Ali Bulaç: Fitne Üzerine

30.09.2024

Ali Bulaç, akilsiyaset.com’da “Fitne Üzerine” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

Türkçe, Farsça, Kürtçe, Peştuca vd. Müslüman kavimlerin dillerinde şu veya bu oranda Arapça kelime bulunması değerlidir. Bu, dile zenginlik kattığı gibi Müslüman kavimler arasında duygu ve düşünce birliğini sağlar. Türkiye ve başka yerlerde dilden Arapça kelimeleri tasfiye etmeye kalkışanların amacı, yerküresi üzerinde yaşayan Müslümanlar arasındaki duygu ve düşünce birliğini ortadan kaldırmak, ümmet bilincini dumura uğratmaktır.

Müslüman kavimlerin konuştuğu diller içinde Arapça’dan daha zengin dil yoktur; son ilahi vahyin Arap yarımadasında ve Arapların konuştuğu dille indirilmiş olması ilahi bir seçim ve hikmete dayalıdır.

Böyle olmakla beraber Arapça veya İslami terimlerin başka dillerde yer alması her zaman avantaj değildir, bazen kelime üzerinde bina edilen ıstılah/kavramın hakiki ve asli maksadına tamamen zıt bir anlama bürünebilir. 

Mesela hadis ilminde “tevatür”, Hz. Peygamber (s.a.)’den gelen haberdir, sahih hadisten daha kuvvetli ve kesin bilgi ifade eder. Gerçek anlamıyla tevatürle gelen üzerinde yalan söylemeleri mümkün olmayan bir topluluğun getirdiği bilgi ve habere denir. Lakin Türkçe’de “tevatür” uydurma, aslı esası olmayan söylenti demektir.

Bazan Arapça konuşan yörelerde de, bir ıstılah, tamamen hakiki anlamı dışında kullanılabilmektedir. Mesela Fas’ta turist rehberine “mürşid” denir. Halbuki r-ş-d’e den irşad ilahi tebliğ ve yönlendirme, tasavvuf ıstılahında müridi eğiten ve yönlendiren şeyh demektir. Bir turizm kelimesine dönüşen “mürşid”in sıradan Faslı’nın zihninde artık Kur’ani veya tasavvufi anlamı yoktur.

Bu açıdan eğer temel İslami kaynaklara ve tarihte tedvin edilip gelişen disiplinlere dayalı yepyeni bir ilmi, entelektüel, fikri, felsefi hamle yapacaksak, bu türden semantiğiyle –genetiğiyle- oynanmış kelime ve ıstılahları yeniden asıllarına irca etme yönünde bir gündemimiz ve çabamız olmalı.

Geçen yazıda “biat” kelimesinin dilimizde nasıl yanlış kullanıldığını gözden geçirip hakiki ve asli anlamının ne olduğuna bakmıştık. Bu yazıda Müslüman dünyanın sosyo politik krizlerinden biri olan “yöneten ile yönetilen arasındaki çatışma”yla ilgili “fitne” kelimesi üzerinde duracağız.

Türkçe’de bağlamı ve maksadı göz önüne alınmadan en çok yanlış kullanılan kelimelerinden biri de aşağıdaki ayette geçen “fitne” kelimesidir. Ayete bakalım:

(Yeryüzünde) Fitne kalmayıncaya ve din Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur.” (2/Bakara, 193.) 

Savaşın birinci sebebi meşru savunma hakkının kullanılması, saldırganın püskürtülmesi ise, bu ayette işaret edildiği üzere savaşın meşru diğer sebebi “fitnenin ortadan kalkması”dır. Ayetin nüzul sebebine bakıldığında, şöyle bir vasatla karşılaşıyoruz: Mekkeli müşrikler Müslümanları hem yurtlarından sürdüler hem dinlerinden vazgeçirmeye çalıştılar. Bu açıdan yaptıkları şey bir “fitne” idi ki, bu öldürmeden beterdi. Onların fitnesinin bir diğer şekli, birtakım putları Allah’a ortak koşmak ve herkesi bunlara tapınmaya zorlamaktı. 8/Enfal, 39-40; 9/Tevbe, 49. ayetlerde belirtildiği gibi, savaş emriyle bu fitneye karşı mücadele emredildi.

