27.07.2024
Ali Bulaç, akilsiyaset.com’da “Mübadele, Fena mı Oldu?” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Hoşumuza gitmese de, gerçek şu ki, İslam dünyasında Gayrimüslimlere karşı en hoşgörüsüz ülke Türkiye’dir. Gerek genel nüfus potansiyeline göre içinde yaşayan Gayrimüslim oran, gerekse kamu idaresinin tanıdığı haklar bakımından Türkiye; Mısır, İran, Irak ve Suriye’nin hayli gerisindedir. Irak, Suriye, İran ve Mısır’da milyonlarca Gayrimüslim yaşıyor, kamusal hayata katılıyor, parlamentoda temsil ediliyor. Refah seviyesi yüksek bir İslam ülkesi Malezya’da nüfusun yüzde 48’i Müslüman değil, Çinli veya Hindu.
Eğer bir gün İslami temel değerlere dayalı bir demokrasi modeli olacaksa –ben buna “Allah’ın muradına, halkın iradesine dayalı yönetim” derim- buna en yakın bölge Arap İslam havzası, en uzak havza Türkiye-İran’dır. Bu tezi temellendirecek çok sayıda argüman var, fakat konumuz bu değil. Konuyla ilgili zikredeceğimiz sebeplerden biri İran hariç, Ortadoğu Arap havzasında gerek farklı dinlere, gerekse farklı mezheplere tanınan birden fazla hukuk mevzuatının yürürlükte olmasıdır. Mesela Mısır’da Müslümanlar ve Hıristiyanlar farklı, Şafiler ve Hanefi Müslümanlar da farklı sivil medeni hukuka tabiidirler. Suriye’de de böyledir.
Bu kendi içinde sahici bir çoğulculuktur. Türkiye ise bu çoğulculuğu İttihat ve Terakki’den başlayarak Cumhuriyet’le birlikte tamamen kaybetmiş bulunmaktadır.
Tanzimat Fermanı’nın ilanına kadar (1839) Osmanlı Devleti de sivil medeni alanda çoğulcuydu, gerek Gayrimüslimlerin, gerekse farklı mezheplere müntesip Müslüman toplulukların sivil hayatlarını kendi dinlerine ve mezhebî içtihatlarına göre düzenleyip yaşamalarına müdahale etmezdi. Osmanlı “Millet Sistemi”, olabilecek en çoğulcu modeldi. Osmanlı’da ikili hukuk sistemi yürürlükteydi. Şeriatın hükümleri sivil alanda sahici, hayranlık uyandırıcı çoğulculuğu sağlar ve devlet söz konusu çoğulculuk konusunda azami titizlik gösterirken, idare hukukunda Örfi Hukuk geçerliydi, bu alanda da Osmanlı padişahları ve hanedan ne din tanırdı ne Şeriat!
Ortadoğu Arap havzasında bir dizi modern deformasyona rağmen hala bu sistem üzere resmi ve sivil toplum hayatiyetini sürdürüyor. Ortadoğu’yu demokrasiden uzak tutan en belirleyici amil İsrail ve petrol kuyularının korunması konularında son derece kararlı Batılı ülkeler, kısaca ABD ve AB’dir. ABD ve AB, bu tiranların yönettiği bölgenin sahih İslami bilincin politik güç kazanması durumunda yok olacaklarını bildiğinden, özellikle Sovyetlerin dağılmasından sonra İslam’ı ve İslami akımları baş düşman olarak ettiler. Arap havzası devrevi olarak stres toplar, bazan yer yer, bazan eş zamanlı her yerde infilak ve inficara yol açar. Arap Baharı toplumsal patlamaların ne kadar şiddetli olabileceğini gösterdi, bir şekilde Batı yine infilakı ve inficarı manipüle edip isim değişikliğiyle diktatörleri başa getirdi.
Bu durum hiçbir şekilde Müslümanların veya İslamcı siyasi akımların beceriksizliğinden, otoriter doktrinlerinin yanlışlığından kaynaklanmıyor; aksine ABD ve AB’nin kararlı müdahalelerinden kaynaklanıyor ki, bunun en somut örneği eleştiriye açık olsa da İslam ile demokrasi arasında cömertçe ilgi kuran Nahda Hareketi’nin lideri Raşid el Gannuşi’nin hiçbir suçu olmadığı halde, tıpkı Mısır İhvanı gibi bir darbe ile hapse atılmasıdır. 2006’daki seçimleri kazanan Hamas’ın hangi gerekçe ile 45 milletvekili hapse atıldı, Cezayir’de FİS, Türkiye’de Refah Partisi hangi somut suçlardan dolayı askeri darbelere maruz kaldılar? Bangladeş’te bunca senedir İslamcılara karşı yürütülen zulüm ve canilikler niçin bir türlü sona ermiyor?
Bunlar bize gösteriyor ki, demokrasiye ve Gayrimüslimlere karşı hoşgörüsüzlük İslam’dan ve İslamcılardan değil, anti İslamcı kesimlerden, Türkiye’de Kemalistlerden kaynaklanmaktadır.
Mübadele çerçevesinde konumuz olan mübadeleye biraz daha yakından bakmaya çalışalım ama öncesinde yakın tarihte vuku bulan birkaç önemli olayı hatırlayalım:
- 5 Şubat 2006’da Trabzon’da Santa Maria Katolik Kilisesi rahibi Santoro ayin sırasında uğradığı silahlı saldırı sonucunda hayatını kaybetti.
- 18 Nisan 2007’de Malatya’da İncil dağıtan bir yayınevinde Alman uyruklu Timan Ekkehart Geske ile Necati Aydın ve Uğur Yüksel boğazları kesilerek öldürüldü.
- Mardin-Midyat Barıştepe köyü Mor Yakup Manastırı’nda görev yapan Süryani Rahip Edip Savcı fidye için kaçırıldı.
- Türklerin ve Ermenilerin birbirlerini zehirlememeleri gerektiği tezini savunan Hrant Dink’in niçin öldürüldüğü herkesin malumu.
- Aralık 2007’de, önce İzmir-Karşıyaka’da Saint Antuan Kilisesi Rahibi Adriano Francini bıçaklı saldırıya uğradı; ardından Antalya Aziz Pavlus Kilisesi Rahibi Ramazan Arkon’a suikast planlandı.
Bu olayların münferit olup belli bir konjonktürde vuku bulduğu söylenebilir. Zahiren bu böyle olsa da, gerçekte “modern Türkiye’nin toplumsal kültürü”nde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını Gayrimüslimlere karşı hoşgörüsüz kılan, zaman geçtikçe daha da şiddetlenen bir damarın kabarmasıyla ilgisi var. Bu damar (ideolojik/doktriner asabiyet) tamamiyle 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde devletin benimsediği “politik kültür”den kaynaklanmaktadır. Bu kültür henüz temel bir algı değişikliğine uğramış değil.
Bu politik atmosferde küçücük Gayrimüslim nüfus Ruhban okulunu açamıyor, vakıf malları üzerinde yeterince tasarrufta bulunamıyor, kamuda görev alamıyor ve ne yaparsa yapsın “potansiyel tehdit” olmaktan kurtulamıyor.
Hoşgörüsüzlük, hak gaspı ve ayrımcılık yeri geldiğinde, devletin en üst kademelerinde yer alanlar tarafından açıkça dile getirilir. Hatırlayalım, 10 Kasım 2008’de Milli Savunma Bakanı iken Vecdi Gönül, Brüksel’deki konuşmasında şöyle demişti: “Düşünün, Ege’de Rumlar devam etseydi veya Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba böyle milli bir devlet olur muydu?“
1915’te vuku bulan tenkil ve tehcir bir yana, Vecdi Gönül’ün “yaptık da fena mı oldu?” dediği mübadele; 1934 Trakya Yahudi Tehcîri; 1939 ve 1942’de GayrImüslimlere iki kere askerlik yapma ve onlara fazladan “Varlık Vergisi” yükleme mecburiyeti; 6-7 Eylül 1955 olayları; 1964’de 40 bin Rumun sınırdışı edilmesi ve yukarıda sıraladığımız rahip ve misyoner cinayetleri.
Acı olan şu ki, Vecdi Gönül’ün söylediklerinin tümü doğru. (Bkz. Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin Şifresi, İletişim-2008). Kitap, İttihat ve Terakki’nin, Cumhuriyet’e de intikal eden “etnisite mühendisliği”ni anlatıyor.
Bunun tabii ki yakın tarihle ilgili sebepleri var. Bunu da hiç beklenmedik bir zamanda Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün dile getirmiş olması manidardı, bütün bir olayı “gayet veciz” bir biçimde ifade etmiş oluyordu. Vecdi gönül, konuşmasında “Atatürk’ün başarısında Fransız İhtilali ile başlayan milliyetçilik hareketleri sebebiyle Osmanlı’nın dayandığı milletler sisteminin tarihteki ömrünü tamamladığının tespit edilmesinin belirleyici olduğunu, Cumhuriyet’in kuruluşunda en önemli iki unsuru ‘nation building’ (ulus inşası) ve ‘ekonomi’ olarak sıralandığını” belirtiyordu.
Ulus yaratmak için padişahlık ve halifeliği kaldıran Atatürk’ün “bugün fazla hatırlanmayan, ama çok önemli” bir diğer adımının Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi olduğunu belirten Gönül, “Bugün eğer Ege’de Rumlar ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi? Bu mübadelenin ne kadar önemli olduğunu size hangi kelimelerle anlatsam bilmiyorum, ama eski dengelere bakarsanız, bunun önemi çok açık ortaya çıkacaktır. Bugün dahi Güneydoğu’da verilen mücadelede bu nation building’de kendilerini mağdur sayanların, özellikle tehcir sebebiyle mağdur sayanların katkısını reddedemeyiz. O halde (Türkiye’nin) gerçekten çağdaş, medeni ve aydınlanmış insanların ülkesi olabilmesinde Cumhuriyet’in başlangıcındaki prensipler çok önemliydi” diyor.
İzmir Valiliği yaptığı dönemde İzmir Ticaret Odası’nın kurucuları arasında “bir tek Müslüman’ın olmadığını, tamamının Levantenlerden oluştuğunu” gördüğünü anlatan Gönül, Cumhuriyet öncesinde de Ankara’nın “Yahudi, Müslüman, Ermeni ve Rum olmak üzere dört mahalleden oluştuğunu” belirtiyor. İkinci ayak ‘ekonomi’ İzmir İktisat Kongresi ile şekillenen milli ekonomi politikasıdır.
Gönül’ün anlattıkları birebir doğru, ama aynı zamanda ulus devletlerin hangi ağır maliyetlerle kurulduğunun da belgesi. Söz konusu konuşmaya Yunan basını tepki gösterip “Türkiye’nin dinci-milliyetçiliğe” kaymakta olduğunu yazdı. Bizdeki laik pozitivist aydınlar gibi Yunan medyası da yanılıyor: Dinin bu olayda hiçbir dahli yok. Osmanlılar zamanında Anadolu’da ortalama nüfusun yüzde 20-30’u Gayrimüslim idi, İstanbul’un ise yaklaşık yarısı. Geçmişte İslam dünyasının hemen her yerinde de nüfus dağılımı böyleydi, el’an da Türkiye’den daha iyi.
Evet, Gönül’ün söylediklerinde yanlışlık yoktu. Yanlış olan bu zihniyetin bugün de kurucu ideolojinin vazgeçilmezi olarak savunulması ve elbette Kürt sorunu bahane edilerek şiarımız “tek vatan, tek bayrak, tek devlet, tek millet”tir, “beğenmeyen çeker gider” tehdidiyle örtüşme halinde olmasıdır. Tarihsel miras bu. Bu yüzden aktüel siyasette kendinde azıcık güç ve yetki görenler, kızdı mı hemen bir başkasını ülkeden kovma hakkını kendilerinde bulabiliyorlar. Kurucu Kadro’nun yeni bir ulus/millet inşa ve icad etmek amacıyla geliştirdiği çok yönlü sosyo kültürel mühendislik projesi, aynı zihniyet ve yöntemle bir asırdır yönetimden yönetime intikal ediyor.
Bir yönüyle “etnisite”yi, diğer yönüyle radikal laik/sekülerleşmeyi hedef seçen söz konusu mühendislik hala siyasi kültürün ana kodlarını teşkil ediyor, her fırsatta nüksediyor. Hatırlayalım: 1970’lerde “Komünistler Moskova’ya” diye bağırılırdı. 1990’larda “Mollalar İran’a” sloganları yükseldi. Arkasından “Arkadaş, biz buyuz, ya sev ya terket!” tehdidi geldi.
Demirel “Başörtülüler Suudi Arabistan’a gitsin” dedi. Ne kadar hazin, 21. Yüzyılın başlarında mağdurların, kovulmuşların,“kendi yurdunda garip ve parya olanlar”ın umudu olanların iktidarında en yüksek makamdakiler “Beğenmiyorsan çeker gidersin” deyiverdi. Kültür, gücü ele geçirenin kendi “öteki”sini kovup “etnik arı duru ulus inşa etmek” olunca, ülkelerinin harabeye dönmesine bizlerin sebep olduğumuz Suriyeliler, “demografik yapıyı bozuyor” gerekçesiyle kovuluyor. İster tehcir ve tenkil, ister mübadele veya kovma şeklinde olsun, etnik arındırma konusunda siyasi partilerin tamamı aynı politik zihniyetin varisleri.