18.03.2024
Ali Bulaç, alibulac.net’te ““Müslüman Aydın”ın Ortaya Çıkışı” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Bu yazıda “alim, mütefekkir veya entelektüel” yerine “aydın” kelimesinin seçilmiş olması tesadüfi değildir. İslam geleneğinde maruf ve makbul isimlendirme alim veya ariftir; aydın batı ile temasa geçilmesinden sonra önce “münevver”, sonra “aydın” adı altında yeni bir kişilik profili ortaya çıkmıştır.
İstisnalar hariç ilahiyat tahsili görmüş olsa da, ilahiyatçı akademisyen “alim veya arif” kapsamına girmez. Hakim karakteri itibariyle ilahiyatçı akademisyen aydın olmaya yatkınlık göstermektedir. İleride bu karakterin değişmesi imkansız değildir, umulur!
Alim ve ariften farklı bir kategori olan aydın, Aydınlanma’nın temel felsefi varsayımlarından beslenen, modernleştirici devletle aynı amaçlar peşinde olan ve laik-seküler veya hayli dindar gözükse de gerçekte pozitivist despotizme itirazı olmayan kişidir. Pozitivist despotizmin sert ve radikal şekli olduğu gibi rafine ve sofistike şekli de vardır.
Aydın kategorisinin teşekkülü İkinci (1950-2000) ve Üçüncü Nesil (2000’den bugüne) İslamcılıkla eşzamanlı yürüdüğünden, konu İslamcılığın bilhassa 1970’lerden sonraki serüveniyle yakından alakladır. Kemalist ve sosyalist cenah bu tarihlerde İslamcı akımların neşv-ü nema bulmasını komplo teoriyle açıklamaya pek yatkındırlar. İyi bir aydın olması hasebiyle aklın emrettikleri söz konusu olduğunda, sınırsız tercih ve özgürlük olamayacağını savunan Murat Belge bile, özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle sol ideoloji ve akımların yasaklanmasından sonra İslamcı akımların ortaya çıktığını düşünür.
Komplo teorileri zihni bir konfor sağlasa da sosyal, siyasal, kültürel ve düşünsel sorunlar ele alındığında, dahili faktörlerden çok harici faktörlere atıflarda bulunulması bize gerçeği eksik gösterir. Sosyo politik olaylar üzerinde her zaman harici faktörlerin belli bir payı var ama bu faktörler belirleyici olmaz, etkileyici olur. Kemalist ve sosyalist aydınların harici faktörleri abartması 1980 yıllarına kadar Amerika’nın kendi nüfus sahası dahilindeki veya müttefiki olduğu ülkelerle ilgili politikasına yaptıkları atıfta ifadesini bulur. Hatırlanacağı üzere Brezinski’nin doktrinine göre “Komünizme ve Sovyet tehdidine karşı dost ülkelerde Müslümanlığı bastırmak, düşman ülkelerde ise kışkırtmak” gerekirdi. Buna göre, mesela Doğu Blok’u ülkelerinde insanların dine dönüşü teşvik edilmeliydi. Gerçekten de CIA’nin Katolik Kilisesi ile başta Polonya olmak üzere Doğu Avrupa ülkelerinde oynadığı rol inkar edilemez.
Doğu Avrupa için durum bu idiyse de, Türkiye’ye gelindiğinde doktrinin kendisi kemalist ve sosyalist açıklamayı geçersiz kılıyordu. Örneğin Türkiye NATO ittifakına üye “dost ülke” iken ABD’nin buradaki İslami hareketlere hayırhah bakmaması beklenirdi. Sonraları ortaya çıkacağı üzere –Mahir Kaynak bunu defalarca dile getirdi- Amerika bizde “Komünizmle Mücadele Dernekleri” yanında bir ikisi hariç neredeyse tüm Marxist hareketlere destek vermişti. Marxist örgütler geliştikçe Türkiye’nin NATO’daki konumu ve Lozan’la verilmiş sosyo politik taahhütler pekişmekteydi. Dahası, 1945 Yalta Anlaşması mucibince Sovyet Rusya’nın Türkiye’yi batıdan koparıp Varşova Paktı’na dahil etme gibi bir hedefi yoktu, bu Üçüncü Dünya savaşına yol açardı. Evet Rusya’nın Deli Petro’dan beri hep sıcak denizlere inme gibi bir emeli olmuştur ama ancak rol aldığı 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünden sonra bu emeline kısmen kavuşacaktı ki, bugün Suriye’deki durumu bunun sonucudur. Yine Mahir Kaynak’ın “sıra dışı bir olayın görünür faillerine değil, kimin işine yaradığına bakmalı” görüşüne katılmak icap ederse 15 Temmuz’un en kazançlı aktörlerinden biri Rusya ve içerdeki uzantıları olmuştur.