Kelimenin aslı “fetn“dir. Bu asıldan türeme “fitne” altının yabancı madenlerden ayrışması için ateş potasında eritilmesine denir. Buna göre  “fitne” iyiliği kötülükten ayıran her zorlu işleme isim olarak verilebilir. (Bkz. Zebidi, Tecrid-i Sarih, II, 468.) Kur’an-ı Kerim’de türevleri 26, kendisi 34 yerde geçen “fitne” kelimesinin bela ve sınav; iç kargaşa; dünyevi haksız kazanca, sufli çıkarlara, bedensel zevklere karşı direnç; zorluklar, sıkıntılar içinde arınıp saflaşma; şiddet ve baskı; sapkınlık gibi anlamları vardır. Sıfat olarak kullanıldığında arabozucu, savaş kışkırtıcısı, karıştırıcı gibi anlamlara sahiptir. Kullanıldığı yere göre sınav, tecrübe, ateşe düşmek, baskı, şiddet, küfür gibi anlamları bulunmaktadır.

Konumuz bakımından fitne en büyük baskı ve şiddet türüdür. Ancak bu ayette, Müslümanlar üzerinde süren baskı, zulüm; dinlerini yaşamalarından vazgeçirilmeleri; yurtlarından çıkmak-hicret etmek zorunda bırakılmaları; çoluk çocuklarının güvenliklerinin tehdit altında girmesi; işkence veya eziyete maruz kalmaları; korkutulmaları; topraklarının işgale uğraması gibi anlamlarda kullanılmıştır ki, bu durumda fitnenin ortadan kalkması demek, tam güvenliğin sağlanması, tebliğ ve ifade özgürlüğünün tesis edilmesi demektir. Müslümanlar ve başkaları tam özgür olmadıkları her yerde fitne içinde yaşamaktadırlar. Çünkü bir Müslüman’ın şu veya bu şartlar altında dinden döndürülmesi veya aslında dinine aykırı bir hayat yaşamaya zorlanması “öldürmeden/ölümden beter” bir durumdur.

Anahtar terim olarak kelime. 51/Zariyat, 12-14. ayetlerde daha geniş bir anlam çerçevesinde ele alınmıştır: “Hesap ve ceza (din) günü ne zaman?” diye sorarlar. O gün onlar, ateşin üstünde tutulup-eritilecekler: Tadın fitnenizi. Bu, sizin pek acele isteyip durduğunuz şeydir.” 

Zariyat, 13. ayette fitne insanın ateşe atılması manasında kullanılmıştır: “Fitnenizi tadınız”. Burada fitne “azab”ı ifade eder. Bazen azabın kendisinden hâsıl olduğu şey için de kullanılır: “Onlar fitnenin ta içine düşmüşlerdir (9/Tevbe, 49)”. Bela ve imtihan manasında fitne kelimesi kullanıldığında insanı içine itildiği zorluk veya uğradığı kolaylık anlaşılmalıdır. Ama şiddet ve baskı manasında kullanıldığında daha açık bir ifade görülür: “Biz sizi şer ve hayırla bir fitne olmak üzere deniyoruz.” (21/Enbiya, 35.) Buradaki fitne imtihan/sınav karşılığıdır.  

Gelen fitne Allah’tan ise bir hikmete mebnidir. Allah’ın emri olmaksızın doğrudan kuldan geliyorsa bunda hikmet aranmaz. Bu itibarla yüce Allah birçok yerde insanları fitneleri dolayısıyla kınamaktadır. Fitne olan bir davranış birden fazla yolla ortaya çıkabilir. Mesela “küfür ve sapıklık” hali bunlardan biridir. Yine rüsvaylık mahiyeti itibariyle fitne ile bağlantılıdır. Bela ve azap ki bir fitne hali olarak dünya ve kabir fitnelerinin karşılığında kullanılır. Daimi savaş hali olan kıtal da bir fitnedir. İnsanın iyiliği bırakıp kötülüğe meyletmesi veya halkın bir şeyi beğenip ona yönelmesi, günahı sevip işlemesi fitne halidir. Estetize edilmiş her suç ve günah fitnedir, çoğu mücrim bunun farkında olmaz. 

Hadis kitaplarında fitne ile ilgili özel bölümler (Kitabü’l –fiten veya Babu’l-fiten) yer almaktadır. Yanlış tarzda, anlam ve amaçtan yoksun yaşandığında hayatın kendisi fitnedir. Bu durumda insan hayata aşırı bir şekilde tutkun olur, dünyayı elden bırakmak istemez, şehvetlerinde aşırılığa gider, cehaletin ardından gider. Adalete hizmet etmeyen kuvvet, iffetten uzak şehvet ve hikmetten yoksun bilgi fitnenin kapılarını açar. İnsan ehli –aile ve yakınların bencilliği- dolayısıyla fitneye duçar olduğu zaman onlar yüzünden helal olmayan şeylere yönelir, harama tevessül eder. 

Mal ve servet fitnesi ise yine Allah’ın haram kıldığı yollar ve araçlarla (riba, karaborsa, hırsızlık, gasp, sömürü, yağma vs.) kazanç peşinde koşan, kazandığı serveti helal olmayan yollarda ve şekillerde harcar. Çocuklarından dolayı fitneye müptela olan kişi hayrın peşinde koşmaz, evlad u iyalin derdine düşüp ahireti unutur (64/Teğabun, 14-15. Buhari, İman, 4). İnsanın komşusunu haset etmesi de fitnedendir. Bir hadiste “Fitne uykudadır, onu uyandırmayınız” buyrulmuştur. Hadisin işaret ettiği fitne, Müslümanlar arasında karışıklık, ihtilaf ayrılık, bozgunculuk, kutuplaştırma ve çatışmaya sebebiyet verecek düşünceler, söylem ve retorikler, tutum ve davranışlardır; bunlar potansiyel olarak her zaman mevcutturlar, potansiyel olanı aktif hale getirmekten kaçınmak gerekir.

İslam’ın Müslümanlar için farz kıldığı cihadın bir gayesi “yeryüzünde fitnenin kaldırılması”dır: “Din yalnız Allah’ın oluncaya ve fitne yeryüzünden kalkıncaya kadar savaşınız” (2/Bakara, 193). 

Ayette din ile fitne iki zıt kutupta zikredilmiştir. Ayette geçen dinden, Allah’ın yeryüzünde hâkim kılınmasını istediği hükümler olduğu açıktır. İnsanlar Allah’ın emir ve nehiylerine göre hareket etmeyecek olurlarsa yeryüzünü fitne kaplayacaktır. Fitneden kurtuluşun yolu ilahi hükümlere göre politikalar izlemektir. Ayette bize, Allah’ın dinine karşı gelen ve fitneden yana tavır koyanlarla açıkça savaşmamız, onlara karşı cephe almamız emredilmektedir. Bu cihadın sebeplerinden biridir. 

Tabiatıyla yeryüzünde fitneyi ayakta tutmak isteyen zorba güçler vardır, hep olacaktır. Bu güçler insanların Allah’a değil de kendilerine itaat edilmesini istiyorlar. Müslümanlar ise zalim ve zorba güçlere karşı adaleti ve gerçek özgürlüğü temsil etmekle yükümlüdürler. Allah’a başkaldıran güçler insanları kendilerine bağımlı hale getirirlerken baskı ve zorbalıklarını felsefi bir dile, sosyo-politik bir forma sokarlar ki bu fitnenin epistemolojik ve politik muhtevasına işaret eder. Bu çerçevede sistem ve onu geriden besleyen felsefi görüşler de fitne olabilmektedirler ki, bunları çürütmek, temelsizliklerini ortaya koymak fitneye karşı yürütülecek mücadelelerden biridir. Ta ki insanlar kendi vicdanlarını ve akıllarını harekete geçirip hak ve hakikate, ahlak ve hakkaniyete, adil ve şerefli bir hayata gönül rızasıyla teslim olsunlar. İslamiyet’i kalplere korku salarak, güç kullanarak hâkim kılmak fitneye karşı savaşmak değildir. Kalplere korku salınabilir ama arzuya şayan olan kalplerin fethedilmesi, gönüllerin kazanılmasıdır.

Hesap Günü’ne inanmayanlar için kullanılan “yüftenun” fiilini ateşte veya ateşin üstünde tutulup eritilmek” şeklinde anlayacak olursak, belki de bu suçlu-günahkârlar dünyada başaramadıkları arınmayı, saflaşmayı, ilahi özle buluşmayı ateş üzerinde tutularak sağlayacaklar, tek tek kirlerinden ancak bu şekilde temizleneceklerdir. Cehennemi tedavi edilen bir tür hastane, kirlerden arınma yeri olarak düşünecek olursak mü’min olup da kiri ve günahı oranında arınanların cennete gidebileceklerini tabii ki düşünebiliriz. Tedavisini tamamlayan her hasta taburcu edilir, ölüler hariç. Müşrikler şirk ile dünyada ruhlarını inkâr, isyan ve günah kiriyle zehirlediklerinden artık onların altın gibi saflaşma şansları kalmamıştır. 

Din’in Allah’a ait olması”, Müslümanlar açısından hiçbir korku ve tehdit olmadan dinlerini özgürce yaşamaları, kimseden çekinmeden Allah’ın hükümlerini hayata geçirmeleri; gayrımüslimler açısından da eğer bir din seçiminde bulunacaklarsa tam özgür bir ortamda Allah’ın dinini seçebilecek şartları haiz olmaları demektir. Bir bakıma din ve vicdan özgürlüğünün, din seçme hürriyetinin güvence altına alındığı bir ortamın tesis edilmesidir. 

Düşmanlarının, Müslümanların din ve vicdan özgürlüklerini tanımaları, yaşama biçimlerine saygı göstermeleri, yani fitne olarak adlandırılan tutumlarından vazgeçmesi savaşın bitmesine sebep teşkil eder. 

“Savaş için savaş” veya “ganimet ve sömürü için savaş” meşru olmadığına göre, Müslümanlar güvenli bir ortama sahip olduklarında, yani artık onlar için baskı, şiddet, yoksunluk (fitne) söz konusu olmadığında savaşa son verirler, ganimet için savaş savaşılmaz. 

Biri gelip, yukarıdaki ayeti okuyarak Abdullah ibn-i Ömer’e niçin cihada çıkmadığını sorar. O da şu cevabı verir: “Biz Allah’ın Resulü döneminde savaştık, Müslümanlar azdı. Bir kimse dini konusunda deneniyor, ölüyor veya işkenceye maruz kalıyordu. İslam güçlendi ve sonunda fitne ortadan kalktı” (Buhari, Tefsirü’l-Bakara, 29). 

Ancak yine de bu, Müslümanların işlerinin tümüyle bittiği, rehavete düşecekleri anlamına gelmez. Bu durumda da “zalimler”e karşı tutum almaya, onları hak ve hukuk ihlallerinden vazgeçirmeye, adaleti tesis etmeye devam edeceklerdir. Zulmün farklı türleri vardır; siyasi, iktisadi, sosyal haksızlıklar, eşitsiz gelir bölüşümü, aşırı yoksulluk, kaynakların adaletsiz paylaşımı birer zulümdür. Düşmanlık zalimlere ve zulme karşı (2/193) süreklidir ve adalet tam olarak tesis edilinceye kadar bu tutum devam eder.

Kur’an ve Sünnet’in anahtar terimlerinden biri olan fitne ile ilgili anlattıklarımız bizi şu üç sonuca götürmektedir: 

1. Müslüman olmayanların zor ve baskı kullanılarak Müslümanlaştırılması meşru değildir, güvenilir müfessirler ve bilginler, yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerden bu yönde bir hüküm çıkarmamışlardır. Ayeti öne sürerek yeryüzünün tümü Müslüman oluncaya kadar savaşı savunanlar, ayetin maksadına aykırı bir hüküm çıkarmaktadırlar. Tarihte de kimse zorla Müslümanlaştırılmadı, zorla ve amir hüküm olarak Müslümanlaştırma savaşın ve hakimiyetin sebebi olsaydı, 15 asırdır İslam dünyasında gayrımüslim kalmazdı 

2. Konumuzla ilgisi bakımından ideal olanı yoksa “zalim de olsa emir sahiplerine uyun, aksi halde fitne (kargaşa, isyan ve anarşi) doğar” yollu bazı İslam alimlerinin görüşleri güvenliği ve reel palitiği adaletin ve ideal politiğin önüne geçirdiklerinden tartışmalıdır. Bu yönde Maverdi (öl. 450/1058), Gazali (öl. 505/1111), İbn Teymiye (öl. 661/1263) gibi alimler görüş beyan etmiş olsalar da, kurucu imamların fetva ve içtihatları daha isabetlidir. Bu konuda siyasi görüşleri, iktidarla olan ilişkileri ve tutumu dolayısıyla referans alınabilecek imam Ebu Hanife’dir; diğer imamlar da buna benzer veya yakın görüş ve tutumlara sahip olmuşlardır.

3. Müslümanların zorba, çıkarcı, bencil, hukuk tanımayan, gününü gün eden, Beytü’l malı şahsı, ailesi, yakınları ve taraftarları için kullanan yöneticilere itaat etmeleri İslami tutum değildir. Namaz kılıyor diye zalim/cair ve fasık liderlere itaat edilemez, Maverdi, Gazali ve İbn Teymiye gibi zatların “fitne” korkusuyla zalim /cair yöneticilere cevaz çıkarmaları hem Kur’an’ın açık ayetlerine (40/Mü’min, 18, 31), hem Hz. Peygamber’in sünnetine aykırıdır (Müslim, Birr, 56). Zalim yöneticilere itaati emreden hadisler uydurmadır.

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir