18.07.2024
Ali Bulaç, akilsiyaset.com’da “Milliliğin ve Milliyetçiliğin Halleri” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Milliyetçiliğin önemli vasıflarından biri de teritoryal bir vasfa sahip olmasıdır(1). İslam hukukçuları “vatan” kavramı yerine “dâr” kelimesini kullanmışlardır. Dâr ev’dir ve fakat insanın eve/dâra aidiyetini İslam diniyle ilişkilendirmişlerdir. Bu konuda en isabetli içtihadı Ebu Hanife’nin yaptığı kanaatindeyim; ona göre Müslümanların dârı İslam’ın hukuki düzen olarak tatbik edildiği yerdir. Nüfusunun yüzde 99’u gayrımüslim olsa da, eğer İslam hukuku uygulanıyorsa, orası Daru’l İslam’dır (İslam ülkesi). İmam Şafii, dâr’ı askeri ve siyasi hakimiyete bağlamış, bir kere bir toprak parçası Müslümanların hakimiyeti altına girmişse, o yer -ellerinden çıkmış olsa da- kıyamete kadar İslam diyarıdır, demiştir.
İslam, beşeriyetin evi yeryüzünü rengarenk bir bahçe kabul ettiğinden diğer aidiyetleri, kimlikleri kendi kazanına atıp eritmez. Tarihi tecrübemiz bunun kanıtıdır. Kimi modern ulus devlette yurttaş aidiyeti toprağa, kiminde kana endekslemişlerdir. Genel olarak benimsenmiş kimlik, yerel ve yöresel kimlikleri ve dini cemaat birlikteliklerini tasfiye etmeye çalışır. Kısaca milli bir devletin kurulduğu yerde yerel ve yöresel kimlikler önemini kaybeder. Çünkü ulus devlet eritici bir kazan gibidir. Eritici kazan gibi olması nedeniyle, bu tarz kimlikler eriyerek kaybolurlar. Emredici ve taşıyıcı araçlar kullanan milli süreçte evrensel kimlikler de anlamını kaybeder. Örneğin milliyetçiliğin söz konusu olduğu yerde Hıristiyan kardeşliği, İslam dünyasında ümmet fikri zayıflar; dinler milli kimliklere tahrifata uğratılır.
Milli/ulusal olan, tabiatı gereği “sivil” olamaz, çünkü milli olanı devlet icat ve inşa etmiştir. Muhafazakarları en çok yanıltan şey “milli ve yerli” olanın ya da “milli ve yerli”nin her durumda dinle barışık olacağı düşüncesidir. Bu yüzden muhafazakarın en büyük arzusu “millet devlet barışması”dır, oysa böyle bir arzu sadece bir duygudur. Çünkü devleti istisnai zamanlarda fırsat bilen darbeciler, ihtilalciler, devrimciler askeri güç marifetiyle önce devlet kurarlar, devlet bu sefer millet/ulus inşa etmeye başlar. Devlet, örf ve adet hükmünde olan yerli olanı politikalarının hizmetinde kullanamayacak olursa, yerli olan herşeyi tasfiye eder; hukuk, eğitim, yeni bir tarih yazımı bunun için vardır; yerli de her zaman, hatta çoğu zaman dinle uyuşmaz, örf mahiyetinde değilse, yerli olan adet, gelenek veya töredir.
Dine ait olan hikmet ve irfandır, devlete ait olan “milli/ulusal kültür”dür. Bu açıdan “İslam kültürü” denemez, “İslam irfanı” denir. İslam irfanı içinde Türk’ün, Arab’ın, Fars’ın, Kürd’ün vd. tüm Müslüman kavimlerin bilim, sanat, edebiyat, felsefe ve gelenekleri yer almaktadır ama Türk veya Kürt kültürü dediğinizde artık sadece Türk veya Kürt kavmine mahsus siyasi gücün empoze ettiği resmi değerler söz konusudur. Bir kavim güç sahibi seçkinler (Kadro) tarafından uluslaştırılmadan kültür formu içinde mütlaa edilemez. Ulus devletin ürettiği ve empoze ettiği kültür, sekülerdir, yaygın ve örgün eğitimle yediden yetmişe vatandaşlara empoze edilmektedir.
Milli(yetçi) doktrinin diğer önemli bir özelliği yasamanın meclise devredilmesidir. Buna göre egemenlik artık Papaya, Kiliseye, İncil’e, Kur’an’a veya Allah’a ait değil meclise aittir: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” “millet iradesi”ni bütün iradelerin üstüne çıkarır. Milli devlet, güç ve kudretini yasa çıkaran organ üzerinden sağlar. Meclis’in yaptığı yasa, tarihsel gelişimleri, sosyo ekonomik ihtiyaçları, örf ve adetleri kaale alınmadan milli sınırlar dahilinde herkese uygulanır.
Bu arada yüce bir değermiş gibi idealize edilen “eşit yurttaşlık” en başta ahlaki mahiyeti olan eşitlik kavramını tahrifata uğratır. Çünkü ahlaki eşitlik, hukuki mahiyette maddi kaynakların ve statülerin liyakata ve ehliyete göre dağıtılıp insanlar arasında soylarına, renklerine ve bölgelerine göre ayırım yapılmaması iken, milli devletin eşitlikten anladığı beşeri farklılıkların tek bir kazana atılıp eritilmesidir. Milli devlet, her vatandaşın 1.70 boyunda olmasını temel almışsa, 1.75 boyundan beş santim kısatmak, 1.65 boyunda olanı beş santim uzatmak ister ve bunun için çalışır.
Eşitlik, benimsenmiş tek bir kimliğin başat kimlik olup diğerlerini bastırmasına yaradığı sürece kullanılır. Herkesi eşitleyecek olan kurucu iradenin seçtiği kimliktir. Herkes bu kimliğin içerisinde yer almak durumundadır. Bunun da iki versiyonu var: Milli devlet gevşek markaj modeli benimsemişse, kendilerini kamusal alanda ifade etmemeleri kaydıyla özel alanda öteki kimliklerini sürdürmelerine izin verir. Buna izin verse de diğer kimlikler yine “öteki kimlikler”dir. Örneğin baskın olmayan farklı bir kimliği olanın sokakta şarkı söylemesine, kültürel faaliyet yürütmesine, gazete, dergi çıkarmasına, televizyon yayını yapmasına karşı çıkmaz ancak –Türkiye pratiğinde gördüğümüz üzere- o kimliğin anadilde eğitim yapmasına, kamusal alanda o dili kullanmasına izin vermez. Sıkı markaj yöntem seçilmişse, bu tür faaliyetlere özel alanda dahi izin verilmediğini yaşadığımız tecrübeden biliyoruz.
Seçilmiş kimlikler homojen olmaz. Ülkeden ülkeye bölgeden bölgeye değişebilir. Mesela kan bağına dayalı kimlik seçiminin tipik örneği İsrail ve Almanya’dır. Alman anayasasına göre dünyanın neresinde doğarsa doğsun, Alman aileden doğan bir çocuk anayasal olarak Alman vatandaşıdır. Türkiye de, kökenleri itibariyle ‘Türk’ kabul ettiği Azeri, Özbek, Türkmenistan veya diğer Türki cumhuriyetlerinden olanları kolaylıkla vatandaşlığa kabul etmektedir, ama milyonlarca soydaşı olan Irak Kürtlerine veya Suriyeli Arap mülteciye vatandaşlık vermemektedir.
Toprağa bağlı kimlik olur, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gibi. Bazı hanımlar hamileliklerinin son haftalarını Amerika’da geçirirler, doğan çocukları Amerikan toprağında doğduğu için ABD vatandaşı olur. Dine dayalı resmi kimlik belirlemek mümkün, örneğin Pakistan İslam kimliğini benimsemiştir. Pakistan, kurucu ideolojisi İslam olan ilk milli devlettir. 1923’ten 1928 yılına kadar yeni Kurulan Türkiye’nin resmi dini İslam idi; dinin tümüyle kamusal alanlar gibi yasal mevzuattan da çıkarıldığı tarih laikliğin Anayasa’da yer aldığı 1937’dir. Mezhebe dayalı kurulan milli devlete örnek İran gösterilebilir. İran anayasası Şiiliği kurucu kimlik kabul etmiştir; cumhurbaşkanının Şii olması şartını getirir. İran İslam devriminden sonra Hikmetyar, Afganistan İslam Cumhuriyeti’nin resmi mezhebinin “hanefi” olacağını söylüyordu. Yine Suudi Arabistan’ın Vehhabiliği kurucu ideoloji olarak seçmesi mezhep temelli milli devlet olduğunu göstermektedir.
Milli/ulus devletin tarih ile de desteklenmesi ve temellendirilmesi en önemli işlemdir. Türkler, Araplar, Farslar, Avrupalılar hepsi kendilerine yepyeni bir tarih inşa ettiler. Şu anda Süryaniler ve Kürtler de kendilerine bir tarih yapıyorlar. Hemen hemen bütün milli devletler tarihe başvurduklarında kendilerine köken bulmak için tarihi tahrif edip kendilerine tarih oluştururlar. Tarihte temelleri bulunmuş ulusun yüceltilmesi milli devletlerin sık olarak yaptıkları bir durumdur; bu işlemde bilim son derece kullanışlı bir malzemedir.(2)
Tarihin tanıklığına ve bilimin ortaya koydukları verilere başvuran ulus kurucu aydınlar, ulusa dönüştürmek istedikleri kavimlerinin ne kadar iyi, müstesna ve biricik olduğunu, düşmanlarla çevrili bulunduğunu anlatıp dururlar. Çünkü milli devletlerin su ve hava kadar düşmana/ötekine ihtiyaçları vardır. Alper Görmüş’ün söylediği gibi milli-ulus devletin “herhangi bir konuda haksız olma, yanlış yapma ihtimali yoktur.” Buna “milli liderlerin de herhangi bir konuda yanlış yapma ihtimalinin olamayacağını” ekleyebiliriz. Mesela daha bir süre önce Suriye lideri ve yöneticileri “katiller ve teröristler” iken, bugün tekrar bir araya gelinip karşılıklı görüşme ve dostluğun kurulabileceği kişiler oldular. Bir milyona yakın insan öldüyse, sekiz milyon Suriyeli şurda burda aşağılanan mülteci durumuna düştüyse, başta güzelim Halep ve diğer şehirler harabeye döndüyse, izlenen “milli politikalar” sonucu kazalardır.(3)
Kişi eğer milliyetçi ise milleti, demokrasi taraftarı ise halkı yüceltir. Her ikisi de aynı kapıya çıkar. Peki Hak ve hakikat, hukuk ve adalet, yüksek ahlak ve manevi erdemlerin kaynağı-referansı millet veya halk olabilir mi? Benim doğru yönetim, “Allah’ın muradına ve halkın iradesine dayalı olandır” dediğimden farklı bir durumdur bu! Halkın iradesi, kendisinin de üstünde bir iradeye tâbi değilse, demokrasi devleti ve toplumu yozlaştırıp çürütür. Hitleri ve Netanyahu’yu seçen halkın iradesinde hak ve hakikat, hikmet ve adalet mi tecelli etmiş oldu? İsrail halkının yüzde 70’i siyonist soykırımı savunuyor milyonlarca Yahudi’nin soykırıma sahip çıkması meşru bir iradenin tecellisi mi? Bir zorba zorlanmadan iktidarını sürdürebiliyorsa, o ülkede “Nasıl iseniz, öyle yönetilirsiniz” kaidesi hükmünü icra ediyor demektir, zorba kadar ona itaat eden ve destek verenler de mücrimdir.
Tanzimat devrinde aydınlar “ulus”a karşılık “millet” kelimesini seçtiler. Tabii ki yanlış bir seçimdi bu! Kur’an-ı Kerim’de “millet” kelimesi “din ve şeriat manası”nda kullanılır (milleta İbrahima haniyfa: İbrahim’in hanif dini.” Kelime, belli bir dine, peygamberin vazettiği şeriata tabi olmayı ifade eder. Bunun en tipik örneği Yusuf Suresinde, Hz. Yusuf’un Mısırlılara “Ben bir kavmin milletini terk edip geldim (Teraktü millete kavmin)” demesidir. Buradaki millet şeriat, din manasında kullanılmıştır.(4)
Millet devlet tarafından inşa edilir. Milli olan her şey devlete aittir. Mussolini Roma’ya girdiğinde der ki “Ordumuz Roma’ya girdi. Şimdi ordumuzun bir devlete, devletimizin de bir millete ihtiyacı var.” Bu cümle bütün milli devletlerin kurucu parolasıdır.
Milliyetçiliğin fıtri bir tarafı olduğuna işaret etmiştik. İnsanı ahlaki norm ve hukuk kurallarını ihlal etmeye sevkeden güdü de bu zaaftır. Ernest Genler, milliyetçiliği bir topluluğun kendine tapınması olarak tanımlar. Bireylerin ve kavimlerin en ağır imtihanı milliyetçiliğe karşı takındıkları tavırda belirlenir. İlkin, özü itibariyle milliyetçilik bir asabiyet, bir dayanışma duygusuna dayanır. İkincisi çatışmacı ve rekabetçi bir ideolojidir, tarihin milletlerin çatışmasına dayandığını iddia eder, bu yüzden tabiatı gereği ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı ve çatıştırıcıdır. Milliyetçiliğin her durumda bir “öteki”ye ihtiyacı var.
İnsanoğlu, yaratılışı ve imtihan oluşunun icabı olarak ihtilaf eden bir varlıktır. Milliyetçilik ihtilaf eden insan tabiatının bu yönünden azami derecede yararlanır; amaç üstünlük sağlamak olduğundan başkalarının hak ve hukukunu ihlal etmeyi “milli/ulusal çıkar”ın gereği sayar. Böylece hak ve hukuk ihlali masumlaşır, hatta hak ihlali ulusal/milli ahlaki ödev olur.” Kur’an-ı Kerim, “günah ve düşmanlık” üzerinde değil, “iyilik ve takva (hak ve hukuk)” üzere “dayanışma (teavun)” kurulmasını emreder (5/Maide, 2). Milliyetçi veya milli/ulusal iseniz, siz her durumda, herkese karşı ve kategorik olarak haklısınız; aksini düşünen milli çıkara ihanet etmiş olur. “Bu konu, bütün parti politikalarının üstünde milli bir meseledir” dendiğinde, artık o meselenin kimin ocağını batırıcağına bakılmaz.
Milliyetçiliğin güçlü tarafı duygulara hitap ediyor oluşudur. Milli/ulusal söylem retoriktir; tefekküre, analitik düşünceye dayanmaz. Duygular olabildiğince ön planda yer alır, kitle psikolojisi tahrik edilir. Tamamen ırka dayalı milliyetçiliğin somut modeli Nazilerdir. Hem ırk hem din temelli milliyetçiliğe İsrail’i, coğrafya temelli milliyetçiliğe Suriye milliyetçiliğini örnek verebiliriz. Suriye milliyetçiliği Büyük Suriye hedefine yöneliktir ki, bu da Ürdün, Lübnan ve Filistin’i içine alan Bilad-ı Şam’dır. Her milli devletin “büyük olma”, başkaları üzerinde hükmetme hedefi vardır, Yeniden Refah Partisi’nin sloganı “Yeniden Büyük Türkiye”dir. Lakin her milliyetçiliğin büyük ülke olma ideali vardır: Büyük Ermenistan, Büyük Azerbaycan, Büyük Kürdistan vs.
Notlar
1) Bkz. Ali Bulaç, Modern ulus devlet, 4. Bsm. Çıra y., İstanbul-2012, s. 21 vd.
2) Mesela İbrahim Sediyani, yüzlerce kaynaktan derlediği malzeme ile tamamı bilimsel veriler, arkeolojik bulgular, antik tabletler, tüm kutsal kitaplar ışığında objektif ve gerçek peygamberler tarihi (Kürdistanlı Peygamberler) ışığında bırakın Hz. İbrahim’in Kürtlüğünü, Hz. Adem’e öğretilen isimlerin, konuştuğu dilin Kürtçe olduğunu (İbrahim Sediyani, Dünyada konuşulan ilk dil hangisi, 06. 06. 2023https://bingolhaberci.com/dunyada-konusulan-ilk-dil-hangisi/); dahası Aden Bahçesi’nin (Adem’in kovulduğu cennetin) Diyarbakır’daki Evsel Bahçesi olduğunu (Sediyani Haber-18 EKİM 2023);
https://www.sediyani.com/bilimsel-veriler-arkeolojik-bulgular-antik-tabletler-ve-tum-kutsal-kitaplar-isiginda-objektif-ve-gercek-peygamberler-tarihi-kurdistanli-peygamberler-87/) Kürt tarihi, kültürü ve dilinin beşeri medeniyetin merkezi ve asli kaynağı olduğunu ispatladı. Sediyani’nin “bilimsel çalışması”nın, Güneş Dil ve Tarih teorisinden aşağı kalır tarafı yok; her ikisinde de bilim başat malzeme olarak kullanılmıştır.
3)Bir zamanlar 12 Eylül’de beraber 29 gün hücre yattığımız bir arkadaşım avukatım olarak bir mahkemenin karar duruşmasını beklerken dışarıda sohbet ediyorduk, O zaman Suriye’de 200 bin kişi hayatını kaybetmiş, bir milyon civarında kişi mülteci durumuna düşmüştü. Türkiye’nin bu konuda ne kadar yanlış bir politika izlediğini söylediğimde, bu İslamcı avukatım “-Abi, devletler öyle hatalar yaparlar, milli politikalar uygulanırken bazan öyle şeyler olur”demişti de donup kalmıştım. Sanki bu yol kazasında 200 bin kişinin hayatını kaybetmesi son derece normaldi. Aradan 13 sene geçti, ölenlerin sayısı bir milyona, mülteciler sekiz milyona çıktı. Hala nefis muhasebesi yapan bir siyasiye ya da Suriye’nin bu hale gelmesini teşvik ve tahrik eden dernek, vakıf, cemaat ve şahısların hiç değilse tevbe istiğfar ettiklerine şahit olmadık.
4) Bkz. Din ve Siyaset, 3. Bsm., s. 523-580.)