Sovyet sisteminin çöküşü sadece ABD’nin Blok içinde destek verdiği “dini hareketler”e bağlanamaz. Yıldızlar Savaşı Projesi’ni, merkeziyetçi devlet politikalarının 70 sene süren uygulamalar göz önüne almadan sistemin çok yönlü çöküşünü anlamak mümkün değil.
Komplo teorisi, sosyal ve kültürel hareketleri sonuçta gidip devletlerin stratejik aklının işleyiş biçimine endeksler. Belli toplumsal gelişmelerin ortaya çıkmasında devletlerin belli bir etkisi oluyorsa da, nasıl harici faktör iç dinamiklerin teşekkülünde tam anlamıyla belirleyici olamıyorsa, devletler de bir yere kadar rol oynayabilirler. Asıl sosyal dinamiklerin ortaya çıkışını sağlayan şey, bizzat o sosyal yapının kendisidir. Komplocu açıklamaya göre devlet hangi aydın, siyaset, ekonomik ve sosyal zümrelerle iyi ilişkiler içindeyse, onun söylemi veya retoriği hakim duruma gelir, bir bakıma moda olur, genel eğilim haline gelir, insanlar da ona itibar eder. Metodolojik açıdan bu yanlıştır. Öyle olsaydı tarihte hiçbir zorba yönetim değişmezdi, çünkü her zorba yönetimin destekçisi aydınları ve toplumsal zümreleri olmuştur. Zulüm Roma’da somutlaşsa bile, günün birinde kızgınlar baltalarıyla onu hâk ile yeksan ederler.
Rahat zihinleri komplo teorilerine yatkın kılan somut sebep, iç dinamiklerle infiale geçen sosyo politik olayların, mesela Arap Baharı’nın sonuçta iç ve dış güçlerin manipülatif müdahalelerine açık olmasıdır. Manipülatif müdahaleler birer hakikat ise de, patlamalara ilk hareketi veren iç ve dış güçler değil, iç sosyal dinamiklerdir.
Bir düşünceyi besleyen önemli sosyal dinamikler vardır. Söz gelimi Türkiye’nin yaşadığı yakın tarih ve içinde bulunduğu realite açısından her gelişme dış faktörlere bağlanamaz. İslami hareketleri veya oluşumları sadece 1980’lerde veya 1970’lerde ortaya çıkmış hareketler olarak göremeyiz. İslamcılığın derin bir geçmişi vardır. 19.yüzyılın son çeyreğine kadar uzanan güçlü fikri, politik ve toplumsal akımlardan söz ediyoruz. Hint yarım kıtasında, Mısır’da ve İran’ da güçlü bir geleneği paylaşıyor. İslamcılık dediğimizde akla Muhammed Abduh, Cemalettin Afgani, Reşit Rıza, Hind yarımkıtasında Muhammed İkbal, daha öncesinde Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Süavi vd.. Mısır’da Hasan el Benna, Seyyid Kutup, Cezayir’de Malik Binnebi, Tunus’ta Raşid el Gannuşi; İran’da İmam Humeyni, Ayetullah Mutahhari, Ali Şeriati gelir. Akabinde de Türkiye’de Mehmet Akif’in çizdiği hatt-ı hareket üzerinde yayın yapan Sebilü’r-Reşat, Sırat-ı Müstakim geleneği gelir ki, bir ara bu mevkuteler 400 bin basıp İslam diyarının her tarafında okunuyordu. Arkasından Said Nursi, Necip Fazıl, sonra Sezai Karakoç var. Bu durum, dünyanın çeşitli bölgelerinde o ülkenin de yerel şartlarına uygun biçimde bir ifadeye kavuşmuştur.
Bu saydığımız isimlerin kahir ekseriyeti bir yönüyle alim bir yönüyle entelektüel kimselerdir. Limin de, entelektüelin yetişmesi kolay değildir. Hele bizim gibi toplumun zihin hayatı üzerinde resmi blokajların hüküm sürdüğü, bağımsız düşünmeye çalışan insanların dışlandığı ya da bariz siyasi baskılarla karşı karşıya bulunduğu ülkelerde entelektüellerin yetişmesi çok daha zordur. Bu olumsuz şartlar aslında sadece bize özgü de değildir; yakından bakıldığında dünyada genel bir fikri yoksulluk yaşandığını tespit edebiliriz. Hala çağımızı derinden yönlendiren fikri koordinatlar geçen iki yüzyılın büyük zihinleri tarafından belirlenmeye devam etmektedir.
Necip Fazıl, iyi bir şair, güçlü bir polemikçiydi. Cesur, baş eğmez bir ruha sahipti, hidayet bulduktan sonra bir daha şüphe etmedi, geldiği hidayet durağında sabit kadem durdu ve bu durağın ideolojik ve politik vasatını terk etmeden hayatını tamamladı. Tabii ki, İslami ilimlere vukufiyeti yoktu, ulema geleneğinden gelmiyordu.
Sezai Karakoç da iyi bir şairdi. Şiir yanında entelektüel düzeyde de eserlere imza attı. İyi bir birikime ve entelektüel bir derinliğe sahip Karakoç’un kitapları genel kitleye hitap etmiyor olsa bile onu izleyen geniş, duyarlı bir kitle vardı. Sade hayatı, insanları yıpratan polemiklerden uzak durması ona ayrıca bir saygınlık kazandırdı. O bir “medeniyet projesi”nin, yeni bir “diriliş”in zihni altyapısını titizlikle ve sabırla inşa etmeye çalışan bir fikir işçisiydi. Ulema geleneğinden gelmiyor idiyse de, bu geleneğe saygılıydı. Karakoç, “yarı resmi aydın” olma tuzağına düşmeden, yol gösterici bir entelektüel olmanın iyi bir örneği olarak hayata gözlerini yumdu.
Türkiye’de, Mısır, İran ve Hint yarı kıtasında görmediğimiz başka bir durum yaşandı. Osmanlı’da yepyeni bir İslami doğuşu sekteye uğratan en önemli amillerden biri 1915 Çanakkale Savaşı’dır. “Medreseliler savaşı” adı da verilen bu destansı direnişte on binlerce medrese öğrencisi hayatını kaybetti. İmparatorluğun kalbi payitahtın tehlikeye gireceği anlaşıldığında İslami bir dirilişin entelektüel temellerini atma idealiyle yaşayan onbinlerce öğrenci kitaplarını raflara kaldırarak Çanakkale’ye koştular ve elbette neredeyse tamamı şehit düştü.
Buna rağmen Türkiye’de 1925 yılına kadar güçlü İslami bir felsefi hareket söz konusuydu. İzmirli İsmail Hakkı’nın ve Dar’ül-fünun Mecmuası çevresinin geliştirdiği felsefi hareket bunun göstergelerinden biridir. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde İslam felsefesinin neredeyse önemli kaynakları taranmış, Türkçe’ye tercüme edilmiş veya Arapça yayınlanmış. Siyasi anlamda meydana gelen değişiklik bu hareketin akamete uğramasına yol açtı. Yirminci yüzyılın yarısına kadar Türkiye ve İran hariç, İslam dünyasının yüzde 80’i sömürge olmuştu. Sömürgelerde sömürge yönetimleri, Türkiye ve İran’da ise baskı rejimleri nefes aldırmıyordu. Böylelikle zincir kopmuş oldu.
Bu zincirin 1925’ten sonraki halkası ancak 1960’lardan sonra bağlanacaktı. Bunun 1950’de çok partili hayata geçilmesi ve 1961 Anayasası’nın getirdiği kısmi özgürlükler yardımıyla olduğunu belirtmek lazım. Sol ideolojiler yanında Müslüman gruplar, biraz da el yordamıyla kendi geleneklerini iyi tanıyamadan, 27 senenin kopukluğunu üzerlerinden tam anlamıyla atamadan, yoğun bir şekilde tercüme faaliyetlerine giriştiler. İkinci Nesil İslamcılığın bu zeminde ortaya çıktığını söylemek mümkün.
İslamcılığı besleyen diğer önemli faktör 1950’lerden başlayarak halen sürmekte olan göçtür. GöçleTürkiye’nin toplumsal hayatı bir anda değişti. Belki de yüzyıllarca belli bir toprak parçasında yaşayan insanlar bir anda mekan üzerinde yer değiştirmek zorunda kaldılar, öylesine yer değiştirdiler ki, ta Batı Avrupa’nın çeşitli merkezlerine kadar uzandılar. Bu durum ister istemez Türkiye’nin sosyal hayatında önemli değişikliklerin meydana gelmesine yol açtı. O günlere kadar Cumhuriyetin kurucu ideolojisi doğrultusunda oturmuş resmi bir toplum, seçkinci, imtiyazlı zümreler vardı. Bunlar devletin zenginleri ve modernleştirici zümreleri olarak konumlandırılmıştı. 1930’lardan sonra devletçi politikaların da beslediği bu zümreler, resmi toplumun üç sacayağını oluşturuyordu; askerler, sivil bürokratlar ve devletin desteğinde yeni modernleşme politikalarını Anadolu’ya götürecek, Anadolu’yu aydınlatacak aydınlardı. Cumhuriyetin bu zümreye yüklediği misyonu Halide Edip Adıvar, Refik Halit Karay, Esat Mahmut Karakurt’un romanlarında bulmak mümkün. Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu’nda karanlığa karşı mücadele veren Feride bunun tipik örneğidir. Bu aydınlar dinin ve geleneğin sebep olduğu karanlığı aydınlatacaktı ama yine de Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban’ında anlattığı üzere Anadolu insanı modernizasyonun seküler deist rahiplerine“Beyim, biz Türk değiliz, elhamdulillah müslümanız” diyor, elinde Aydınlanma’nın feneriyle gelen öncü birliğe şüphe ile bakıyordu.
Milli Şef-İsmet İnönü döneminde bu süreci daha da hızlandırmak için kurumsal manada köy enstitüleri düşünüldü. Çünkü bireysel olarak İstanbul’da veya Ankara’da aydınlanmış, aydınlanma felsefesini iyi tanıyan ve bir an önce Anadolu’yu “karanlıktan aydınlığa” çıkarmak isteyen gönüllü şahısların çabası buna yetmiyordu. Yerinde ve kurumsallaştırarak bunu sağlamak gerekiyordu. Başlangıçta 1930’larda açılan “Halkevleri” aracılığıyla Anadolu’ya aydınlanmanın ışığı götürülmek istendi. Bu çerçevede camiye ve tekkelere alternatif “Halkevleri” oluşturuldu. Kadın-erkek insanlar oraya doluşuyor, kültürel ve sosyal bir değişimin yaşanmasına önayak oluyordu. Modernleşmenin göstergesi, kadın erkek yapılan danslar, alkollü içkilerin alınmasından ibaretti, o gün bugün kemalistlerin önceliği kadın ve içki üzerinde yoğunlaşır.
Ancak Halkevleri gibi Köy Enstitüleri de tutmadı, yerini Cumhuriyet’in daha seçkinci çevrelerinde “Gardrop Atatürkçülük”e bıraktı. Aydınlatma görevini üstlenmiş insanlar çok farklı bir gezegenden gelmiş gibiydiler. Halkevleri veya Köy Enstitüleri halkla çatışmaya giriştiler. Bir türlü halkla, tarlada çalışan, köyünde olan insanlarla bir iletişim kuramadılar. Bu olayı Fakir Baykurt’un veya Mahmut Makal’ın köy romanlarında bariz bir şekilde görmek mümkün. Hatta Yaşar Kemal’in romanları da yaklaşımdan beri değil. Bu romanların tasvir ettiği Anadolu köylerinde insanlar sefalet, ağa baskısı altında ve cehalet içinde yaşıyorlar, ancak bu köyde cami bulamazsınız, imam yoktur, insanların dini hayatlarının izine rastlanamaz. Söz konusu romanlarda kutsaldan arındırılmış (profan), manevi inançları tamamen hurafelerden ibaret, ağanın, feodal beylerin baskısı altında yaşayan, bilinçten yoksun, direnme şuuru olmayan sürü türü insanlar tasvir ediliyor. Şimdilerde TV.de gösterilen “Kara Ağaç Destanı” Harran’daki hayatı böyle tasvir etmeye devam ediyor.
Sol aydın, Miri ve Haraci Arazi sistemini batı feodalitesiyle karıştırıp, Cumhuriyet’le ortaya çıkan Ağalığı 1.400 yıllık tarihin mirası olarak okuyordu. Oysa batı benzeri Bizans ve Sasani feodalizmi bu topraklarda Sevad Arazisi’ne getirilen sistemle (Miladi 636) sona ermişti. Bunun ilk farkına varan Kemal Tahir olduysa da (Devlet Ana), hakim sol zümre onu aforoz edip bir gece akşamdan sabaha kadar evinde kalp krizine yol açacak kadar hırpalamaktan çekinmedi.
1750 sanayi devriminin başladığı büyük göç dalgalarıyla oluşan modern kentin sorunlarına bakıp doğu İslam toplumları anlaşılamazdı; ATÜTÇÜ’ler (örneğin Sencer Divitçioğlu) başta olmak üzere sol pencereden bakan aydınlar tarihsel ve toplumsal arkaplanı olmayan analojiler yaparak olup biteni açıklamaya çalıştılar. ATÜT, Montesguieu, Karl Marx ve diğerleri için doğu toplumunu açıklayacak anahtar terim “doğu despotizmi”dir. Despotizm doğunun kaderini belirleyen öz ise, despotizmi Aydınlanmacılar temsil ettiğinde kurtuluş mümkün olacaktır. Doğan Avcıoğlu’nun kurtuluş reçetesi de buydu; aydınlar askerlerle işbirliği yapıp toplumu modernleştireceklerdi, başka seçenek de yoktu. Cumhuriyet Gazetesi ve giderek ideolojik hegemonyalarını arttıran Kemalistler halen bu kanaattedir.
Batı feodalitesi ile doğudaki Miri ve Haraci arazi sistemi aynı şeyler değildir, her iki tarihsel gelişme arasında temel bir fark söz konusu.
Bugünkü sorunları anlamanın bir yolu, geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayıp bugün de süren göçü anlamaktan geçer.
İlk göç dalgası 1950’de yaşandı. 1960’lardan sonra göç yeni bir ivme kazanıp kırsal kesimlerden kentlere doğru göç hızlandı. 70’lerden sonra göçün kendisinde nitel bir değişme meydana geldi. Bu sefer köyden kente değil de, kentten kente göç yaşanmaya başladı. Birtakım şehirler hızla göç vermeye başlarken (itici hareket) birtakım şehirler de göç almaya başladı (çekici hareket). Aslında 1946 yılında devletin kararı ile demografik yapıya hafif ölçekte bir müdahale söz konusuydu. Çünkü 1923’ten1950’ye kadar uzun bir süre toplum geleneksel yapısını muhafaza ediyordu. Bunu değiştirmenin yolu, insanları şehre taşımak olarak düşünüldü. Bu olaya sarahatle dikkat çeken İdris Küçükömer’dir.
Esasında II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’ya işçi göndermenin sebeplerinden biri buydu. O zaman Türkiye’de bugünkü gibi istihdam açığı yoktu, işsiz sayısı az, nüfus zaten düşüktü. İnsanlar, iyi kötü bir iş bulabiliyorlardı. Ama düşünüldü ki “biz Anadolu’yu büyük kentlere taşırsak, hatta Avrupa’nın belli başlı merkezlerine gönderirsek; bunlar şehirde farklılaşır, değişir, Avrupa’da da medeniyet görür, sonra döner Anadolu’yu aydınlatırlar.” Yani devlet aydın, halkevleri ve köy enstitüleri aracılığıyla yapmayı düşündüğü şeyi, bu sefer halk üzerinden yapmayı planladı.
Proje müthiş bir buluştu: Sivas’ın hiç şehir yüzü görmemiş köylüsü Frankfurt’a yerin dörtyüz metre altına ışınlanacak, bir süre Almanların yapmaya tenezzül etmediği işleri yapıp Türkiye’ye döndüğünde Anadolu’yu medeniyet ışığıyla aydınlatacaktı.
Sanayinin Marmara ve çevresinde toplanmasının bununla da ilgisi var. Eğitim kurumları, büyük üniversiteler aynı merkezi yerlerde toplandı. Truman Doktrini çerçevesinde ABD’den yapılan Marshall yardımları doğrudan karayolları yapımında kullanıldı. O dönemde demiryollarına yatırım yapılabilirdi. Tarıma makine sokulmasıyla tabii sosyal, ekonomik ve fiziki manada insanlar göç etmek zorunda kaldı, büyük şehirlere taşındı. Yardım yapan Amerika’nın iki şartı vardı: Tarıma makine ve karayolları yapımı. Ne var ki tarımı terkedip karayolları üzerinden şehirlere gelen insanlarda beklenen mutlu sonucu doğurmadı.
Göç sonucunda insanlar bir bakıma kendilerini yeniden keşfettiler. Kendi geleneksel ve bildik aşina çevrelerinde, Anadolu’da bir kasabada, köyde yüzyıllardır sürdürdükleri kültürün farkında değillerdi. İnsan kendi nefesinin kokusunu hissetmez. O kültür havaya sinmiş gibi, gündelik hayatın bir parçasıydı. Belki de yapıp ettiklerinin çoğu üzerinde düşünmüyor, sorgulamıyor, değiştirmek için herhangi bir şey yapmıyorlardı. Büyük kente geldiklerinde kendilerini yeniden fark ettiler, kendileri üzerinde yeniden düşünmeye başladılar. Bütün büyük değişimlerin başlangıcında hicret (göç) vardır, Türkiye’de de olan üç büyük göç dalgası kritik değişimlere yol açacaktı.
Göçle insanlar savruluyor. Bir köy olduğu gibi İstanbul’a taşınmıyor, paramparça oluyor. Bu insanları toplayacak, kaostan kurtaracak birtakım faktörlerin olması lazım. Avrupa’da bu durum sanayileşmeden sonra düşünülmüş, devlet veya resmi kurumlar birtakım önlemler almıştır. Türkiye’de bu düşünülmedi. Bu süreçte din ve dine dayalı cemaatler, tarikatlar devreye girdi; insanları topladılar, bir araya getirdiler, çadır açtılar, şemsiye oldular ve insanlar o şemsiyelerin altında toplandılar. Tarikat ve cemaatler olmasaydı, şehre göçle yeni gelenlerin toplumsallaştırılması, şehre intibak ettirilmesi çok daha sancılı olurdu. Böylece sosyal manada İslamcı akımların ortaya çıkışı, gelişmesi bu demografik değişimle ilgilidir.
1990’lardan sonra Türkiye’deki İslami çalışmaların üç ayrı alanda gelişme gösterdiğini tespit ediyoruz:
1) Sosyal alan Müslümanlığı: Aktif siyasetle uğraşmayıp siyasete de kayıtsız kalmayan, yani uzak mesafeden, kendisini ilgilendirdiği kadarıyla siyasetle ilgilenen cemaat ve tarikatların tutumu. “Sosyalleştirici İslam”ın fonksiyonunu kimse inkâr edemez! Cemaatler dağılan, bileşenlerine ayrılan, savrulan insanları toparladı, harmanladı ve şehre yerleştirdiler. Sosyal barış ancak bu sayede oluştu. İnsanlar bunalıma, krize girmediyse, Avrupa’da olduğu gibi büyük sosyal patlamalar, etnik ve sınıfsal çatışmalar ortaya çıkmadıysa biz bunu sosyal alanda faaliyet gösteren İslami çalışmalara, cemaat ve tarikatlara borçluyuz.
2) “Siyasi alan Müslümanlığı: Anadolu’nun köyünden, küçük kentinden İstanbul’a gelen insan bakıyor ki şehir parsellenmiş; eğitim, kültür, sanat, spor, ticaret, siyaset her şey paylaşılmış. Ona kimse herhangi bir şey vermiyor, beklentilerine cevap verecek bir payda yok. Zeytinburnu’na geliyor, Bakırköy’e sıçramak istiyor, Bakırköy’den de Ataköy’e geçmek istiyor. Önceleri Peyami Sefa’nın “Fatih Harbiye”de anlattığı gerilim vardı; 1990’ların ortalarından başlamak üzere Fatih’ten Başakşehir’e, 2010’lardan sonra güzergah Fatih Yeşilköy olarak belirlendi.
1960 ve 70’lerde aradaki saydam duvarlar hayli güçlüydü, görünmez engeller vardı. Büyük kente gelen köylü veya taşralı bu engelleri aşamıyordu. Okul metaforunu kullanmak gerekiyorsa, eğer AP iktidarda ise göçmen ancak okulda müstahdem olabilirdi; CHP iktidarda ise okula müstahdem de olamazdı. Oysa şehre gelen köylü de 1929 devletçiliğinin serasında yetişen devlet destekli burjuva gibi -Atilla İlhan buna “kentsoylu” diyordu- geleneksel kimliğini muhafaza edip eğitime, iktisadi hayata katılmak istiyordu. Karşısında merkez sağ ve merkez soldan ciddi engeller görünce, kendine her iki kanadın üzerinde ittifak ettiği laik-seküler/batıcı söylemin dışında, hatta ona karşı “dini/İslami” bir mecra açmaya karar verdi. 1969’dan 2024’e kadar süren göçün ve kentin siyaseti (Milli Görüş partileri) ile göçün ve kentin iktidarının (AK Parti) macerası budur.
Sosyal ve Siyasal İslam’ın teşekkülünü “Kültürel İslam” takip edecekti, “Müslüman aydın”ın ortaya çıkışı bununla ilgilidir.