Ali Bulaç: Krizin Muhtemel Sebepleri

30.01.2024

Ali Bulaç, dinvesiyaset.com’da “Krizin Muhtemel Sebepleri” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

Müslümanların Moğollar ve Haçlılardan sonra girdikleri üçüncü büyük savaş Batı dünyası ile oldu. 19. Yüzyılda Daru’l İslam’ın yüzde 80’ini sömürge haline getiren savaşın karşı cephesinde Batı vardı. Batı yekpare Hıristiyan değildi. 18. Yüzyıldan başlamak üzere Batıya karakteristik özelliğini veren Aydınlanma düşüncesi idi ki, bunun Batı dışı dünyaya bakışı sömürgecilik olarak tanımlanıyordu. Bundan önce Hz. Osman döneminden başlamak üzere Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 1918’e kadar sayısız savaşlar oldu; müslümanlar çok sayıda yeri fethetti, zaman zaman da yenilgilere uğradı. Ancak 19. Yüzyıldaki durum diğerlerinden tamamen farklıydı; mecali neredeyse tamamen tükenmiş İslam alemi Batının sömürgesi haline geldi.

Kısaca bu sefer Müslümanlarla savaşan Batı saf Haçlı bloku değildi, seküler-laik yeni bir Batıydı. Gerçi sömürgeciliğin ön keşif kolları arasında misyonerler, rahipler de yok değildi. Din adamlarının bir bölümü Avrupa’daki deist laiklerin ağır baskısından kurtulup kıta dışına çıkıyordu ki, bunlar daha özgür bir dünyada dinlerini yaşamak amacıyla Amerika’ya göç eden samimi Hristiyanlar idi. Bir bölümü “İsa’nın mesajını diğer milletlere iletmek” üzere misyonerdi. 

Bir bölümü ise Afrika, Asya, Latin Amerika ve Avustralya’daki altın ve gümüşün, değerli maden ve servetin anavatan Avrupa’ya taşınması işinde korsanlar ve antropologlarla işbirliği yapıyordu. Korsanlar, rahipler ve antropologlar, 1648 Westfalya Antlaşmasıyla aralarında dünyayı bölüştüren yeni modern ulus devletin öncü-keşif kolları olarak iş görüyorlardı. Kapitalizmle Avrupa’yı öne geçirecek sermaye birikimi sömürgelerden yağmalanan servet ve köle ticareti idi.

Avrupa bu sayede gücüne güç kattıkça iştahı daha çok artıyor, iştahı arttıkça zenginliğine zenginlik katıyordu. Bu gelişmeyi ateşli silah teknolojisinin kaydettiği yeni icatlar takip etti. Paul Feyerabend’in yerinde tespitiyle, bilimsel her yeni sıçrama askeri amaçlı olup öncelikle silah teknolojisinin gelişmesine matuftur. 

Osmanlı artık toprak kaybedip yenilgi üstüne yenilgi alınca, içine düştüğü krizden çıkmanın yollarını aramaya başladı. İşte bu arayış sürecinde Osmanlı Sarayı, kendi hatasını, beceriksizliğini, köhnemiş kurumlarının işlevsizliğini “din”de aradı. Moğol ve Haçlı yenilgilerinde Müslüman ayağa kalkmanın güç ve kuvvetini dininde ararken, 19. Yüzyıl iktidar seçkini (Seyfiye/Ordu, Kalemiye/Mülkiye ve yeni dönemin İlmiyesi/Cumhuriyet aydınları) “geri kalmış olmaları”nın sebebini dinlerinde gördüler.

O gün bugün herkesin zihninde kocaman bir istifham olarak durup da bir türlü cevabı bulunamayan soru şu oldu:

“Batı karşısında niçin geri kaldık?”

Soru yanlıştı. Geri kalışımızı dinde arayan Batıcıların aksine, yenilginin sebebini dinde değil de “tarihsel İslam”da yani gelenekte gören İslamcılar, doğru olarak krizden çıkışı üç ana ilkede gördüler: 

1. Kur’an ve Sünnet’e dönüş 

2. İçtihat kapısının açılması 

3. Cihad ruhunun uyandırılması idi. 

Bu tecdit, ıslah veya ihya hareketlerini;

a. Kartezyen bakış açısı 

b. İlerlemeci tarih görüşü 

c. Analojik yöntemler kullanarak gerçekleştirebileceklerini düşündüler. Bu da ilk günden İslamcıların zihinsel yanılgısı oldu, söz konusu yanılgı bugün de sürmektedir.

“Batı karşısında niçin geri kaldık?” suali yanlıştı. Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklendiğinden, bulunan cevapların tümü de sorunu doğru anlamayı mümkün kılmayacaktı. Dün yanlış sorunun doğru cevabı bulunmadığı için bugün de bulunamıyor, yarın da bulunmayacaktır. Bu açıdan “geri kalmışlık”, “gelişmekte olan veya azgelişmişlik” veya “geç modernlik” vb. tanımlamaların tümü sorunludur.

1990’ların başından beri sualin şöyle sorulmasını  gerektiğini savundum: “Aydınlanma ile yeni bir insan, yeni bir toplum, yeni bir devlet ve yeni bir varlık tasavvuru ile temel bir paradigma değişimi yapıp dünyanın tamamının önüne geçen Modern Batıya Müslümanların cevabı nedir?” (1)

Doğru cevap ne entegristçe red, ne Batıcı teslimiyet. Verili realiteyi semantik müdahale ile müteal olana yönelerek dönüştürmek olmalıydı.

Yenilmek geri kalmak değildir. Yenilgide din, bazı durumlarda olumsuz rol oynayabilir. Fakat tek başına din, bütün musibet ve yenilgilerin li-aynihi sebebi değildir, hatta hiç sebebi değildir. Bunun kritiğini yapmakta zaruret var. 

Burada ele alacağımız konu sosyo ekonomik refah seviyesi ile politik ve askeri güç (ya da güçsüzlük) arasındaki ilişkinin belirlenmesine rol oynayan faktörler olacaktır. Belirleyici veya etkileyici konumda altı faktör sayılabilir. Bu faktörler “din, bilim ve akıl, nüfus, tarih/geçmiş tecrübe, coğrafya ve yeraltı-yerüstü tabii kaynaklar”dır.

1. Din faktörü: 

19 yüzyıldan beri geri kalışımızı İslam dinine bağlayanların iddiasını basitçe boşa çıkarmak mümkün. Şöyle ki: Eğer bozulma ve çöküşün ya da geri kalışın gerçek sebebi İslam dini ise, 8 ve 9. Yüzyıllarda dünyanın en büyük imparatorluğu olan Emeviler ve Abbasiler’de, 9-10. yüzyıllarda Endülüs’te, 10-11. yüzyıllarda Orta Asya’da din başat konumdaydı. Büyük bir enerjinin ortaya çıktığı Selçuklu ve Osmanlı deneyimleri dini referanslıydı. Bu havzalarda muazzam bir zenginlik, harikulade şehirler, canlı ilim havzaları; fizik, kimya, matematik, astronomi ve tıp vd. alanlarda araştırmalar, her biri binlerce kitaplık kütüphaneler vardı. Kurtuba’da yazılan bir kitap üç ay içinde Şam’a geldi diye Gazali, ilmin ne kadar gerilediğinden şikayet ediyordu. Endülüs’te, Mısır’da, Şam veya Bağdat’ta gündeme gelen bir konu Herat’ta, Horasan’da, Semerkant’ta tartışılıyordu.

Emeviler’den Osmanlılara kadar, elbette devletler veya imparatorluklar, ideal modeller değildi lakin çağdaşlarıyla mukayese edildiğinde çok daha iyi idiler. Osmanlı dini motivasyonla küçük bir Anadolu beyliği iken Bizans’ı fethedip büyük bir imparatorluk oldu. İslam’ın kubbesi altında birden fazla din ve mezhep ile yüzlerce etnik grup (kavim/halk) bir arada yaşadılar.

Avrupa’da Yahudi ve Müslümanların yaşamalarına izin verilmezken, hatta Katolik ve Protestanlar birbirlerini boğazlarken, Daru’l İslam’da gayrimüslimler rahatça yaşadılar, varlıklarnı bugüne kadar koruyabildiler.

Emevilerin ikinci yarısından başlayıp Abbasilerle devam eden kültürel, ilmi ve felsefi hareket dünyanın belli başlı havzalarında adeta sörf yaptı, kaybolma tehdidiyle karşı karşıya gelen Yunan felsefesini gün yüzüne çıkardı. Müslümanlar felsefeyi gün yüzüne çıkarmakla kalmadılar. Yunanlıların pek mahir olmadıkları temel konuları felsefeye dahil ettiler.

Max Weber’e göre kapitalist zihniyeti doğuran “Protestan çalışma ahlakı”dır. Protestanlık kapitalizmin önünü açmıştır. Batı Hıristiyanlığının Reform’dan sonra geldiği noktaya bakalım. Hıristiyanlık açısından bunun iyi olup olmadığı sorulmaya değer. Weber’in hayli eleştiriye açık tespitini doğru kabul edecek olursak, kapitalizmle giriştiği söz konusu ilişki sonucunda; 

a. Protestanlık sekülerleşti

b. Katoliklik, kilisesinin dört duvarı içine hapsoldu 

c. Ortodoksluk çeşitli ülkelerde farklı pratiklere –milli/ulusal beklentilere- göre şekil aldı: Rusya, Ermenistan, Yunanistan, Bulgaristan gibi.Neredeyse her kilisenin kendine göre bir teolojisi ve dogmaları var.

Kıta Avrupası baz alındığında, kaydedilen maddi gelişme veya zayıflık hali, salt dinle açıklanamaz fakat dinin yorumu belirleyici rol oynar. Zira; 

aa. İsviçre, Hollanda, Almanya hem Katolik hem Protestan 

bb. İspanya ve İtalya Katolik ama birinci ligde yer alan ülkeler ki bu Weber’in tezini yanlışlıyor, 

cc. Latin Amerika ülkeleri de ekonomik refah ve demokrasi konusunda İslam ülkelerinden ileri değiller. Hıristiyandırlar ama Latinler, Martin Luther tipi bir Protestan hareket başlatıp Katolikliği sistemin dışına çıkarmıyorlar. Aksine özgürlükçü teoloji türünden farklı din yorumları yaparak daha adil, eşitlikçi ve paylaşımcı bir sosyo politik düzeni savunuyorlar. Bu da Katolikliğin Avrupa tecrübesinin tamamen dışında bambaşka bir Hıristiyanlık yorumu. 

Sonuç: Din, Özgürlük, Ahlak, Hukuk/adalet, İhtiram ve sözleşme temelinde işler kılındığında Emevi, Abbasi, Endülüs, Maveraünnehir/Asya ve yükseliş dönemi Selçuklu-Osmanlı modelleri gibi yeni iyi bir toplumsal düzenin ve medeniyetin referansı olur. Hatta din, söz konusu modellerin hata ve aksaklıklarını giderir, gelişmenin motivasyonu ve meşru maksadı yerine geçer. 

“Din dışı laik/seküler” ideoloji veya doktrinin sosyo ekonomik refahı sağladığı, politik özgürlükler getirdiği önermesi de yanlıştır. Seküler doktrinin en uç örneği ateizm veya materyalizmin resmi ideoloji olduğu komünist ve sosyalist modellerdir. Sovyetler ateisti, 1937 Anayasası, salgın hastalıklar yanında din ile de mücadeleyi amir hüküm sayıyordu.

Sovyetler Birliği’nde -ve Moğolistan’dan Macaristan’a kadar Moskova güdümündeki ülkelerde-1990’lara kadar “sosyalizm-komünizm” iktidardaydı. Bilim zihniyeti ve rasyonalizm resmî ideolojiydi, eğitim ve kültür kurumları anayasalarda yer alan amir hükümlerle dini düşüncenin etkisinden uzak tutuluyordu.  Fakat geçen yüzyılda 70 sene 2,5 milyar insana hükmeden komünizm veya sosyalizm sosyo ekonomik refah sağlamadı. Tarihin en ağır baskıcı, otoriter ve totaliter yönetimi olarak tarihe geçti. Bugün hala yaşayan numunesi Kuzey Kore’dir.

2. Bilim ve akıl faktörü: 

Sovyet Rusya bilim ve teknoloji alanında Batı ile rekabet ediyordu. Bilim adeta din hükmünde dokunulmaz değere sahipti. Bilime (materyalizme/pozitivizme) aykırı düşünenler tımarhaneye atılır veya Gulak Takım adalarına sürgün edilirdi. Bilimsel bir teoriyi yanlışlamaya kalkışan kimsenin ya aklından şüphe edilirdi veya haindi.  Bilim sayesinde Sovyetler dünyanın ikinci süper gücü de oldu. Ama Sovyetler Birliği birinci sınıf orduya karşı, üçüncü sınıf bir ekonomi ve sosyal yapılara sahipti. Sonunda kapitalist dünya karşısında dayanamayıp çöktü.  

Amerika’da ise ilk kurucular dindardı. Avrupa’da laiklerin ve deistlerin ağır baskılarından kaçan dindarlar yeni kıtada yepyeni bir siyasi model kurdular. İncil üzerine yemin eden, paralarının üstüne “Tanrıya güveniyoruz” yazan ABD, dünyanın süper gücü oldu.

Peki, 19 yüzyıldan beri Batıcıların ve dindar muhafazakarların dillerinden düşüremedikleri “bilim ve akıl” gelişmenin belirleyici faktörü olabilir mi?

Basit bir gözlemde bulunduğumuzda, bilim ve aklın Belçika, Norveç ve Kanada gibi ülkelerde başarı sağlamanın motive edici gücü iken, Kamboçya, Arnavutluk ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde herhangi bir başarı kaydetmiyor. Bu ülkelerde de yönetimler adeta bilim ve akla tapınır derecede önem verdiklerini öne sürüyorlar. Fakat bilim bu ülkelerde problemleri çözmüyor.

Şu halde toplumsal gelişme, refah ve hukuk devletiyle ile din arasındaki ilişkiye başka perspektiften bakmalı. Din adına yapılacak en büyük zarar, onun istismar edilmesidir ama bu dinin kusuru değil, “dindar” geçinenlerin (dinbaz) kusuru ve suçudur. Sadece din değil, seküler, ateist her ideoloji ve doktrin istismar edilir.

3. Nüfus faktörü;  

Nüfus da “geri kalmanın veya ilerleme”nin belirleyici faktörü değildir. Deneysel olarak nüfusu yüksek veya düşük ülkelere baktığımızda bunu kolayca görebiliyoruz: İslam dünyası 1,6 ; Hindistan 1,4 milyar ama nüfusun çok az bir bölümü hariç yüz milyonlarca insan yoksul, hatta açlık tehdidiyle karşı karşıya. Kahire’de 1,5 milyon insan mezarlıklarda yaşıyor; Pakistan’da yüzbinlerce insan caddelerde, sokaklarda doğuyor, sokakta hayatını geçiriyor ve sokakta ölüyor.

Buna mukabil İskandinav ülkelerinden Hollanda 17.4, Danimarka 5,8, İsveç 10,5 milyon nüfusa sahip. Ama dünyanın en zengin ülkeleri arasında yer alıyorlar.

4. Tarih faktörü: 

Zengin bir tarihe, derin bir geçmişe sahip olmak da sorunu çözmeye yetmiyor. Öyle olsaydı dünyanın en eski tarihine sahip olan Mısır ve Hindistan dünyanın en müreffeh ülkeleri yer alacaklardı. Hindistan’da 1 milyar 300 milyon insan yoksul ve açlık sınırında, sadece 100 milyonu görece müreffeh. Yaklaşık 150 yıllık tarihleri olan Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda zengin ülkeler; 250 yıllık tarihi olan Amerika, dünyanın süper gücü, tarihin en büyük imparatorluğunu temsil ediyor.

5. Coğrafi Faktör: 

Coğrafyanın tek başına belirleyici olduğunu düşünmek de mümkün değildir. Coğrafya kader midir? Bu cümle İbn Haldun’a nispet ediliyorsa da İbn Haldun, coğrafyanın etkisini derinlemesine ele almakla beraber böyle bir söz söylemiş değildir. Coğrafyanın etkileyici (müessir) olduğunda şüphe yok, ama belirleyici (muayyin) olduğu doğru değil. İbn Haldun’un “ömür ve kucağında ömür sürmekten” kavramsallaştırdığı umran, hangi olumsuz şartlara sahip olursa olsun, insanın fiziki çevre ile sosyal çevre arasında yaşama biçimleri geliştirme yetisini ifade eder.

Bir zamanlar İslam dünyası ve Hindistan büyük medeniyetler, göz kamaştırıcı şehirler kurmuşlardı, şimdi şehirlerinin çoğu yaşanamaz durumdalar. İslam dünyasında temizliği ve şehirciliğiyle övülmeye değer tek bir şehir var, o da Umman’ın başkenti Maskat’tır; Viyana’dan sonra seçilmiş ikinci şehirdir.

Avrupa uzun yüzyıllar vahşi hayat yaşadı; su ve taharet (tuvalet) kültürü olmadığından, insanlar dışkılarını sokağa atıyorlardı. Kadınlar, sıkıştıkları yerde çömelip tuvaletlerini yaptıklarından, ayağa kadar uzun ve geniş elbiseler giyer, ortalıklarda dışkıya basmamak için yüksek ökçeli (iskarpin) ayakkabılar giyerlerdi. Özellikle Fransa’da parfümün icad edilmesinin sebebi her yerde yaygın olan kötü kokuları bastırmaktı. Mutfak kültürü likör, sarımsak ve domuz etine dayandığından terleyen vücuda tahammül etmek mümkün değildi (2). İslam dünyasında ise şehirler tertemizdi, fıkıh ve ilmihal kitapları su ve taharetle ilgili bölümler ihtiva eder. Batı, şimdi temiz, düzenli, yaşanabilir kentlere sahip. İslam dünyasının şehirleri pislikten geçilmiyor; Kahire, Karaçi vd.

Bütün canlılar hayatlarını devam ettirebilmek için fiziki çevreye, coğrafyaya uyum sağlamak isterler ve sağlarlar. İnsan coğrafyaya hem uyum sağlar, hem de coğrafyayı değiştirir. Fiziki şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun, insan için mutlaka bir çıkış yolu vardır.

6.Tabii kaynaklar faktörü: 

 Son olarak tabii kaynakların refah ve zenginlik için belirleyici faktör olup olmadığına bakalım: 

Ortadoğu ülkeleri dünya kaynaklarının 2/3’ne (yüzde 65) sahipler. Ama bu zengin kaynaklar üzerinde yaşayan insanlar yoksul, ciddi ekonomik sorunlarla boğuşup duruyor. Bunun tipik örneği Irak olmalı. Müslüman dünyada yaklaşık 30 milyon insan (Arap) fert başına düşen milli gelir açısından Amerika ile aynı seviyede, 750 milyon insan ise yoksulluk sınırının altında.  

Japonya’nın topraklarının yüzde 80’i dağlık, tarıma elverişli değil. Ama dünyanın en zengin üç ülkesinden biri. İsviçre’de çikolatanın hammaddesi yetişmez ama dünyanın en çok aranan çikolatasını üretir; süt üretiminde ileride, ayrıca dünya zenginlerinin kasası.

Bugün zengin ve müreffeh ülkelerin diğerlerinden daha zeki, üstün bir ırka, değişik-beşer üstü bir fıtrata sahip olmadıklarını biliyoruz. Bilimsel araştırmalar geçen yüzyıllarda öne sürülen ırkçı teorilerin tümünün boş iddialar, basit siyasi ve ideolojik kurgular olduğunu ortaya koyuyor. Beşeri havzalar arasındaki ilişki, kültürel alışverişin akışkan, interaktif ve karşılıklı etkileşime açık olduğunu gösteriyor. Şu veya bu ülkeden Batının iyi bir üniversitesinde okuma imkanı bulan gençler muazzam başarılar gösterebiliyorlar. Mardin’in Savur ilçesinden Aziz Sancar Nobel ödülü aldı. Daha öncesinde Pakistanlı Abdusselam, Mısır’dan hayatı boyunca Kahire’nin dışına adım atmamış Necip Mahfuz, Türkiye’den Orhan Pamuk aynı ödülü alabildiler. 

Demek ki, doğulu ile batılı, Müslüman ile seküler arasında potansiyel kaynak bakımından zeka farkı yok. Zeka duruma göre geliştirilebilir, geriletilebilir. Bazı toplumlar eşekleştirilmişse (istihmar), bu onların tepesindeki muhteris ve zorba zümrelerin onları sömürme (isti’mar) arzularından dolayıdır. 

Kitleler Allah’tan başkasına kul olmaya zorlanıp da bunu kabullendiklerinde –ki buna kulluk (isti’bad) denir-, istihmar ve isti’mar süreci başarıyla işler. Akıl ve zeka aynı şeyler değildir. Zeka beyin merkezli olup matematik ve geometrik karaktere sahiptir. Akıl ise ahlaki olup sembolik olarak merkezi kalptir.

 “Aklını yeterince kullanmayanların üzerine iğrenç pislik çöker” (19/Yunus, 100.) 

İnsanı sosyo politik, zihni ve ahlaki pislikten kurtaracak olan akıl rasyonalizm değil, insanı yüksek ahlaki mertebelere yönlendirecek olan Akıl’dır. 

Belki asıl belirleyici ve etkileyici faktörleri daha derinlerde aramak iyi olur. Mesela toplumların varlık tasavvuru-dünya görüşü; kendilerine yükledikleri anlam ve amaç; kabul görmüş ahlak felsefesi; eğitim; hukuk/adalet bilinci; ihtiram; rasyonel çalışan bürokrasi ki, bizim literatürümüzde bunun karşılığı “Akl-ı meaş”tir. Sivil/medeni kurumların varlığı ve özerk alanları ile kurumların desteğinde yürüyen sosyo politik organizasyonlar (yönetim-yönetişim) alanında ortaya çıkan sorunların doğru teşhisi.

Müslüman bakış açısından “birey, sekülerlik ve ulus devlet” üçlü sac ayağı üzerinde yükselen modernite, etraflı bir kritiğe muhtaçtır. Modernite çıkışında insana üç şey vaad etti: Özgürük, güvenlik ve refah. Aradan geçen zaman içinde bu üç vaadin Batı için korunmakta olduğu ortaya çıktı. Bu çerçevede Batı modernitesi din ve vicdan özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğüne önem veriyor. İktisadi hayata katılmanın amacını refah olarak belirliyor; çalışma şevkini (güvenlik ve refah arzusu) canlı tutmaya çalışıyor; işleyen hukuka (kurallar ve kurumlar), kuvvetler ayrılığına ve önceliklerin doğru tespitine ve rasyonel planlamaya büyük önem veriyor.

Müslüman dünyanın krizi, herhangi kelami/felsefi üretim yapmadan, Batı modernitesini bilumum kural ve kurumlarıyla sanki evrensel ve aksi biçimleri olmayan hakikatlermiş gibi iktibas ve ithal etmeye devam etmesinde yatmaktadır. Tabii ki modernlik büyük bir beşeri tecrübedir ve bu tecrübeden azami istifade etme mecburiyeti vardır. Ama Ernest Genler’in dediği gibi Batı modernitesi “biricik”tir, başka toplumlar tarafından tekrar edilemez. Tekrara ve iktibasa kalkışıldığında Müslüman dünyada gözlendiği gibi derin kriz doğar; Çin ve Japonya gibi ülkelerde ucube-patalojik modeller türer.

Bu derin krizden zihn-i müşevveşlerin ucuz yaklaşımları ve rahatlığıyla çıkamayız. İki yüz senedir çıkamadığımız ortada.

Notlar

1. Doğru sorunun bu olduğunu ilk baskısı 1995 yılında yapılan Kutsala, Tarihe ve Hayata Dönüş adlı kitabımda ele aldım (İz Yayınları-İstanbul, s. 271 vd. 3. Bsm, Çıra Yayınları, İstanbul-2012, s. 245 vd.)

2. Geniş bilgi için bkz. Ivan Illıch, H2 O. (Çev. Lizi Behmoaraz, AFA Y. İstanbul-1991.)

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir