18.02.2024
Ali Bulaç, dinvesiyaset.com’da “Modern Krizi Aşmak” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
İster Türkiye ister başka yerlerde olsun, Müslümanların yakın tarihten tevarüs ettikleri sorunların aşılması düşüncesiyle sosyo-politik sistemlerini köklü bir revizyona uğratmaları zorunludur. Bunu yaparlarken, Batı dünyasında yaşanan zengin beşeri tecrübeden yararlanacaklar ama olduğu gibi tekrar etmeye kalkışmayacaklar, iki asırdır yaşadığımız acı tecrübe bunun bir fayda sağlamadığını göstermiş bulunmaktadır: Müslümanlar taklide ve iktibasa devam edecek olurlarsa, Batı’yı geriden takip etmekten başka bir şey yapmamış olacaklar.
20. yüzyılda Batıcı kadroların Türkiye ve İran’da inisiyatifi ele geçirmesi ve diğer bölgelerde başlayan sömürgeciliğin hakim olmasıyla, Müslümanlar sadece verili sistemin değil, hayatın da dışına itildiler. Sisteme dahil edildikleri alanlarda edilgen nesneler olarak kullanıldılar; zeki ve muhteris olanları devşirildiler. Devşirilenlerin misyonu kendi dar çevrelerini abad etme karşılığında, Marx’ın dediği gibi “afyona çevirdikleri din”le geniş kitlelerin bilinçlerini, manevi duyargalarını dumura uğratmaktır.
Zaman içinde bu durum hem kurumlara ilişkin tecrübelerin yaşanmaması dolayısıyla reflekslerde zayıflık meydana getirdi, hem modernitenin asli unsurları durumundaki felsefe, hukuk, iktisat, siyaset, eğitim, kültür vb. maddi ve maddi olmayan yapıların sorgulanmadan benimsenmesi, hatta temellük edilmesi gibi hazır konformist bir zihinsel tutumun teşekkülüne yol açtı.
Batı bugünkü noktaya kolay yollardan ulaşmadı. Sekiz yüz sene süren mücadele ve gerisinde muazzam bir fikri/felsefi emek var. Batıcı modernler için Batı’nın ağır bedeller ödeyerek elde ettiği hasılayı ceket pantolon gibi ithal edip üstlerine giymekle “muasır medeniyet seviyesine” çıkacaklarını düşündüler. Bu sadece konformist bir zihni tutumun değil fakat daha dramatik olanı nahif bir hazır çözümdü.
Batı’dan olduğu gibi devralınan şeylerin kolay tüketiminin ne büyük tehlikelere yol açtığını gün geçtikçe daha iyi anlayabiliyoruz. Müslüman önderler, siyasetçiler ve kanaat önderleri, “hayata dönelim” derken farkında olmaksızın “sisteme katılır ve verili dünyanın kimliği ve görüntüsü İslam” olan bir parçası durumuna düşmekle karşı karşıya geldiler. “İslam” olarak ortaya çıkan şey, basit bir retorikten ve yanıltıcı bir görüntüden ileri geçemiyor. Bu “şey”in içi boşaltılmıştır, muhtevası tümüyle neredeyse dünyevileştirilmiş ve millileştirilmiştir.
İki tehdit edici sonuçla karşı karşıya bulunuyoruz:
a) Sanki İslam dünyasından ve İslam ümmetinden ayrı, özerk ve kendi başına var olması mümkünmüş gibi bir ulus/milliyet fenomenine inanmak, İslamiyet’i ulus devletlerin coğrafi, iktisadi ve siyasi meselelerine indirgeyip millileştirmek.
b) Buna bağlı olarak İslamiyet’i bir “refah ve medeniyet projesiymiş” gibi yarıştırmak, dünyevileştirmek ve maddileştirmek.
Söz konusu tutum bizi, aşkın/müteal olanla bağ kurarak dönüştürmek durumunda olduğumuz modern dünya karşısında iki ana tutumdan birini benimsemeye götürebilir: Bunlar da ya “Çatışmacı İslam” ya da “Uyumlu ve teslimiyetçi İslam”dır.
Bugün Müslüman dünya bu ikisi arasında sıkışıp kalmış bulunmaktadır. Her ikisi birbirine aykırı görünse bile, gerçekte mahiyetleri ve yönelimleri bir ve aynıdır. Her ikisi verili dünyayı elde edilmesi gereken doğru ve fakat bazı yönleriyle İslamileştirilebilir bir değer olarak algılamaktadırlar.
Batı’ya karşı askeri, teknolojik, ekonomik, bilimsel ve siyasi savaş vermeyi esas alan “İran ve Selefi İslamcıları –ki aralarındaki politik ve askeri çatışmaya rağmen Modern Şiilik ile Modern Selefilik aynı yaklaşımda buluşmaktadırlar-” ile büyük dünya sisteminin bir alt parçası olunarak askeri, teknolojik, ekonomik, bilimsel ve siyasi bir güç olunabileceğini savunan “Malezya İslamcıları” arasında sadece form ve yöntem farkı var.
Modern motivasyon her iki Müslüman entiteyi farklı tutumlara sevk edebilmektedir. Malezya için çok eşli evliliğin, İran için doğum kontrolünün teşvik edilmesi birer “milli/ulusal” meseledir. Her iki tutum da milli/ulusaldır ama hangisi İslamidir, diye sorulacak olsa, niyet halis olmadığından başka bir deyimle milli kaygı ve hedef esas alındığından ikisi de koruyla ilgili esas hükmün maksadına uygun değildir.
Müslümanların dahil beşer türünün sorunlarının başında güç temerküzünü esas alan “modern dünyanın aşılması” sorunu gelir. Bir dinden, hele bu ed-Din olan İslamiyet’ten beklenen, kendini düşmanına bakıp tanımlaması, ona benzemesi, onun araç ve yöntemlerini kullanması değil, aksine kendine özgü hedefleri, sahici araçları ve yöntemleriyle yeni bir dünyanın ufuklarına işaret etmesidir.
Şu halde modern dünya üzerinde çeşitli düşünceler geliştiren Müslümanların zihinsel bir berraklığa kavuşmaları öncelikli bir hedeftir. Söz konusu hedefleri şu şekilde sıralamak mümkün:
1. Birey projesinin çöküşünden sonra insanın yeniden insanlaşması ve özgürleşmesi.
2. Nihilizme dönüşen dünyevileşmenin (sekülarizasyon) derin etkisinde anlam ve amaç kaybına uğrayan hayatın, hangi sahici anlam ve amaçlara göre yaşanacağına ilişkin bir anlam ve yol haritasının çıkarılması.
3. İnsan ile tabiat (canlı hayat) ve insan ile öteki arasında ve belki de daha görünmez olanı insan ile kendi hakikati/nefsi arasında baş gösteren çatışmayı sona erdirecek manevi bir perspektifin bulunması.
4. Bir arada yaşama istek ve yeteneğini kaybetmekte olan insana yeni bir örgütlenme ve yaşama modelinin sunulması.
Hiç kuşkusuz aşılacak şey modernlik ve onun temel varsayımları olan bireycilik, dünyevileşme ve ulus devlet modelidir.
Müslümanlar ister “yarışmacı/çatışmacı” ister “teslimiyetçi/uyumlu İslam”a yakınlık duysunlar, kendi tarihsel ve felsefi evrenleri içinde bireyi var edemezler; dinin ilahi, bâtınî ve uhrevî boyutlarını görmezlikten gelip dünyevi hayatı düzenlemeye kalkışamazlar ve ümmet gerçeğini göz ardı edip sadece içinde yaşadıkları ulusal sınırlar dahilindeki sorunlara çözüm bulamazlar. Bu hüküm cümlesi sadece mü’min Müslümanlar için değil, Müslüman toplumlarda doğup büyümüş ama sonradan Batı’ya gitmiş veya halen Müslüman bir ülkede yaşayıp da kendilerini laik/seküler çerçevede ifade eden ateist, deist veya agnostik kimseler için de geçerlidir. Bunların dramı sanki bu dünyanın çocukları değilmiş gibi, zihinsel bir yanılsamayla kendilerini dışarıda zannetmeleri, Londra, Paris veya bir başka Batılı kentte doğmuşlar da kendi toplumlarına üstenci bakmalarıdır. Bu “garbzedekiler”in “bilinçleri yaralı”dır.
7 Ekim 2023’te katliama başlayan İsrail karşısında tek tek İslam ülkelerinin hiçbir şey yapamadan aciz seyirciler kalmakla yetinmeleri sosyo politik parçalanmışlığın somut tablosudur. Şu veya bu “milli İslam ülkesi” değil, Güney Afrika, Lahey Uluslararası Adalet Divanı’na gidip İsrail hakkında “soykırım suçu” davası açmaktadır. İslam ülkeleri, İsrail’e ses çıkarabilecek kudrette değildirler, ayrıca her birinin kendi halkına karşı sürdürdüğü tutumunda ağır sabıkası vardır.
Yaşadığımız dünyada Müslümanların belli bir düşünme ve yaşama tarzı empoze eden modern dünyada kendileri kalarak sahici hayat alanları açabilmeleri, bununla bağlantılı olarak dünyayı maddi ve kurumsal düzeylerde yaşanır kılmaktan çıkaran piyasa kapitalizmine ve koruyucusu ulus devlete alternatif bir örgütlenme modeli bulmaları ya da küresel güç odaklarına karşı mukavemet göstermeleri sanıldığı kadar kolay değildir. Bu iki konu birbiriyle ilintilidir zira her düşünme ve yaşama biçimi aynı zamanda bir örgütlenme modelini öngörür; her örgütlenme modeli ve buna göre şekillenen idari yapı bir yaşama biçimi empoze eder.
İki yüz yıllık tecrübeden çıkardığımız sonuçlardan biri budur: Söz konusu iki soruna sahici çözüm bulunamadıkça, Müslümanların da verili dünyaya/küresel kapitalist düzene eklemlenen herhangi bir alt-kültürün birimleri olmaktan başka bir misyon görmeleri mümkün değildir. Bunu dahi doğru dürüst başaramıyorlar.
Tabii ki modernlik ve ulus devlet gibi konuları sadece Müslümanlar bir problem olarak vaz’edip tartışıyor değildir. Konformist aydınların dışında, modernitenin kalbinde çok sayıda seçkin (hanif) zihin bu konuda kafa yormaktadır. Modernliğin küreselleştiği dünya hepimizin içinde tehlikeli sularda yüzdüğümüz bir gemi gibidir; bölgeselmiş görünen bir sorun bir anda yer küresinin tamamını etkisi altına alabiliyor. Singapur’daki bir para dalgalanması kelebek etkisi yaratıp dünya borsalarını ve diğer ekonomik süreçleri etkileyebiliyor ise, modernliğin krizi ve ulus devlet modellerinin geçirdiği sarsıntının yol açacağı sorunlar da sadece bir bölge veya bir ülkeyle sınırlı kalamaz.
İnsan fıtratının feryadını dile getiren başka kültürden seçkin insanları modern zamanın hanifleri olarak görmek mümkün. Hanifler “bir şeylerin yolunda gitmediğini” teşhis edebiliyor, bir kısmı her yanı saran kirlilikten uzak durmak için tenha yerlere –çöle, dağ başlarına- göçüyor, ancak hanifler kendi başlarına kurtuluş (necat) yolunu bulamıyorlardı. Bu açıdan davalarında samimi haniflerin “Lâ” şiarıyla tebliğe başlayan bir Elçi-Haberci’nin davetine hemen icabet etmeleri zor değildi. Yaşadığımız zamanda ve bundan sonrasında bir peygamber gelme ihtimali kalmadığından, çağrısına cevap verilecek peygamber Nübüvvet zincirinin son halkası Hz.Muhammed (s.a.)’din tebliğ edip pratiğini gösterdiği İslamiyetten başkası değildir.
Zamanımızın genel gidişinden rahatsızlık duyan insanlarla benzer sorunlar üzerinde yoğunlaşmamız doğal bir durumdur; çünkü modernliğin sosyal hayatı dönüştürücü roller oynamasından sonra, insanoğlunun yüz yüze geldiği sorunlar yöresel ve bölgesel (hatta ulusal?) olmaktan çıkıp üniversal boyutlar kazanmış oldular. Burada deist bir İngiliz ile ateist bir Fransız’ın ya da Katolik bir İtalyan ile Türkiyeli bir Müslümanın benzer yaklaşımlar içinde olması, bunların tümünün benzer dini, felsefi veya kültürel kaynaklardan beslendikleri anlamına gelmez. Bu biraz havanın kirlendiği bir şehirde her dinden ve etnik gruptan insanın aynı anda etkilenmesine benzer.
Müslüman dünyanın dışında olup da yüz yüze geldiğimiz sorunlara cevap arayan insanların çaba ve çalışmaları çok değerli olmakla beraber, yeniden ayağa kalkma cehdimizi bunlara bağlayamayız. Zira bugün modern hayata katılmak üzere büyük bir performans gösteren Doğu dinleri dahil bütün kültürler ve gelenekler bir şekilde modernize olmuşlar ve modernizasyona koşullanmışlardır.
Bu safhada sadece İslam -onu siyasi iktidarlar, üniversiteler ve aydınların modernizasyona katmak veya koşullandırmak üzere giriştikleri yoğun faaliyete rağmen- farklı bir konumda bulunup muhalefetini sürdürmektedir. Dolayısıyla sadece Müslüman kavimler için değil, bütün insanlık için bir umut ışığı varsa bu, ancak İslam’ın kutsal kaynaklarından neş’et eden hüzmelerin bize ulaşabilmesi sayesinde mümkün olabilmektedir.
İslam, Batıya karşı Doğu; Arapların, Türklerin, Farsların veya başka müslüman bir kavmin diğer kavimlere karşı üstünlük kurma davası değildir. “Doğu da Allah’ındır, Batı da” (2/Bakara, 115), “(Yüce) Allah (sadece müslümanların değil) alemlerin Rabbi’dir” (1/Fatiha, 1). Müslümanlar da, salt kendi çıkarları ve cihan hakimiyeti davasına düşüp “İslam milliyetçisi” olamazlar, müslümanlar “İnsanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmettirler, ma’rufu (herkes için iyi ve herkes için çıkar) olanı emreder, münker (herkes için zararlı ve herkes için kötü) olandan sakındırmaya çalışırlar” (3/Al-i İmran, 110).
İslamiyet’in tek başına sahici ve mümkün bir muhalefeti temsil etmesinin sırrını “verili dünyamız”da, başka bir deyişle Reel İslam’da aramak yanlış olur. Çoğunlukla aydınlar, şahsi yetenek ve entelektüel performanslarıyla İslam dünyasının sosyal ve manevi yükselişine güç kattıklarını düşünürler. Kesin olarak yanlış. Bu kibirli iddia Hakikat’in kutsal düzenine meydan okumaktır.
İslam’a tarih içinde gücünü katan ümmetin Kur’an’a ve Sünnet’e itimadı, ihlası ve sadakatidir. İslam, sadece entelektüel faaliyetlerin yoğunluğuyla zenginleşmez, meşru bilgi otoritelerinin yol göstericiliğinde yaşayan Sünnet’le hayat bulur. Modernlik krizini İslam’ın bu sırrı aşacaktır. Bu da sanıldığı kadar kolay ve ucuz yollarla başarılacak bir çaba değildir; belki öncelikle yapılması gereken Modernite yanında Tarihsel ve Reel İslam’la sahici kriterler ışığında yüzleşmeyi göze almak ve başarmaktır.