Ali Bulaç: İktidar ve Kader

24.05.2024

Ali Bulaç, akilsiyaset.com’da “ İktidar ve Kader” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

İslam tarihinin önemli kırılmalarından, belki de en önemlilerinden biri Emeviler döneminde başlar. Siyasi kırılma hilafetten saltanata geçiş, fikri/kelami kırılma ise cebriyeciliğin yeni versiyonu demek olan “kader” inancının yönetimin meşruiyet zemini olarak kullanılmaya başlanmasıdır.

İslam’dan önce de Araplar, insan eylemlerini, özellikle mutlu (said) veya mutsuz (şakî) oluşunu tayin eden meçhul bir takım güçlere veya mahiyeti bilinmez etkilere inanırlardı. Şans, talih, felek, uğur-uğursuzluk (tair) vb. terimleri sıkça kullanırlardı. En etkili olanı ise dehr idi, ne olduğu tam olarak bilinemeyen dehr,  bir kudretin tesirini ifade eden, insanın doğumundan ölümüne kadar hayatını belirleyen etkili bir güce atıftı. Arapları bu inanca sevk eden bazı coğrafi-çevresel faktörler vardı; genelde çöl hayatı yaşıyor, konar göçebeler olarak bölgeden bölgeye dolaşıp duruyorlardı. Çöl hayatı düzensizdir, her an bir sürprizle karşılaşmak mümkün. Büyük bir kum fırtınası, vahşi bir hayvan, yol kesen eşkiya veya aç kalmış bir kabilenin gece yarısı baskını… Bunları önceden kestirmek, kestirip de tedbir almak pek mümkün olmazdı, bu durum onları meçhul bir kudretin insan hayatında belirleyici rol oynadığı fikrine götürüyordu.

Kur’an-ı Kerim, Arapların söz konusu batıl inançlarını düzeltip doğru olanı ikame etmek üzere (45/Casiye, 24 ve 76/İnsan, 1 vb.ayetlerde geçen) “kader, takdir, kadir” gibi kelimelere güçlü bir semantik müdahalede bulundu; Hz. Peygamber (s.a.), Arapların neredeyse her kötü gidişattan sorumlu tuttuğu “dehr’e sövme”yi yasakladı, gece ve gündüzün, tüm kozmik ve tabiat olaylarının sadece Allah’ın kudret eli altında olduğunu belirtti (Buhari, Edeb, 71; Tevhid, 97). Bilinmeyen güçlerin, yıldızların veya tabiat kuvvetlerinin insan hayatı ve eylemleri üzerinde tayin edici mutlak etkileri yoktu, olamazdı. 

Ama kısa zaman sonra başka sosyo politik olayların devreye girmesiyle eski batıl inançlar öne çıkmakta gecikmedi. Meçhul bir kudret insan eylemlerini belirliyorsa, burada icbar (zorlama) var demektir; iktidar bu kadim inancı ilahi muayyen bir iradeye ve ta’yine dönüştürünce,  Ma’bed el Cüheni (öl. 80/699), Hasan el Basri (öl. 110/728) ve Gaylan ed Dımaşki (öl. 125/742) gibi zatlar bunu ciddi bir eleştiriye tabi tuttular.

Emevilerin kadim Cebriyecilikten mülhem formüle etmeye çalıştığı kader inancında belirleyen ve dileyen kudret bellidir, o da ilahi irade yani Allah’tır. Cahiliye Cebriyeciliğinde ise özne belli değil, ne olduğu pek kestirilemeyen meçhul bir kudrettir. İslam, Allah merkezli bir varlık ve hayat telakkisi geliştirdiğinden artık meçhul bir kudretin anlamı kalmamıştı. Meçhul kudretin yerini tek bir Allah inancı (tevhid) alınca Hasan el Basari vd. için buna karşı çıkmak kolaydı, çünkü eğer belirleyen herşeyi kudret eli altında tutan Allah ise, O’nun neyi belirlediğini, neyi insanın seçimine, serbest iradesine terkettiğini anlamak kolaydı, bu ayırımı yapmak için derin felsefi polemiklere hacet yoktu, bu konuda Kur’an-ı Kerim yeterince yol göstericiydi.

Kur’an-ı Kerim, Allah’ın “her şeyi bir kader üzere yarattığını” (54/Kamer, 49) belirtir, lakin bu insan eylemlerinin tümünün ilahi kudret tarafından belirlendiği, insanın robot gibi iş ve işlev gördüğü anlamına mı geliyordu? Öyle ise eğer, bu durumda insan, yapıp ettiklerinin hiçbirinden sorumlu olamazdı, ödül veya ceza da (cennet ve cehennem) anlamını kaybederdi. Tabii ki insani eylemlerin karşılıklarının görülmemesi sadece ahiretle ilgili olmayıp dünya hayatında da suç ve cezanın da hukuki değeri kalmazdı. Kuklacı varken, kuklanın yapıp ettiklerinden dolayı sorumlu tutulması saçmaydı. 

Bu demekti ki, Hz. Osman’ın öldürülmesi, Cemel Vak’ası, Sıffin Savaşı ve diğer olaylar bir kader üzere vuku bulmuştu; Muaviye’nin iktidara geliş tarzı, Yezid’in Hz. Hüseyin’i ve arkadaşlarını şehid etmesi (m. 680) muayyen bir kaderin sonucuydu ve sorumlu-suçlu aramanın manası yoktu.

Kadim Arap kader (şans, talih, felek, dehr) anlayışını kelami bir söyleme dönüştüren Cehm bin Safvan (öl. 128/745), insan iradesini tümden yok sayarken, insanın fiilleri işlediğini ama işlediği fiillere sahip olmadığını iddia ediyordu; gerçek fail Allah olduğundan kulun fiillerinin nisbeti mecazi olabilirdi ancak. Bir şeyi yapıyorsak da, yapmıyorsak da mecbur olduğumuz için yapıyor veya yapamıyoruz. Bir cinayet kader üzere işlenir, katil ve maktul için iki ayrı kader takdir edilmiştir, ikisi de bundan kaçınamazlar. Yazılandan kaçış yok (Mine’l mektup ma-fi mehrub.)

Cehm bin Safvan, imanı Allah’ı bilmek, küfrü bilmemek şeklinde tanımlıyordu, ona göre cennet de cehennem de ebedi olmayıp yok olacaktır (fanidirler). Ona göre Allah’ın ilmi ve kelamı ezeli olmayıp sonradan ortaya çıkmışlardır (hadîs).

Fakat belirgin ve neredeyse yoruma kapalı İslam inançlarına aykırı bu görüşler Allah’ın adalet, rahmet, hikmet, tevvab, Zü’l intikam vb. isim ve sıfatlarını iptal eder, insanlardan sadır olan kötülükte insanın bir dahli, seçimi ve kudreti yoksa bu durumda kötülüğü yaptıran Allah olur. Bu inanç Nübüvveti, Kitab’ı anlamsız kılar; cennet ve cehennem teşvik edici veya korkutucu faktör olmaktan çıkar; yeryüzünde sürüp giden adaletsizlikler, ahlaksızlıklar, kötülükler ilahi irade ve kudrete refere edildiğinden aslında Allah’a iftira olur.

Cehm bin Safvan’ın Cebriyeciliği insanın sorumluluğunu tümüyle ortadan kaldırıyor, erdem ve ahlaki eylemlerin değerini zayıflatıyordu. Bu inanç keyfi yönetimlerin tabii ki işine yarayacaktı, Emeviler de bundan siyasi bir kazanç elde etmeyi ihmal etmediler.

Muaviye, kendi kabilesinin yönetime daha layık ve ehak olduğuna inandığından, ele geçirdiği yönetimi inançla pekiştirmek üzere bu görüşlerden yararlanmaya çalıştı. Aslında gerek kendisi gerekse yönetiminin ilk iki halifeninkinden hayli farklı, geri olduğunun farkındaydı fakat bunu rasyonalize etmek amacıyla büyük bir toplumsal değişim yaşandığını, bu değişimle eğer kendisi Ebu Bekir ve Ömer değilse, yönetimi altındakilerin de o dönem Sahabileri olmadığını söylüyordu. Bu kısmen gerçek olmakla beraber, hakikatte rasyonalizasyondu.

Muaviye’nin ki rasyonalizasyondu, Abdulmelik bin Mervan ise benzer bir uyarıda bulunuyor, ilk halifeleri örnek gösterip adaletsizliğinden bahsedecek olanların kellesini uçuracağı tehdidinde bulunuyordu. İbn Esir’in nakline göre, kendisi Osman gibi biçare, Muaviye gibi yumuşak, Yezid gibi fikri kıt biri değildi, ümmet kendisine tam itaat edinceye kadar kılıçla yönetecekti. İlk nesil takva sahibiydi, zamanındaki ümmet takvayı unutmuş, yöneticilerden takvalı yönetmelerini istiyor, böyle şey olmaz; bundan böyle kim ona takvadan bahsedecek olursa kellesini uçuracaktı. Bu ümmetin yegane tedavisi kılıçtır.

Emevilerin bir kolu olup kendilerini Hz. Osman’a nispet eden Mervaniler (65/684-132/750), yönetimi sadece kılıçla ayakta tutmuyordu, kendilerini ilahi kaynaktan destek alan seçkin bir aile olduklarını söylüyorlardı. Yaydıkları propogandaya göre yeryüzü Allah’a aittir, Allah yeryüzünü halifesine devretmiştir. Allah yeryüzünde Mervanileri hilafet ve hidayet çelengiyle süslemiştir, bu Allah’ın kazası olup değişmez, değiştirilemez. Yeryüzünü nasıl dağlar sabit tutuyorsa, halife de dini ayakta tutmaktadır; halife ve Kur’an olmasaydı ne hukuk olurdu, ne cemaatle namaz ve ibadet! Haccac, bir adım daha atarak halifenin meleklerden üstün olduğunu söylüyordu, çünkü ona göre Bakara, 30. ayette anlatıldığı üzere melekler yeryüzüne atanan halifenin önünde secde durmakla emrolunmuşlardı. 

Bir konuşmasında Muaviye’nin oğlu Yezid halka şöyle sesleniyordu: “Boşuna uğraşmayın, Allah bizi istiyor, O bir şeyi murad etmiyorsa zaten değiştirir, sizin ayrıca bu iş için gayret göstermenize hacet yok.” Kaderin hükmünü icra ettiği bir dünyada yönetime itaatsizlik Allah’a itaatsizlikle aynı şeydir. Onlar Allah’ın halifesidir (Halifetüllah), unvanları en güvenilir zat (Eminüllah), seçilmiş liderdir (el İmamü’l mustafa). Bizans ve Sasanilere ait bu ünvanların kullanımını daha ilk halife Hz. Ebu Bekir yasaklamıştı, Hz. Ebu Bekir, kendisine “Allah’ın halifesi” değil Hz. Peygamber’den sonra gelen “Resul’ün halifesi” denmesini istemişti.

Söz konusu doktrine göre, mevcut olandan daha iyi, yani “olması gereken” diye yakın veya uzak bir amaç veya menzil yoktur, “olan (mevcut)”, “olması gereken”dir, bu tarihin değişmez yasasıdır, akıl da bunu teyid eder, çünkü olay bu tarz vuku bulmuşsa zaten başka şekilde olamazdı. Olan-olmakta olan en yüksek irade tarafından “irade edilmiş, dilenmiş”tir, buna boyun eğip kabullenmekten başka ne yapılabilinir ki!. Çok sonraları bu cebriyeci görüşü Alman filozof Hegel (öl. 1831) “Gerçek olan aklidir, akli olan gerçektir” şeklinde formüle edip tekrar edecektir.

Kader konusunun tam bu dönemde güncellik kazanmasında siyasi sebepler rol oynadığı gibi, fetihlerle birlikte başka din ve kültürlerde konuyla ilgili inançlarla karşılaşmanın da payı vardır. Kader-irade ilişkisi Hıristiyan teolijisinin de önemli konuları arasında yer almaktadır, Müslümanlar papaz ve başka dinden ilahiyatçılarla giriştikleri tartışmalarda bu konu üzerinde daha etraflı düşünme lüzumunu hissetmişlerdir. Zaten Kelam adı altında gelişen büyük düşünce disiplinin asli görevi, İslam imanının akli açıklamasını yapmak, harici meydan okumalara yine akli savunmalar yapmaktı.

İster yöneticiler ister kendi tezi olarak bu görüşte olanlar tezlerini takviye etmek üzere çok sayıda hadis uydurdular, insanları kaderciliğe inanmaya adeta mecbur etmek istediler. Uydurulan hadislerden biri Cebriyeciliğe, Kaderciliğe karşı çıkanların yani Kaderiyye’nin “bu ümmetin Mecusileri olduğuna” ilişkin hadis mecmualarında yer alan rivayettir. (Bakınız, İbn Sa’d, Tabakat, VI, 545. Diğer rivayetler için bkz. Buhari, Kader, 1; Müslim, Kader, 46.) İbn Kesir’in yer verdiği bir rivayete göre, sözde Cebrail aleyhisselam Hz. Peygamber’e gelmiş, Muaviye’ye iyi davranmasını öğütlemiştir. Çünkü Muaviye “Allah’ın Kitabına karşı emindir, vasidir, O (Muaviye) Ne güzel emindir.” (İbn Kesir, El Bidaye ve’n Nihaye, Beyrut, 1981, VIII, 141.)

İşe yönetimle işbirliği içinde olan halk vaizleri, kassaslar karışınca giderek kadercilik yaygın bir inanç haline aldı, bu arada kaderciliğe karşı çıkan kelamcılar ve filozoflar baskı görmeye başladı. Hatta Zühri’nin (öl. 124/742), Abdülmelik bin Mervan’a buna karşı çıkanların kanlarının helal olduğuna dair bir fetva verdiği söylenir. Nitekim Gaylan ed Dımaşki gibi Medine’de Muhammed el Hanefiyye’nin derslerine katılan Mabed el Cüheni kaderciliğe karşı çıktıkları için siyasi iktidar tarafından öldürülmüşlerdir.

Bu çetin hengamede silahlı ayaklananlar yanında birey olarak veya cemaat halinde muhalefet edenler vardı. Emeviler döneminde sözünü sakınmayan Hasan el Basri bunların başında geliyordu. Hasan el Basri yanında kaderciliği dayatan Emeviler gibi, Mutezile’nin Halk-ı Kur’an tezini aynı siyasi amaçlarla resmi görüş haline getirmek isteyen Abbasilere karşı Ahmed ibn Hanbel’in verdiği mücadele, bugünkü mezhep çatışmalarına ışık tutacak mahiyettedir.

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir