Ali Bulaç: Mübadele Üzerine

22.07.2024

Ali Bulaç, akilsiyaset.com’da “Mübadele Üzerine” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

Karşılıklı”bedel”den türeyen Arapça kelime olan “mübadele”nin manası, değiş tokuş, takas, bir şeyi bir başkasının yerine koymak olup, siyasi literatürde belli dini, etnik özelliklere sahip kalabalık insan topluluklarının yerlerinden edilerek, yerlerine başka farklı özellikleri haiz toplulukların getirilmesi, iki farklı topluluğun karşılıklı yer değiştirmesi demektir. 

Milli devletler, seçtikleri resmi kimliği teb’alarına empoze ederlerken, bazı toplulukların bu kimliği benimsemeyeceklerini, devlete zorluklar çıkaracaklarını, hatta açık veya gizli “tehdit” oluşturacaklarını düşünüp bunları yüzyıllardır üzerinde yaşadıkları topraklardan başka yerlere sürmek isterler. Mübadele, genellikle iki milli devlet arasında anlaşma ile olur, anlaşmalı mübadele tabii ki nihayetinde etnik ve/veya dini arındırmadır.

Zor kullanarak bir topluluğun yerinden edilmesi doğrudan “arındırma”dır; arındırmaya maruz kalanlar etnik veya dini topluluklar olabilir. 20. Yüzyılın en tipik ve trajik etnik-dini arındırma olayı Sovyet lideri Stalin’in direktifiyle  1944 yılında 400 binin üzerinde Kırım Tatarı’nın yerinden edilmesidir. Çoğu çocuk, kadın ve yaşlı insanlar üç gün içinde (18-20 Mayıs 1944) sığır trenlerine bindirilerek  yurtlarından 1.000 km, uzaklıkta Özbek sınırına sürülmüştü.

19. ve 20. Yüzyıllar boyunca Balkanlar, Kafkasya, Türkiye ve Hind yarım kıtasında dramatik mübadeleler, etnik ve dini arındırma olayları yaşandı.(1)

Yeni kurulan Türkiye ve Yunanistan’da vuku bulan dini arındırma, Müslüman ve Hıristiyan iki topluluğun siyasi liderlerinin aralarında anlaşmasıyla gerçekleşmesi bakımından dikkate değer bir örnektir. Lozan Antlaşması’na (1923) ek olarak yapılan sözleşme uyarınca Türkiye ve Yunanistan karşılıklı olarak nüfus mübadelesi yaptılar. Bu, din esasına göre tehcir ve zorunlu göçtü. Pek güven verici gözükmese de, Anadolu’dan Yunanistan’a 1 milyon 200 bin Hıristiyan Rum, Yunanistan’da Türkiye’ye 500 bin müslüman göç ettirildiği kaydedilir. Mübadelenin büyük bölümü 1923-1924 yıllarında olmuş, geri kalan tehcir 1930 yılına kadar sürmüştür.

Daha öncesinde ve bilhassa Balkan Savaşları’nda Balkanlar’da yaşayan Müslümanların maruz kaldığı zulüm ve baskılar, Milli Mücadele sırasında Anadolu’da, özellikle Ege’de yaşayan Rumların Yunan işgaline gösterdikleri destek, bu iki insan grubu arasında karşılıklı güven krizinin ortaya çıkmasına yol açmıştı, genellikle Yunanlı ve Türk yöneticiler mübadeleye bu gerekçeyi gösterirler. Söz konusu güven krizi etkileyici rol oynamış olsa da, asıl belirleyici faktör yeni kurulacak milli/ulus devletin teb’asının yapısal özelliklerinden dolayı bazı toplulukların milli projeye uyum sağlamayacakları düşüncesi idi: 

Şöyle ki: 

Milli Mücadeleden sonra Gayrimüslimler, Osmanlı’daki “millet statüsü”nden farklı artık “azınlık (ekalliyat)” kabul edilmişti. Bu yeni bir statü idi, zira gerek İslam tarihinde Gayrimüslimlerin Ehl-i Zimmet kabul edilmesi, gerekse Osmanlılar’da millet statüsü kazanması Gayrimüslimlerin “azınlık” muamelesi gördüğü anlamına gelmezdi; azınlık kavramı bizim literatürümüze 19. Yüzyılda ve Batıdan girmişti.

Yeni Cumhuriyetin birinci hedefi milli devlet inşa etmekti, milli devletin kurucu kimliği de Türklük olacaktı. Trakya, İstanbul ve Anadolu’da yüzyıllardır kavim olarak Türk olmayan onlarca topluluk yaşıyordu: Kürt, Arap, Çerkez, Çeçen, Abaza, Pomak vs. Bu etnik grupların ortak özelliği Müslüman oluşlarıydı. Ziya Gökalp’ın doktrinine göre dini yardımcı unsur olarak istihdam etmek suretiyle Müslüman bir topluluğu Türkleştirmek zor olsa da, imkansız değildi ama Hristiyan toplulukları Türkleştirmek neredeyse imkansızdı. Din, devlet tarafından inşa edilecek milletin “manevi unsurlarından biri” olarak kullanılacaktı. Hristiyan veya Yahudiler Müslüman olsa, onları sürece dahil edilip Türkleştirmek zor olmazdı.

Mesela Karadeniz’de köken olarak Rum bir nüfus, evlerinde Rumca konuşurlar ama Müslüman olmuşlardır, Müslüman olmaları dolayısıyla kolayca sürece dahil edildiklerinden ne tehcire veya mübadeleye tabi tutuldular ne de azınlık kabul edildiler. Söz konusu topluluklar Türklüğü kabul etti, bugün de en güçlü Türk milliyetçiliğinin tezahür ettiği bir iki havzadan biri Karadeniz bölgesi sayılır. Şehirleri birer sembol kabul edecek olursak, Trabzon merkezli Kafkas kökenlilerin, İzmir merkezli Rumeli kökenlilerin ve Yozgat merkezli Anadolu milliyetçiliği, ortak Türk kimliğinde birleşiyorlarsa da, aralarında hayli önemli refleks ve motivasyon farkı bulunmaktadır. 

Kurucu Kadro’nun mübadeleye başvurmasının ikinci sebebi, yine Ziya Gökalp’ın fikrinden hareketle, Batıda muadili olmayan burjuva sınıfını devletin oluşturması gerektiği gerekçesiydi. Eğer Batıda ekonomik ve teknolojik kalkınmayı burjuva sınıfı gerçekleştirmişse, yeni Türkiye’de de bu sınıf aynı fonksiyonu görebilirdi, ne var ki bizim tarihimizde burjuva sınıfı yoktu, o zaman ne yapmalıydı?

Bu konu 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde tartışılmıştı, Mustafa Kemal’in de kanaati bu yöndeydi. Devlet birinci elden halktan temin ettiği iktisadi kaynakları, Türkiye’yi ekonomik ve maddi yönden kalkındıracak ve toplumu Batılılaştırma yoluyla modernleştirmek üzere rol model olacak bir zümreye aktaracaktı, fakat bu orta vadeye yayılan bir yoldu, kısa vadede mübadeleye tabi tutulan Gayrimüslimlerin mallarına mülklerine el koymak pratik bir yoldu. Bu sayede kolay ve kısa yoldan yeni devlet burjuvazisine kaynak-sermaye aktarmak mümkün olacaktı. 1915 Tehcir ve Tenkili’den başlamak üzere Ermenilerin ve kısmen Süryanilerin servetlerine el konulmuş, bu sayede devlet destekli bir tüccar ve toprak ağası (mütegallibe) zümresi teşekkül etmişti.(2)

1923-24 mübadelesinde Gayrimüslimlerin mal ve mülklerine el koyma işlemine Rumlar eklendi, daha sonra 1942’de Varlık Vergisi’yle Yahudiler, 6-7 Eylül 1955 olayları ile geri kalan Rumlar da eklenmiş oldu.(3)

Milli/ulus devlet projesinin bir aparatı olarak kullanılan mübadelenin hem Müslümanlara hem Hıristiyanlara ağır maliyeti olmuştur. Bugünkü sorunlarımızın kahir ekseriyeti yakın tarihte yaşadığımız trajedilere dayanmaktadır. Mesele şu ki, devlet eliyle emredilen resmi tarih görüşü, geçmişimizi doğru anlayıp ondan ders çıkarmamıza mani oluyor, esasında sahih kaynaklara ulaşma imkanımız da sınırlı. İktidar aydınları ve akademik dünya, tarihi farklı kaynaklara da müracaat ederek  okumaya yanaşmıyorlar. Bu yüzden tarihimizle yüzleşip gerekli dersleri çıkaramıyor, her seferinde aynı hataları tekrar edip duruyoruz.

Tarihi olaylara bakarken tek yanlı tutum bizi gerçeğe götürmez. Mübadele ile  milyonlarca Rum, Ermeni ve Süryani büyük acılar yaşadı. Bu doğru, ama buna mukabil ve daha öncesinden milyonlarca Müslüman ve Türk de benzer acılar yaşadılar. Haklı olarak Gayrimüslimlerin acılarını dile getirenler, eş zamanlı olarak Müslümanların acılarını görmezlikten geliyorlar. 19. Yüzyılın ikinci yarısından başlamak üzere, Balkan savaşları ve uğradığımız toprak kayıpları sonucunda yerinden edilip de göçe zorlanan, malları ve mülkleriyle beraber tarihlerini ve köklerini arkada bırakıp yollara düşen ve bu arada yüz binlercesi sersefil vaziyette hayatını kaybeden Müslümanları da anmamız lazım. İttihatçıları ve Kemalistleri Gayrimüslimlere karşı bunca acımasız kılan birkaç sebepten biri tabii ki onların ideolojisi, yeni devlet tasarımları ve bir de elbette söz konusu muhaceretlerde gadre uğrayan milyonlarca Müslümana karşı “mukabele-i bilmisil”de bulunma düşünceleriydi. Buna hukuk açısından hakları yoktu. Çünkü “Size yapıldığının misliyle karşılık verin” buyrulur, ama hemen arkasından “sakın haddi aşmayın” uyarısı yapılır.

1915-1923 ve sonrasında yapılanlarda bu kurala riayet edilmemiş, üstüne üstlük her iki tarafta kalan “bir avuç azınlık”, yani Türkiye’deki Rumlar ve Yunanistan’daki Müslümanların statüsü biri diğerine karşı rehin tutulmak üzere “mütekabiliyet esası ilkesi”ne bağlanmıştır. Buna göre kağıt üzerindeki yaldızlı laflara rağmen, pratikte Yunanistan Müslüman azınlığa zulmedecek olsa, Türkiye kendi azınlığını kıskaç altına alabilecek, Türkiye Gayrimüslimlere haksızlık yapacak olsa Yunan devleti Müslümanlara baskı uygalayabilecektir.

Pek üzerinde durulmayan nokta şu ki, 1923 mübadelesi fikrini İngilizlerin ortaya atmış olması ve Cemiyet-i Akvam’ın bunu adeta taraflara empoze etmesidir. İngilizlerin yönlendirmesiyle Cemiyet-i Akvam, Fridtjof Nansen’e kapsamlı bir rapor hazırlattırdı; denebilir ki mübadele süreci bu rapor çerçevesinde gerçekleşmiştir. Milli devlet kurma arzusuyla yanıp tutuşan Yunan ve Türk elitleri, savaştan sonra kendi topraklarında “farklı dinden yabancı” görmek istemiyorlardı. Bunların arındırmaya tabi tutulması konusunda iki devlet hem fikirdirler. Dikkat çekici olan, Lozan’da neredeyse her madde üzerinde büyük tartışmalar çıkarken, “mübadele konusu” hiç tartışılmadan paket halinde ve hemen kabul edilmişti (30 Ocak 1923).

Tenkil, tehcir ve mübadele trajedilerinin yaşanmasında uluslararası güçler, mukatele eden taraflar rol sahibidir, ama zamanın hegemonik felsefesinin kıyıcı etkisi hepsinden baskın rol oynamıştır. İki asırdır siyasetçilerin, yöneticilerin ve aydınların yegane ilham kaynağı Batı oldu. Bugün eskisine nazaran pek hafiflemiş görünüyorsa da, Batı tarihinde  asimilasyon, etnik arındırma, din ve mezheplere baskı ile soykırım halen vardır. 

Tarihsel ve felsefi kodları itibariyle Batılı kültür, “öteki” kabul ettiği farklı dinden ve etnik gruplardan insanlarla yaşama tecrübesine sahip değildir. Tabii ki bir bölüm Batılılar çokkültürlülüğü, çoğulculuğu sisteme katmak için büyük çabalar harcıyorlar, tarihleriyle yüzleşiyor. Ama form olarak ulaşabildikleri yegane çözüm hala ulus devletten başkası değil. Takdire şayan bir proje olmasına rağmen AB bile tadil edilmiş haliyle devasa bir ulus devlettir.

Bugün hala can yakmaya ve kaynak heba etmeye devam eden Kürt sorununa çözüm aramaya çalışırken, geçen yüzyılda yaşanan trajediler üzerinde etraflıca düşünmek, aynı hatalara düşmemek lazım. Konuya devam edeceğiz.

Notlar

1) 1990’larda 11 günlük Kafkasya seyahati sırasında onbinlerce Azeri’nin Erivan’dan Bakü’ye, buna mukabil onbinlerce Ermeni’nin de Bakü’den Erivan’a; yine binlerce Müslüman Abaza’nın Tiflis’ten Abaza’ya, binlerce Hristiyan Gürcü’nün de Abaza’dan Tiflis’e trenlere balık istifi doldurularak gönderildiklerine şahit oldum. Hepsi yürekler acısıydı. 1947’de Pakistan’ın kurulmasından sonra milyonlarca Müslüman ve Hindu’nun maruz kaldığı dini arındırma diğerlerinden daha az trajik değildi.

2) Sol-sosyalist yazarlar, toprak ağalığının bizde tarihsel derin ve yapısal bir geçmişe dayandığını öne sürerler. Yaşar Kemal başta olmak üzere, Fakir Baykurt, Mahmut Makal gibi romancılar, filmlerinde Yılmaz Güney bu temayı işler. Ancak Miri Arazi düzeninin söz konusu olduğu Osmanlı’da toprak üzerinde özel mülkiyet ilk defa 1858 Arazi Kanunnamesi’yle başlar, yine de kurumsal bir ağalığın teşekkül etmesi için Cumhuriyet’in kuruluşunu beklemek lazım; asıl toprak üzerinde ağalık sistemi yöresel isyanları bastırmak ve devlet destekli bir zümreyi zenginleştirmek üzere yöresel beylere büyük toprakların devlet tarafından verilmesi Cumhuriyet’le gerçekleşir. Sol cenah içinde bunun ilk farkına varan Kemal Tahir oldu, Devlet Ana romanını bu tezi çürütmek üzere yazdı.

3) Milli Mücadele yıllarında Hind Müslümanlarından Halife’nin talimatıyla işgalcilere karşı mücadele ettiğine inanılan Kuvay-ı Milliye’ye tenekeler dolusu altınlar geldi. Epey kısmı elit zümre tarafından çarçur edildikten sonra, geri kalan miktarını Mustafa Kemal, yerli burjuva yetişsin diye CHP’nin de pay sahibi olduğu İş Bankası’na, Türk Dil Kurumu’na tahsis etti.

 

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir