18.05.2024
Ali Bulaç, akilsiyaset.com’da “Mezhep Siyaset İlişkisine Giriş” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Mezhep çatışmalarında rol oynayan asıl faktör “yorum farkı” mı, “siyasi iktidar mücadelesi” mi? Bu soruya verilecek cevap, aslında genel anlamda “din siyaset ilişkisi”nin mahiyeti hakkında da bize fikir verebilir. Belki de bundan önce “din veya mezhebin siyasetten, siyasi iktidar talebinden veya siyasi mücadelelerden tamamen ayrı düşünülebilir mi veya teorik olarak düşünülse bile, böyle bir şey söz konusu olabilir mi?” sualini sormak lazım.
Avrupa’nın kendine özgü tarihi tecrübesi istisna olmayıp apayrı bir kategoridir ve genel oluş(turul)muş kanaate göre laiklikle, din ile siyaset birbirinden ayrılmış bulunmaktadır. Söz konusu kanaatin iki açıdan yanlış olduğu açıktır: İlki, Avrupa’da söz konusu olan din ile siyaset ayrılmış değil, ayrılmış olan Kilise ile devlettir. İkincisi, gerek Katolik Kilisesi gerekse laik parti ve siyasetçilerin iktidar talebinde bulunup da siyasi rekabet sahasına girmek istediklerinde kendilerinden ateist, deist veya agnostik ya da “dini red” şartı aranmaz; kişi hangi dini inanca ve pratiğe sahipse inancını ve pratiklerini koruyarak siyasete dahil olur, hatta “İncil’in değerlerine göre siyaset yapmak üzere” parti kurduğunu ilan edebilir; “Hıristiyan Demokrat” veya “Hıristiyan Sosyal Demokrat” partiler bunu açıkça deklare ederler.
Bu demektir ki kendine özgü tarihi tecrübesini şekillendiren din-devlet ilişkisine rağmen, Avrupa’nın dahi din ile devletin veya din ile siyasetin laiklikle tamamen birbirlerinden ayrıldıkları tamamen söylem düzeyinde kalan bir iddiadır. “Laiklik” konusunda bıktırıcı ısrarına rağmen Türkiye’de ise din ile devletin birbirinden ayrılmadığı tam aksine dinin bir kurum olarak (DİB) kamu idaresinin bir organı olduğu açıktır.
Hakikat-i halde dinden tümüyle bağımsız bir siyaset veya iktidar yoktur, varlık aleminde Allah’ın ilim, irade ve kudreti dışında kalıp da kendinde özerk-bağımsız bir alan tasavvur etmek mümkün değildir ki, Allah’ın iradesinden, vaz’ettiği yasalardan bağımsız laik-seküler bir alan olabilsin. “Din-dışı” alan ancak Avrupai kültürün “din ile kilise”yi özdeş kılan algının bir ürünüdür.
Din en genel tanımıyla bir düşünme, yaşama biçimi olduğundan din-dışı entite olmaz. Nitekim Kur’an-ı Kerim, putperest müşriklerin de “bir din”e sahip olduklarını belirtip “herkesin dini kendine ait” (Kâfirun Suresi) hükmünü koyar; müşrik putperestin inancı ve pratiği bir din ise atesitin, deistin de dini var demektir.
Bu giriş notunu düştükten sonra geriye dinin hangi durumlarda iktidarın meşru veya gayrimeşru zemini olduğu konusunu ele alabiliriz.
Şu veya bu şekilde din:
a. Ya meşru iktidarın ahlaki ve hukuki yol göstericisi ve denetleyici normu olabilir
b. Veya gayrimeşru, keyfi bir iktidarın meşrulaştırıcı aracı olarak kullanılabilir.
Her iki durumda din, iktidar ilişkilerini düzenleyen siyasette belirleyici rol oynamaktadır. Eğer din meşru bir iktidarın rehberi ve denetleyicisi ise bu ilişkide din pozitif (ma’ruf); keyfi yani gayrimeşru bir iktidarın meşrulaştırıcı aracı ise, bu durumda din negatif (münker) rol oynuyor demektir.
Buradan mezhep çatışmalarına baktığımız zaman karşımıza çıkan manzara şudur:
En karakteristik özelliği ile tarih iktidar mücadelelerinin sürdüğü mecrada seyreder. Her dönemde kişiler, hanedanlar, sınıflar veya başka türden topluluklar siyasi hakimiyet sahibi olmak, beşeri, tabii ve iktisadi kaynakları kontrol altına almak istemiş ve bu amaçla büyük mücadeleler vermişlerdir. Bu olgu neredeyse tarihin değişmez yasası hükmünde varlığını devam ettirir, yeryüzünde insan yaşadıkça devam edecektir.
Her iktidar mücadelesi kendine bir meşruiyet zemini bulma lüzumunu hisseder. Din, mezhep, inanç, doktrin, felsefi kanaat veya ideoloji meşruiyet arayışında rol oynar.
İslam tarihinde vuku bulan çatışmalar da bunda bağımsız değildir. Gruplar kendilerine meşruiyet zemini ararlarken dinin kaynaklarına başvurmuşlardır. Başvuranlar sonuç itibariyle ister ihlaslı ister hesabi duygularla olsun, kaynaklarına referans verdikleri dini belli bir tefsire, te’vile veya yoruma tabii tuttuklarından –ki bu kaçınılmazdır- ortaya çıkan hasıla mezhep denen olguyu ortaya çıkarmıştır.
Her insan dini ancak yorumlayarak anlayabilir. Bunun Kur’an’ın açıklanmasında tefsir, nassların izahında te’vil, fıkhi sorunların çözümünde içtihat olması genel tanımı değiştirmez, olup biten yorumdur. Yorumun meşruiyeti ana iki kaynağın çizdiği genel çerçevenin (hudut) aşmaması, belli ve fakat meşru bir yönteme (usul) dayanıyor olmasıdır.
İki ana kaynak Kur’an ve Sünnet olduğuna göre genel çerçeveyi bu iki kaynağın çizdiği açıktır. Dini ileten (tebliğ), kavramları ve hükümleri açıklayan (tebyin), öğreten ve eğiten (ta’lim), uygulayan (tatbik), doğru yaşanıp yaşanmadığına bakan (şahit) ve böylece mü’minleri arnıdıran (tezkiye) Peygamberden –Resul ve Nebi ayrımına gitmeden- gelen bilgi ve haberler Sünnet’i oluşturur. Peygamber’e Kitap yanında “hikmet” de verildiğine göre, onun vahyi anlama ve uygulama yetisi hikmettir, dolayısıyla Hz. Peygamber’in hikmeti sünnetidir, hiçbir bilgin (kelamcı-filozof, fakih veya veli/sufi) Peygamber sünnetinin önüne geçemez, üstüne çıkamaz, Peygamberi yanlışlamaya kalkışamaz; ilahi mesajı bu misyonla görevli Hz. Peygamber’e aykırı tez veya iddialar öne süremez. Buna kalkışan sadece normlar hiyerarşisinin saygınlığını ihlal etmekle kalmaz, kendini peygamber mertebesinin seviyesine veya üstüne çıkarmaya kalkışmış olur. Hiç kimseye bu yetki verilmemiştir.
Kur’an vahyi dışında bize ister sözlü, ister siyer ve tarih kitapları, ister hadis mecmualarıyla intikal etmiş olsun. Peygamber sünneti sahih olduğu sürece –ki zaten sünnet tabiatı gereği sahihtir- ona ittiab edilir; yani Hz. Peygamber’in sünneti sıradan alimlerin, müfessirlerin, kelamcı veya fakihlerin yorumu seviyesiyle bir tutulamaz, o en yüksek mertebede hikmettir. Hz. Peygamber’in sünneti Kur’an vahyine aykırı olamayacağı için müfessir, kelamcı ve müçtehit onu Kur’an ayetlerini yorumladığı gibi yoruma tabi tutar. “Resul” ile “Nebi” arasında ayırım yapıp Resul sadece iletir (tebliğ), Nebi ise şahsi kanaati ve içtihadıyla amel eder, dolayısıyla yanılabilir, şaşırabilir bu yüzden bize kaynak teşkil etmez iddiası vahiy-peygamber hakikatini ifade edemez. Hz. Peygamber’in bazan yanlış yaptığı doğrudur, ancak hükmünde tam isabet etmediği her seferinde vahiy tarafından düzeltildiğine göre, sükut ile karşılanan bütün sözleri, fiilleri ve takrirleri –sahih ise- sünnettir ve bu manada sünnet gayrı metlu vahiy yani onay almış Nebevi referanstır.
Bu konuda yapılması zaruri olan çalışma, Hz. Peygamber (s.a.)’e isnad edilen hadis veya haber niteliğindeki rivayetlerin-nakillerin “senet ve metin kritiği”ne tâbi tutulup sahih olanlarının “uydurma (mevzu)” olanlarından ayırt edilmesidir. Geçmişte ve bugün süren mezhep çatışmalarında ivedilikle yapılması gereken de budur.
Buradan mezhep olgusuna geçtiğimizde şunun söylemek gerekir: Peygamber’in dışında kalan herkesin tefsiri, te’vili ve içtihadı, başka bir deyişle din yorumu mutlak olmayıp zannidir. Bu, Allah-insan, din-insan ilişkisinin en temel hakikatidir, bu hakikat ihlal edildiğinde her şey altüst olur.
Zanni bilgi ve yorumun söz konusu olduğu üç alan, insanın üç boyutuna karşılıktır: Duyular, duygular ve zihin! Duyuların dünyasına fıkıh, duyguların dünyasına tasavvuf, zihnin dünyasına kelam-felsefe karşılık düşer.
Fıkıh, Münzel Şeriat’i referans alan Muhdes Şeriattır, bu alanı içtihatlar ve fetvalar oluşturur. Tarihsel tecrübemizde içtihat ve fetvaların belli bir usul takip edilerek oluşturulması fıkhi; zihinsel faaliyetin belli bir yöntem ve disiplin içinde yürütülmesi kelami-felsefi; duygular dünyasının terbiye ve eğitimi sufi ekolleri meydana getirmiştir. Yürütüldüğü alana göre bu disiplinli ve usule tâbi olarak oluşan hasılaya mezhep, ekol-mektep ve tarikat denmiştir. Lehinde ve aleyhinde hayli zengin bir literatür bulunan tasavvuf düzensiz, keyfi söylemlere ve retoriklere açık olunca suistimale ve sapkınlıklara yol açmıştır. Öyle de olsa, kuramsal düzeyde referans alınacak tarikatı oluşturan sülukun belli bir usul ve disiplin içinde gerçekleşmesi gerekir.
Belli bir yorum tarzı olan her üç disiplin veya akımın oluşmasında rol oynayan önemli faktörler söz konusudur.
Fıkhi içtihatlarda en genel anlamda nassın sübutu ve delaletin kesinliğine (katiyet) atfedilen değer, tarihsel ve çevresel durumlar, değişkenler ile kişilerin bilgide sahip oldukları yetkinlik, ihlas-takva ile olaylara ve olgulara olan vukufiyeti rol oynar; bunlar zorunlu olarak müçtehidin-fakihin içtihadını zanni kılar.
Kelami-felsefi ekollerin oluşmasında rol oynayan faktörleri kadim hikmet, felsefi miras, başka dinlerin teolojileri ve zamanın hakim fikirleri ile çözüm bekleyen sosyo politik sorunlar şeklinde sıralayabiliriz.
Tasavvufi süluk ve tarikatların teşekkülünde ise İslam dininin önem verdiği manevi hayat, zühd ve takva; gnostisizm, Hind mistisizmi ve şaman-pagan kültürel unsurlar, inançlar önemli rol oynamıştır.
Bu bize fıkıh, kelam-felsefe ve tasavvufta alınan mesafe hangi düzeyde olursa olsun, sonuçta bilgi ve değer hükümlerinin mutlak olmayıp tamamen ve tabiatları gereği zanni olduğunu göstermektedir. Özellikle bu konuya dikkat çekmemizin sebebi mutlakiyetçiliğin İslam bakış açısından mümkün ve meşru olmadığını gösterir; Hz. Muhammed (s.a.)’den sonra vahiy kapısı tamamen ve sonsuza kadar kapandığına göre her içtihat, her fikir/zihni faaliyet ve manevi tecrübe zannidir.
Sorun, gerçek bu iken nasıl oluyor da tarihte ve bugün siyasi mücadelede kesin inançlılık, mutlakçılık mezheplerin söyleminde merkezi rol oynamakta, toplumsal kutuplaşma ve çatışmalara yol açmaktadır?