Ali Bulaç: “Biz Türk Değiliz Beyim, Müslümanız!”

13.07.2024

Ali Bulaç, akilsiyaset.com’da ““Biz Türk Değiliz Beyim, Müslümanız!”” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

 

İslam dünyasının içine girmiş olduğu 10 çatışma alanından biri de “etnik çatışma”dır. Başta Türkiye olmak üzere Suriye, Irak, İran, Kuzey Afrika, Afganistan, Pakistan, Sudan vd. İslam ülkelerinde farklı “etnik gruplar” arasında derin ihtilaflar söz konusudur, bazı yerlerde bu ihtilaflar onlarca yıl süren kanlı çatışmalara dönüşmektedir. Söz konusu çatışmaların ne olduğunu, çatışmayı hangi faktörlerin besleyip canlı tuttuğunu ve nasıl son bulabileceğini teşrih masasına yatırmak lazım.

Önce bir romandan küçük bir alıntı yaprak işe başlayalım:

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Yaban” adlı romanında bir anekdot aktarır. Anadolu’da ne ülkenin işgalinden haberi olan, ne Mustafa Kemal ve Kuvva-i Milliye’ye ilgi duyan köylüleri anlatır. Köylüler sefil, yoksul ve cahildirler; kendilerini “Türk” yerine “Müslüman” saymaktadırlar. Romanın kahramanı Ahmet Celal, köylülere yukarıdan bilinç taşımak ister, Bekir Çavuş adlı bir köylü ile aralarında şöyle bir mükaleme geçer:

– “Biliyorum beyim sen de onlardansın emme. 

– Onlar kim? 

– Aha, Kemal Paşa’dan yana olanlar… 

– İnsan Türk olur da nasıl Kemal Paşa’dan yana olmaz? 

– Biz Türk değiliz ki, beyim. 

– Ya nesiniz? 

– Biz İslamız, elhamdülillah… O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar.” (1) 

Bu mükaleme son 150 yıllık tarihin veciz bir özetidir. İktidar seçkinleri ile halk arasındaki temel ayrılık noktası “Müslümanlık”tır. Tanzimatçılar, meşrutiyetçiler ve cumhuriyetçiler, cahil olduğuna inandıkları halka yukarıdan bilinç taşımak isterler, halk ise 21. Yüzyılın başlarına kadar buna direnir.

1960’larda da işçiler arasında bir araştırma yapılmıştı. Araştırmayı yapanlar sol tandanslı akademisyenlerdi. Ucu açık bir soru soruyorlardı: “Aşağıda saydıklarımızdan hangisi ile kendinizi tanımlarsınız? İşçi, Memleketli, Türk, Müslüman.” Deneklerin yaklaşık %90’ı kendini “Müslüman” olarak tanımlıyordu. Sonra memleketli, Türk ve  işçi olduğunu beyan ediyordu. Çalışmanın sonucunda şu çıkarıma varılmıştı: “Türkiye’deki işçilerde sınıf bilinci yok: Sosyal ve sendikal haklar istiyorlar ama kendilerini devrim yapacak proletarya görmüyorlar. İşçiler için en değerli kimlik Müslümanlık. O halde yapılması gereken şey onlara bilinç aktarmak olmalı.” 

Bu ve benzeri veriler bir doktrin olarak milliyetçiliğin toplumun bilincinin mihverinde olmadığı fikrini verebilir bize. Tabiatları gereği İslam ve milliyetçilik karşıt iki kutuptur, zıtların bir arada olması mümkün olmadığından toplumsal hayatın bilincinde İslam ve milliyetçilik iki karşıt kutup olma özelliğini korudular, 21. Yüzyılın ilk çeyreğine gelinceye kadar.

İki zıt kutbu bir araya getirecek olan kontrat, kutuplardan her birinin diğerini kendi nominal varlığını teyid etmesi şartıyla kabullenmesi oldu. Bu “Türk İslam sentezi” teorisiydi. 12 Eylül 1980 askeri darbesini yapanlar bunu denedi; Kenan Evren meydanlarda Kur’an ayetlerini okudu ama darbeciler, köktenci Kemalist kimliklerini önde tuttuklarından İttihatçılardan ve Kemalistlerden büyük zulüm gören geniş muhafazakar dindar çevreler, doktrine şüphe ile baktı.

İran-Irak savaşında Arap, Kürt ve Şii-Sünni kimlikleri Irak’ın milli bütünlüğü içinde tutmayı düşünen Saddam Hüseyin de “Arap İslam sentezi”ne sarıldı ama Baasçıların toplumsal gruplar arasında yaptıkları tahribat o kadar derindi ki, Irak Şiiler, Sünniler ve Kürtler olmak üzere üç ana grup olma özelliğini korumaya devam etti. Esasında milli/ulusal iskelete göre kurulu her siyasi entite bu senteze başvurur, lakin söz konusu sentezde belirleyici olan millilik, din ise milli olanın/milliyetçiliğin payandası hükmünde iş görür.

Milliyetçilik bukalemun gibidir, girdiği kabın rengini alır ama kabı kendisi domine eder. Bu öyle bir hal ki Liberal, Marksist veya Müslüman da olursunuz yine milliyetçisiniz. Doktrin düşüncenize siner, elle tutulmaz, gözle görülmez ama teneffüs ettiğiniz havaya sinmiştir. Milliyetçiliğe karşı olduğunuz halde yine de milliyetçisiniz, milliyetçi reflekslere sahipsiniz. Her milliyetçinin diğerlerine nazaran kendine göre meşruiyetini sağlayan argümanları, ikna edici malzemesi vardır.

Sıradan Müslüman kolayca milliyetçi olabilir, trajik olanı İslamcının da milliyetçi olması. Bazen bunun farkına varmaz, hatta söylemde milliyetçiliğe karşı olduğunu söyler, fakat söylemin altını kazıdığınızda tipik milliyetçi ideoloji veya doktrinin özlemleri çıkar. Aralarında bazı farklılıklar olsa da, “ulusalcılık ile milliyetçilik” aynı şeydirler; biri dini dışarı çıkarmak ister diğeri dini milliyetçiliğin payandası yapar.

Doktrin modern zamanlarda formüle edildi ama insanoğlunun kadim bir aidiyet veya mensubiyet duygusuna karşılıktır, bu açıdan fıtri tarafı vardır ve bu kuvvetli duyguları harekete geçirir. Farklı tarihsel dönemlerden ve değişim aşamalarından geçmişse de, milliyetçilik hem duygu ve aidiyet, hem de doktrin olarak varlığını sürdürüyor. 1648 yılında imzalanan Vestfalya Antlaşması, Batı tarihinin dönüm noktalarından biridir, ilk defa “milli/ulus devletler” bu anlaşma ile meşruiyet kazanmış oldular. Bu anlaşmanın üç önemli maddesi var: 

a) Vestfalya ile sınırları belirlenmiş her toprak parçası üzerindeki milli devletler tanınmış oldu. Bu madde ile milli/ulus devlet artık tarih sahnesine çıkmış oluyordu. 

b) Farklı mezhepler -karşılıklı olarak-  tanınacak, fakat “Kimin toprağı onun dini” prensibinden hareketle, yıllarca birbiriyle savaşan mezhepler birbirinin varlığını kabul edecekti. Kantonlarda geçerli din, prensin tercih ettiği dine/mezhebe göre belirlenir. Antlaşmaya göre bir prens Katolik ise o bölgede Protestanlık geçerli olmayacak; protestanlar, Protestan prensin yaşadığı bölgeye gideceklerdir. Anlaşma birden fazla dinin ve birden fazla mezhebin aynı toprak üzerinde yaşamasına imkân tanımıyordu. 1648 yılına kadar Vatikan Kilisesi Martin Luther isminde bir adamın dünyaya geldiğini kabul etmiyordu. 

c) Milli devletler Avrupa’nın dışında birbirlerine centilmence davranacaklardı. Bunun manası şuydu: eğer Hollandalılar bir yerde hâkimlerse -mesela Endonezya’da-, İngilizler oraya göz dikmeyeceklerdi. İngilizler Güney Afrika’da hükümran iseler Fransızlar ve Hollandalılar oraya girmeyeceklerdi. 

Böylece 1648 yılı itibariyle milliyetçilik tarih sahnesine çıkmış oldu. Bunun önemli sebeplerinden biri imparatorlukların dağılması ile feodalitenin ortaya çıkması, feodal beylerin kendi hâkimiyetlerini pekiştirmek üzere bir takım girişimlerde bulunmaya çalışmalarıydı. Prensleri veya küçük beyleri rahatsız eden güç Kiliseydi. O güne kadar Avrupalılar kendilerini Hıristiyan olarak, yani dinleri üzerinden tanıtıyorlardı. Germen bir insana “Sen kimsin?” diye sorulduğunda “Katolik’im” derdi. Bekir Çavuş da “Biz İslamız” demişti.

Prenslerin veya kralların hakimiyetleri altına aldıkları topraklara sınır çizmelerinden sonra Avrupalılar kendilerini Germen veya Frank olarak ifade etmeye başladılar. Bunu sağlayan şey, toprağın sekülerleştirilmesi dediğimiz olaydır. Tarihte “vatan” fikri “toprağın sekülerleştirilmesi” sonucunda ortaya çıkmış oldu. Vatan toprağı sekülerleştirilince, milli devlete sağlam zemin hazırlandı. Prens, bu sayede sınır işaretleyerek burası “laik ve seküler bir yerdir” diyerek toprağı kendi hâkimiyeti altına alıp millileştirebildi. Bunun manası şu ki, artık “toprak Papa’nın ya da Kilisenin hâkimiyeti altında değildir.”  “Vatan haline getirilen” veya “vatanlaştırılan” toprak üzerinde Papa ve Kilisenin değil, Kralın hakimiyeti söz konusu olacaktı.

Belirtmek gerekir ki öncesinde ne doğuda ne batıda böyle bir şey yoktu. Vatan fikri ile toprağın hâkimiyeti dinin kontrolünden çıkınca, bu olayda rol oynayan ana faktör “milli/ulusal olan” ile “dini olan”ın çatışmasıdır. Batı dışı toplumlar, Avrupa’ya özgü bu ikilemi benimseyince, toprak üzerinde “dini olan” ile “seküler/milli olan” arasında çatışma da başlamış oldu. Sınırları belli bir toprak parçası üzerinde ilan edilen milli hakimiyet, ne din tanır ne vatanın ahalisi olması hasebiyle vatandaşı dışında kalan Müslümanın haklarını hak bilir. Müslümanların yaşadığı topraklarda ölüm korkusuyla hicret etmiş Müslümanı “mülteci, yabancı” olarak kodlayan algının menşei bu vatan fikridir. Akif’in şiirleri dahil, bayrak, şehitlerin kanı, kutsal toprak, milli marş vb. süblimasyonlarla milli olan öylesine kutsal bir hüviyete büründürülür ki, dinin ilahi sahih mesajı yerini profan sahte kutsallıklara terk eder, devlet de bu sahte kutsallığı her gün insanlara zerkeder durur.

Vatan Arapça bir kelimedir, kökeni itibariyle kuşun uçuş sahası içerisindeki alana işaret eder. Yani kuşun aşina olduğu yer vatandır (tavattun). (2) Zamanla vatan fikri kültürel hayata da egemen olmaya başladı. Bu fikri motive eden iki etken bayrak ve marştır. Bayrak ve milli marş vatan fikrinin duygusal boyut ve kök salmasını sağlar. Bütün milli devletlerin bir bayrağı ve marşı vardır. Ve bütün milli devletlerin kurucu şablonları aynıdır, marşlarında içkin ortak tema, toprak üzerinde egemenliği mutlaklaştırılan milleti yüceltir.

Milliyetçiliği ortaya çıkaran diğer bir unsur da ekonomi, eğitim ve hukukun merkezileşmesidir. Türkiye’de bakanlıklardan sadece iki tanesinin başında “milli” kelimesi var: Milli Savunma Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı. Biri ülkeyi dış, diğeri iç düşmana karşı savunmak ve tahkim etmekle yükümlüdürler.

Bizim gibi ülkelerde hukukun üç fonksiyonu vardır: İlki devletin gücünü, bekasını ve icraatlarını teminat altına almak, ikincisi birden fazla kimliğe sahip halkı millileştirmek, diğeri de vuku bulan ihtilafları çözmek. Kolluk kuvvetlerinin birinci görevi hukukun bu üç işlevini işler halde tutmaktır.

Hükümranlık-egemenlik peşinde koşan biri veya birileri (zümre, sınıf, hanedan) kendi sınırlarını tayin ederken bir ordu da ihdas eder. Feodalitenin sonuna doğru krallar, diğerleriyle rekabet ve yeni yükselmekte olan sınıfı korumak amacıyla ordulara ihtiyaç hissettiler. Çünkü ancak bir ordu yeni sınıfın çıkarlarını ve rekabet gücünü koruyabilirdi. 

Cemaatlerin dağılması ve birey fikrinin ortaya çıkması milliyetçiliği besleyen önemli bir faktördü. Bireyle beraber “vatandaş” ya da “yurttaş” kavramları da sahneye giriş yapmış oldu. Birey toplumun bir üyesi fakat siyasi olarak belli bir devletin bağlısıdır aynı zamanda. Birey tek başına bir şey ifade etmez onun aynı zamanda ara korunak veya bağ olan gruplardan önce devlete bağlı bir yurttaş olması icap eder. Yurttaş bireyin siyasi formasyonudur. Liberal felsefenin yaldızlı retoriklerine rağmen, bireyin son tahlildeki sadakati ulus/milli devletedir. Vatandaşlığa alınacak bir yabancıya, vatandaşı olacağı devlete sadakat göstereceğine dair yeminle taahhüt alınır, vatandaş olarak doğanların devlete sadakati zaten müsellemdir.

Zaman içinde Yakup Kadri’nin içinde yer aldığı “Kadro” Bekir Çavuş’u “İslam olmak”tan çıkarıp Türkçüleştirecekti. Mümtaz’er Türköne’nin dediği gibi “Kadro” (dergisi), işe önce “Türkleri Türkçüleştirmekle” başladı. 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde gelinen menzil, 150 yıldır “İslam’da ırkçılık-kavmiyetçilik yoktur” diyen İslamcı, muhafazakar, dindarların da milliyetçileşmesi, Türkçüleşmesi oldu.

Peki, bu hedeflenen son menzil mi, yoksa kopan fırtınada kervana rehberlik edenlerin (Delilü’l kafile) yolu şaşırması mı?

Notlar:

1) Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, 2010, s. 108). 

2) Rahmetli annem İstanbul’a geldiğinde, “Burada ölecek olursam beni buraya gömmeyin, vatanıma gömün” derdi. “Vatanın neresidir?” diye sorduğumda da “Savurkapı mahallesi” derdi. Mardin bile değil, doğup büyüdüğü ve yaşadığı mahalle onun vatanıydı, çünkü hayatta oraya tavattun etmişti. 1982’de Suriye’de Hafız Esed katliam yaptığında, Lübnan’a İsrail saldırdığında annem “Nasıl oldu da bu zalimleri başa getirdik!” der, Suriye’yi, Lübnan’ı diğer birçok yer gibi bizim görürdü. Mardin Arapçasında Türkiye ve Suriye’yi ayıran “sınır/hudut” değil “hat”tır. Türkiye fevka’l hat, Suriye tahte’l hattır ki, bu iki coğrafyayı ayıran kağıt üzerinde bir çizgidir sadece. Hattın çizilmesinden sonra iki Adıyamanlı, erzak ve techizatlarıyla Hacca gitmek üzere yola çıkarlar, sınıra geldiklerinde askerlerin “Pasaportunuz nerede?” diye sorduklarında “Pasaport çiye?” diye hayretle cevap verirler. Onların algılarına göre pasaportları Kelime-i Şehadet idi, Hac ibadetini yerine getirmek üzere Daru’l İslam’da sefere çıkmışlardı.

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir