03.06.2024
Ali Bulaç, akilsiyaset.com’da “Hayvanseverliğin Modern Arazları” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Belli bir bakış açısından Müslümanların resim sanatına pek de itibar etmemelerinin sebebi, ressamın kendince tabiata perspektif verme çabasına karşılık, zaten ilahi vahyin Müslümana perspektif kazandırmasıdır. Müslüman, zihnini ilahi vahyin perspektifinden varlığa bakmak üzere eğitir, öyle bir meleke/yeti kazanır ki, bunu başarması halinde artık her şeye ilahi isim ve sıfatlar perspektifinden bakar.
Hayvanlara bakış da söz konusu perspektiften ayrı düşünülemez.
Yeryüzü gezegeninde hayatı mümkün kılan unsurlardan biri hayvanlardır. Hava, su ve bitkilerle birlikte hayvanlar tabiattaki canlı hayatın bir parçası ve devam ettiricisidirler. Allah, güneşi ve ayı, geceyi ve gündüzü, kucağında yaşadığımız tabiatı, tabiattaki bitkileri ve hayvanları başka hikmetler yanında insanın yararına yaratmıştır. Kur’an-ı Kerim, bunu “teshir” kelimesiyle ifade etmektedir. (Bkz. 14/İbrahim, 33; 45-Casiye, 13. 16/Nahl, 5, 66)
Açıkça gözlemlenebileceği üzere hayvanların bir bölümü yaratılışları itibariyle evcil, bir bölümü yabanidir. Yabani olanları ya zararlarından korunmak veya onlardan yararlanmak üzere evcilleştiririz. (Evcilleştirme için bkz. Jared Diamond, Tüfek, mikrop ve çelik, Çev. Ülker İnce, Pegasus y. İstanbul-2018.) Böylece biz insanlar hayvanların etinden, sütünden, yumurtasından, derisinden, boynuzundan, tüyünden-yününden, gücünden yararlanarak dünyadaki varlığımızı devam ettiririz.
Evcilleştirme veya daha yerinde deyimiyle ehlileştirme bilgi, maharet ve hikmet gerektirir. “Siyaset” kelimesinin “seyis”ten geliyor olması tesadüfi değildir. Seyis, yabani bir atı kırbaçla, işkence ile ehlileştirmez, çünkü bu yöntem atı daha vahşileştirir ve itaat eder gibi görünse de, gerçekte ona bu zorba yöntemi kullanana sevgi duymaz, kritik bir zamanda ona yardım etmez. “Uysal atın çiftesi pektir” sözü bunu ifade eder. Seyisin malzemesi bilgi, maharet, estetik ve sabırdır.
Böyle olmakla beraber insan hayvan ilişkisi modern toplumda gözlendiğinin aksine fıtri sapma demek olan insan-hayvan özdeşliğine dayanmaz. İnsan insandır, hayvan da hayvandır. Hayvana dair aşırı duygusallığın bir sebebi nahif ruh hali –ki bu pek sıkça rastlanan bir zafiyet değildir- diğer ve hayli yaygın sebebi piyasa kapitalizminin diğer canlılar yanında hayvanın da ontolojik yapısını metaa dönüştürmesidir. Tabii sınırların ötesine geçen hayvan sevgisi öyle bir noktaya geldi ki, sokakta çocuklara saldıran köpeklere karşı tedbir almayı neredeyse suç kapsamına sokmak isteyen güçlü bir lobi var.
Demek istediğim, normal çerçevede insan hayvan belli bir mesafeye dayanır. İç içe geçmiş bir ilişkinin her iki türe bazı zararlar getirdiğini deneysel olarak anlıyoruz. İnsanın tarih içinde gelişen kültüründe hayvan bakımı, barınması ve ondan yararlanma biçimi önemli bir yer tutar. İnsanlar hayvanlardan ya açıkta veya ahırda, kümeste, ağılda yararlanırlar. Geleneksel toplumlarda hayvan bahçede, avluda veya korunaklı sokakta beslenir; hayvanın apartman dairesinde dört duvar arasına hapsedilmesine modern toplumda rastlıyoruz.
Kuşkusuz son tahlilde, hayvanın fıtratı –üzerinde yaratıldığı temel yasa- tabiatın kucağında yaşamaya dayanır. Tabiat hayvanın ana vatanıdır. Hayvan varoluşunu kendi asli vatanında gerçekleştirir. Hayvanı tabii ortamından ayırmak yaratılışına aykırıdır. Bülbül altın kafese konsa kendini hapiste hisseder. Villalarda tutulan hayvanlar için de durum aynıdır.
Modern hayvan sevgisi kedi veya köpeğe, hayvanın dayanma gücünü aşan bir eziyettir; hayvan müebbet cezaya çarptırılmış olarak dört duvar arasına hapsedilir, ana vatanı tabiatın kucağından mahrum bırakılır ve tabiatta canlı hayatın sürmesinin şartı olan üremesine engel olunur.
Hayvanı tabiatın kucağından ayırmak onun melekelerini, yetenek ve reflekslerini zayıflatmaya, fonksiyonlarını azaltmaya, belki zamanla köreltmeye yol açar. Dilediğince serazat dolaşmaya kodlanmış bir hayvanı 100 metrekarelik eve hapsetmek ona verilecek en büyük cezadır. Seveyim derken başka canlıya eziyet vermek insana has bir garipliktir.
Kapalı mekanda insan-hayvan arasında kurulan daimi ilişki sonucunda hem insanın hem hayvanın bazı güdüsel davranışlarında birtakım değişiklikler ortaya çıkar. İnsan evde beslediği hayvanların bazı hasletlerinden etkilendiği gibi, hayvan da onun bazı hasletlerinden etkilenir. Bu her ikisinin fıtratlarının değişmesine yol açar. Mesela normalde köpek insanı korur, ama bu köpek bahçede beslendiği sürece öyledir, yıllarca evde beslenen köpek, hastalanıp da veterinere götürüldüğünde, veterinerden korktuğu için sahibinin arkasına gizlenir, sahibinin onu korumasını bekler. Burada insan köpek ilişkisi tersine dönmüştür.
Modern dünyada her geçen gün biraz daha evlerde hayvan beslenmeye başlanması salt hayvan sevgisine bağlanamaz. 1990’larda Hollanda’nın nüfusu 15 milyondu, evde 23 milyon hayvan besleniyordu, şimdi bu rakamlar değişmiştir. Hayvan merkezli muazzam bir sektör kurulmuştur. “Piyasa” hayvanı da sömürü ve suistimal dolaşımının içine katmış bulunmaktadır. Hayvan gıdası, aksesuarları, psikologları, dişçisi, fizyolojik hastalıklarını tedavi eden veterinerleri ve hatta hayvan eğitim kuruluşları. Mesela bir apartman dairesinde yaşamaya mahkum edilen köpek, havlamasın diye “dört aylık köpek okulları”nda eğitime tabi tutulmaktadır. Vatandaşlarını sivil veya resmi okullarda mecburi eğitime tâbi tutan devlet, nasıl insanı belli bir işleme tabi tutup eğip-büküyorsa yani eğitiyorsa, aynı kurumlar köpekleri de eğitime tabi tutmaktadırlar. Dört aylık eğitimden sonra artık köpek havlamayı unutmaktadır.Tarihte hayvanların ehlileştirilmesini okulların insanları ve hayvanları tabi tuttuğu eğitiminden ayrı düşünmek lazım.
Sadece piyasa değil, kalabalıklar içinde yalnız yaşayan birey de hayvana sarar, çocuk sahibi olmakla yaşayacağı, tadacağı sevgiyi hayvan sevgisiyle ikame etmek ister. Bu düzeyde insanı hayvana iten yegane faktör, ikisinin ortak paydası “nefes”tir ama insan insandır, hayvan hayvandır. Ortak ontolojik haslatleri nefes insanda, hayvanda başka forma bürünmüştür.
Yalnızlıkla daha da kendini aşikâr eden koruma-şefkat duygusunun tatmini; maliyeti olmayan bir canlıya hükmetme, dilediği zaman azarlama, keyfi bir şeyi empoze etme hissi hayvanı çocuğa tercih ettirir. Diğer insanlarla iletişim bağı kopanlar, bir canlı ile iletişim ihtiyacını hayvan üzerinden kurmak isteyebilirler. Ancak bu insanlarla muhtemel iletişimi zayıflatır, iletişimin kendisini güdüsel düzeye indirir.
Onbinlerce yoksul, kimsesiz veya mülteci çocuğu dururken, hayvanseverler çocukları evlat edinmezler, hayvanlara oluk oluk para harcarlar. “Bunca yoksul, yetim ve muhtaç dururken bu kadar para hayvana harcanır mı?” diye sorduğunuzda alacağınız cevap şudur: “Ama o da candır.” Ya da “bıraksam dışarıda yaşayamaz, ölür.” Hayvanın evlerde konfor içinde yaşaması, insanın sokaklarda sürünmesine yeğdir.
Modern özentiyle hayvan besleyenlerin de sayısı az değil. Kitle iletişim araçları, sektörün devasa şirketleri, reklam veya hayvansever lobiler bu özentiyi sürekli tahrik etmektedirler.
Sorun bununla bitmez. Gelişen yeni işlem biçimleri, ev hayvanının fıtratını değişikliğe uğrattığı gibi fizyonomisini de değiştirir. İlk bakışta ev hayvanı ile sokak hayvanını ayırt etmek mümkündür. Öyle ev hayvanları türer ki, bunlar bildiğimiz “hayvan türleri”nden çıkmış, ucube mahlukata dönüşmüşlerdir.
Hayvan beslerken aşırı naiflik göstermenin vicdanı rahatlatan bir yanı da yok değildir. Vicdan eğer kararmamışsa insanı infiale sevk eder. İsrail on binlerce masum insanı, çocukları ve kadınları katleder, sığındıkları çadırları dahi cehenneme çevirirken, bu vahşi soykırıma gerektiği kadar ses çıkarmayanlar, hayvanlar için verdikleri mücadele ile canlılara karşı görevlerini yerine getirdiklerini düşünüyor olabilirler.
Kısaca insan, hayvanı eve hapsettiğinin farkında değil, ona iyilik yapayım derken, hakikatte ona ve kendine zulmediyor; hayvanı biçimlendiriyor, özgürlüğünden yoksun bırakıyor. Bunun sonucunda insan ve hayvan karşılıklı olarak birbirlerinin fıtratlarını değiştiriyorlar. Bana göre, insanın seyirlik zevki için “hayvanat bahçeleri” de aynı zulmün ürünü açık hapishaneleridir. Hiç kimsenin bir hayvanı doğal ortamından koparıp seyirlik malzeme olarak kullanmaya hakkı yoktur.
Hayvanların üzerimizdeki hakları, onları “ilahi nimet” görmek; tabiatın kucağında yaşamalarını sağlamak, zalimane muamelelerden korumak ve onlardan hüsn-ü muameleyle yararlanırken Allah’a şükretmektir. Atlara pek düşkün olan Hz. Süleyman’ın duası bu şükürdür (38/Sad, 31-33. 16/Nahl, 5-8). Gayrimeşru amaçta kullanılan her hayvan, hakkını zalimden alacaktır. Ve eğer Allah’ın Resulü (s.a.)’nün haber verdiği üzere “boynuzsuz koyun boynuzlu koyundan hakkını alacaksa” belki de en başta atlar, meşru olmayan savaşlarda kullanıldıkları için krallardan, sultanlardan, padişahlardan, savaş çıkaran siyasi liderlerden ve komutanlardan haklarını alacaklardır.
Kur’an-ı Kerim ve Allah’ın Resulü (s.a.) hayvanlarla ilişkimizin hüsn-ü muamele esasına dayanması gerektiğini bildirmektedirler. Modern hayvan telakkisi ve pratiği su-i muameleye dayanmaktadır ki, buna yol açan faktörler şunlardır:
a) Bireye dönüşmüş insanın varlıkta ve toplumsal hayatta maruz kaldığı yalnızlık.
b) Piyasa kapitalizminin hayvan merkezli muazzam bir sektör olarak insan hayvan ilişkisini daimi olarak manipüle etmesi.
c) Sekiz milyara baliğ olan gezegenin nüfusunu azaltma amaçlı hayvan beslemenin insanın en temel ihtiyaçlarından biri olan üremeyi durduracak fonksiyon olarak görülmesi.