemde Sünni tarikat şeyhlerin ve alimlerin neden sürüldüklerini, Risale-i Nur okumaktan, evinde Kur’an veya mevlit okutmaktan başka suçu olmayan binlerce insanın neden hapishanelere atıldığını, niçin insanların süründürüldüğünü, bu yağma düzeninin neden milyonları yoksullaştırdığını sormamışlardır, çünkü dışarıda Türkiye’nin bekasını tehdit eden “dış düşman” içeride komünistler ve komünist Aleviler vardır. Devletin Sünniliği, Sünni bilinci uyuşturan bir narkoz işlevi görmüştür, bugün de aynı işlevi görmektedir.
Aleviler de kendi sorunlarıyla uğraşırlarken, “ neden Alevilerin ötekisi olarak Sünnilik, devletin dini olarak Sünnilik ve tarihsel mağduriyetin müsebbibi olarak Sünnilik ve Sünnilerdir?” soruları üzerinde düşünmemişler, onlar da Sünniler gibi genel havaya uyarak engin bir devlet dogmatizmi içinde provoke olmayı gönüllü kabullenmişlerdir. Devlet Sünnilere Alevileri, Alevilere Sünnileri tehdit unsuru göstermek suretiyle iktidarını sürdürmeyi pratik bir politika olarak benimsemektedir. İşte bu mezhepler arası kurulan düzen yanlıştır, haksızlıktır, çatışmaları körükleyicidir.
Devlet, Alevilerin inançlarını, inançlarının kaynaklarını ve modern kentte nasıl bir Alevi pratiği olabileceğini öğrenmelerine imkan vermedi ama mitoloji ve folklorik unsurların Alevilikle özdeşleşmesine ses çıkarmadı. Çünkü mitolojik ve folklorik Alevilik, her türden politik manevra için kullanışlıdır. Hz. Ali “mitolojik bir figür” olduğu sürece Muaviye düzenine zarar vermez.
Modern zamanın Sünnileri gibi Aleviler de kentin ve göçün ürünüdürler. Tarihte Aleviliği var kılmış ritüeller, folklorik ögeler ve mitolojik retorikler modern kentte tutunamıyor, bir tür çözülme hali yaşıyor. Buna karşı inancı muhafaza edebilmek için güçlü referanslara ihtiyaç var, bu da yazılı kaynaklarda mevcut. Modern hayatın meydan okumalarına Kur’an yerine bağlamayla-sazla karşı koymak mümkün değil. Siyasi iktidarlar engelleyici rol oynamasalardı zaman içinde kaynak arama ihtiyacı Sünnilik ile Aleviliği bir noktada buluşturabilirdi.
Sünniler de Aleviler de devlet denen istilacı, inhisarcı bir aygıtla karşı karşıya bulunuyor. Ne bu, ne şu mezhep ve inanış devletin kurucu unsuru veya sabit felsefi paradigması olamaz. Devlet, güç ve iktidarın temerküz ettiği aygıttır. Kim bunu ele geçirirse, onun güç ve iktidarını kullanır, diğerlerini ezer. Mezhep mensuplarının ortak mücadelesi bu canavarı ehlileştirip hukuk dairesi içine çekmektir. Devlet Sünni olur Alevi’yi yutar -Türkiye bağlamında konuştuğumuz sorunlar bunun göstergesidir-, benzer ve daha ağır sorunlar Nusayri iktidarın sürdüğü Suriye’de yaşanır.
Alevilerin sorunu Sünnilerle değil, devletledir Sünnilerin de sorunu Aleviler değildir.
Alevilik diye bir vakıa var, bu bir sosyolojidir. Nüfuslarının ne kadar olduğunu bilmiyoruz; ister 10,ister 15, isterse 30 milyon olsun, bu önemli değil. Surunun merkezinde Alevilere devlet üzerinden bir model, bir yaşama biçimi, bir inanç empoze etme alışkanlığı ve ısrarı yatmaktadır. Devlet kendi adına hareket eden bir aygıttır, sosyolojilere statüler biçtiği zaman kendi iktidar dürtüleriyle hareket eder. Devlet bürokratları “Biz Alevilere şöyle bir statü biçtik, hadi siz de kabul edin” demeye devam ettikçe sorun daha da ağırlaşıyor. Aleviler kendi taleplerini dile getirecekler, müzakereci siyaset yoluyla bu talepler hukuki mahiyet kazanacak
Sünniler de Alevilere bir statü biçemez. Biz Alevileri tanımlayamayız, onları kendi tanımları ve beyanlarıyla her ne iseler öyle kabul etmek zorundayız. Taleplerini biz değil, onlar ifade edecek, biz dinleyeceğiz. Alevi dernekleri veya alevi kanaat önderlerinin her birinin ‘kendi öngörüleri ve dünya görüşleri’ni Alevilerin tümüne dayatmaya kalkışmaları da sorunu çözmez.
Bu durumda bir usûl bulmamız lazım. Ben, aşağıdan yukarıya doğru muarefe ve müzakere usulünü takip ederek sorunların teşhisini ve taleplerin ortaya çıkmasını doğru buluyorum.
Ak Parti hükümeti 2010 yılında bu sorunu çözmek amacıyla müzakereci yol takip ederek önemli bir teşebbüste bulundu, sorunun teşhisi ve tespiti yönünde yedi çalıştay düzenledi, bu önemli bir adımdı. Belki önce Alevi derneklerinin bir araya getirip ‘kendi aralarında bir müzakere yapıp taleplerini aşağıdan yukarıya doğru belirleyebilseydi, çalıştaylardan daha verimli sonuçlar elde edilebilirdi. Yazık ki ne Alevi dernekleri ve kanaat önderleri ne devletin bürokratik elemanları bu usulü kullanmaya hazır değildi.
Bazı engeller de hükümetten kaynaklanmıyor, birçok kritik konuda olduğu gibi Alevi meselesinde de devletin “iyi saatte olsunlar elemanları” görünmez engeller çıkarabiliyor.
Geçmişte iki bin Alevi adına Cem Vakfı avukatları Ankara 6. İdari Mahkemesi’ne başvurmuş, şunu talep ediyorlardı: “Cemevleri ibadethane statüsüne getirilsin, ibadet için genel bütçeden pay ayrılsın, bir de Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinde Alevi önderlere kadro tahsis edilsin” şeklinde talepte bulunmuşlardı. Mahkeme bu talebi reddetti. Ret gerekçesinde şunlar vardı: “Alevilerin din ve inançlarını açıklama özgürlükleri bakımından engellendikleri veya bir başka inanç biçimini benimseme yönünde baskıya maruz kaldıklarını gösteren güncel ve somut olaylar ortaya koyulmamıştır”. Mahkemeye göre Alevilerin din ve vicdan özgürlükleri korunuyor, Alevilerin bu talepleri mevcut sistem içinde kabul edemez. İşte bu hükümeti aşan bir engeldir.
Kasım-2007’de Cem Vakfı Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanı ve Alevi dedesi Ali Rıza Uğur, ‘Aleviler ne talep ediyor?’ diye somut, herkesin anlayabileceği dilde taleplerini şöyle sıralamıştı:
1. Diyanet İşleri Başkanlığı varlığını devam ettirecekse Türkiye’deki tüm inanç kesimlerini Alevi, Bektaşi ve Mevlevilerle kucaklaşacak şekilde yeniden yapılandırılsın.
2. Genel bütçeden Alevilere pay ayrılsın.
3. Din derslerinde Alevilik öğretilsin.
4. TRT’de Aleviliğe yer verilsin.
5. Cem evlerinin yapımı sağlansın.
6. İnanç önderlerine okul açılsın.
7. Saz okullarda tavsiye edilsin.
Temel sorun, devletin cemevlerini ibadethane statüsünde kabul etmemesidir. Bu Sünnilere sorulacak, Sünni devlet fakihlerinin rızası alınacak bir konu değildir, Sünniler cemevlerini makbul ve sahih ibadethane kabul etmek zorunda da değildir. Papa, “Sultanahmet’te dua edecek misiniz?” sorusuna “Kimse benden bir camide dua etmemi beklemesin” demişti. Papa camiyi-mescidi ibadethane kabul etmiyor ama biz kiliseyi ibadethane kabul ediyoruz. Bu bizim kiliseleri yıkmamıza veya “kılıç hakkı” diye onları camiye çevirme hakkı vermez (22/Hac, 40). Herkes inandığı mabette ibadet etme hakkına sahiptir; bu hak Kur’an, Hz. Peygamber (s.a)’in Sünneti ve Raşid halifelerin tatbikatıyla sabittir. Aleviler cemevlerini ibadethane görüyorlarsa, bu bize göre değilse de, onlara göre öyledir.
Ali Rıza Uğur’un talepleri üzerinde Aleviler mutabıksa ben de mutabıkım. Benim İslam’dan ve İslamcılık’tan anladığıma göre bu taleplerin ne Sünniliğe ne de Müslümanlığa zararı var. Aksine Alevileri mutlu edecekse, bu taleplerin karşılanması sosyal barışımıza, siyasal birliğimize, bir arada yaşamamıza yardımcı olur.