Ali Bulaç: Reşit Rıza ve Hilafet

11.10.2024

Ali Bulaç, akilsiyaset.com’da “Reşit Rıza ve Hilafet” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

20. yüzyıla girdiğimizde İslam dünyasının yüzde 80’i sömürgeydi, Osmanlı ve İran ayaktaydı ama her iki havza da düştü düşecekti, nitekim çok geçmeden Osmanlı yıkıldı, İran’da Kaçar hanedanın yerini Pehleviler aldı.

Belli ki bu yeni bir gündü, Ömer bin Abdulaziz gibi temel reformlar yapmak lazımdı ama ne Osmanlı’nın yerini alan Türkiye Cumuriyeti’nde, ne İran’da Ömer bin Abdulaziz’in bu reformlarını yapabilecek zihinler, dinamik ruhlar yoktu. Carl Schmitt’in sözünü ettiği dünya savaşı istisnai bir zamandı, bundan istifade ile kurucu ilke ve değerlere bağlı kalarak Moğol ve Haçlı yenilgilerinden sonraki gibi bir kere daha ayağa kalkmak mümkündü, ne var ki Müslümanların başındakiler İslam’a olan inançlarını kaybetmişlerdiç

Yıkımdan en büyük payı Hilafet alacaktı.

Süren tartışmalarda hilafet aleyhtarı dikkate değer iki metin öne çıktı, Biri Mısır’da Ezher Şeyhi Ali Abdurrazık’ın yazdığı “El İslam ve Usulü’l Hükm” adlı risalesi, diğeri TBMM’de Seyyid Bey’in yaptığı meşhur konuşma. İki metin de sahih İslam siyaset görüşünün uzağındaydı, önem kazanmalarının sebebi konumları ve İslami ilimlere olan vukufiyeti, diğeri o dönemin Batıcı aydınlarının zihnine hitap edecek laik/seküler bir bakış açısını fıkıh, kelam ve tarihten özenle seçip devşirdikleri malzemeyi hilafetin aleyhinde ustalıkla kullanmalarıydı. İleride kısmet olursa her ikisinin hilafete ilişkin görüşlerini kritik etme fırsatımız olacak inşallah.

Söz konusu iki zatın dışında gerek Türkiye’de gerek Hind yarım kıtasında ve diğer Arap ülkelerinde hilafet büyük tartışmaların konusuydu. Bunların içinde en dikkate değer olanı şüphesiz Muhammed Abduh’un öğrencisi ve takipçisi Muhammed Reşit Rıza’nın hilafete ilişkin yaptığı savunma idi.

Reşit Rıza, konuyla ilgili kitabını 1922’de yazmıştı.(Reşit Rıza, El Hilafe evi’l İmamtü’l Uzma, Türkçesi: Hilafet-En büyük önderlik, 2. Bsm. Çev. Mehmet Çelen, İstanbul-2020) Ona göre isminden de anlaşldığı gibi hilafet İslam siyasi tarihinin en büyük önderliğini teşkil eder, ceffelkalem ve olguya yeterince vakıf olmayanların isteği üzerine hemen ilga edilemezdi. Hilafet Türklerde olması hasebiyle en büyük sorumluluk Türklere aitti.

Reşit Rıza, bir yandan hilafetin gerekliğini anlatıyor, diğer yandan Türklere sesleniyordu. Esasında Yavuz, hilafeti bir eşya imiş gibi Mısır’dan alıp getirmişti, fiili bir durum yaratılmıştı, ancak hilafet bütün dünya Müslümanlarının hakkında karar vereceği tarihsel bir kurumdu, Türkiye’de Batıcı kadro buna kendisi karar veremezdi.

Reşit Rıza şöyle diyordu:

İslam, ruhani bir hidayet, sosyal ve medeni bir siyaset biçimidir. Yüce Allah, mesajını elçiler aracılığıyla bize bildirmiş, noktalamıştır. Beşeriyet İslam’ın vaz’ettiği kanunları takip ederek yükselecektir. İslam’ın olay ve olguların tanımlanmasında koyduğu farz, nafile ne varsa normların dayanağı ilahi vahyin nasslarıdır, Hz. Muhammed (s.a) bunları sözlü ve fiilleriyle açıklamış bulunmaktadır.

Müslümanların bunlardan uzaklaşmalarının sebebi cehaletleridir. Cehalet arttıkça aşırılıklar da artar. Öyle ki ibadetlerde, haramların belirlenmesinde, özellikle tasavvufi hayatta ciltler dolusu kitaplar yazıldı, insan hayatını boğan ilaveler yapıldı. Bunlar dini iyi bilen sahabi ve tabiin nesillerinin hayatında yerleri yoktu, bunlarla uğraşsalardı İslam bunca diyarlara gitmez, ıslah çalışmaları yürümezdi.

İslam sosyal ve medeni hayat ve siyasete ilişkin ümmete içtihat etme imkanını vermiştir, bu kaçırılmazdır çünkü bu alan zaman ve mekana göre değişim geçirir, bunun için değişime göre görüş geliştirmek gerekir, medeniyet ve tekniğin gelişmesi buna bağlıdır.

İslami siyasetin esaslarından birisi iktidar gücünün ümmetin elinde olması, işlerinin şura ile halledilmesidir. Yönetim şekli bir tür cumhuriyet olabilir, peygamberin halefi (halife) de ümmetin en zayıf bireyiyle ilahi şeriatın hükmünü icra eder, her şeyi kendinden yapmaz, ümmetin görüşlerini uygular, dinin ve dünya maslahatlarının koruyucusu olur, ahlaki faziletlerle maddi çıkarlarla bir arada yürümesini temin eder, insani kardeşliğin yaygın hale gelmesini sağlamaya çalışır. 

Ancak Müslümanlarda zayıflık başlayınca, tüm söz konusu ilkeler aksadı, bu ilkelere uyulsaydı, her çağda zamana uygun bir model geliştirmeleri mümkün olacaktı.

İslam’ın yegane amacı varlığın ve toplumsal hayatın ıslahıdır. Dört Reşit Halife’nin bu amaca ilişkin tüm yaptıkları hakkı ve adaleti ayakta tutmaya çalışmak, insanlar arasında eşitliği gözetmek; faziletlerin yayılmasını ve rezilliklerin önlenmesini sağlamak; insanlığı kralların-beylerin onlara yüklediği ağır angaryalardan, kâhinlerin ve din adamlarının akıllar ve ruhlar üzerinde kurdukları baskılardan kurtarmaya çalışmak olmuştur. Raşid halifeler, bu yaptıklarıyla insanlık tarihinde benzeri görülmemiş bir mükemmellik derecesini yakalamışlardır. Onların bu yaptıklarının hemen ardından hızla gelişen bir medeniyet dini ve fazileti birleştirmeye, maddi ve manevi lezzetlerin arasını bulmaya çalışarak atağa kalkmıştır. Bu medeniyetin çatısı altında ilim ve teknikte şaşılacak bir hızla gelişme göstermiştir. Öyle ki tarihçi düşünür G. Le Bon, “Toplumların yükselişi” adlı kitabında bunu itiraf etmektedir.

Geçtiğimiz dönemde insanlar, İslam medeniyetinin artık öldüğünü, çürüdüğünü ve bir daha dirilmesinin imkansız olduğunu; Frenk/Batı medeniyetinin, bir tür ölümsüzlük kazandığını düşündüler. Ancak devran döndü, hesap hataları ortaya çıkmaya başladı. Avrupalı düşünürler arasında da bu medeniyetin sonunun yaklaştığını söyleyenler oldu. 

Batı medeniyeti bir veba gibi yayılan materyalist fikirlerin, savaş ruhunun, bitmez tükenmez hırsların, akıl almaz bir savurganlık ve hayvani şehvetlerin tehdidi altındadır. Bu görüşü seslendirenlerin başında çağımız İngiliz düşünür H. Spencer gelmektedir. Spencer’in taraftarları I. Dünya Savaşı’ndan sonra daha da çoğalmıştır. Savaş sonrası ortaya çıkan bozukluklar, sayılamayacak derecede çok ve çeşitlidir. Avrupalı toplumlar arasında kin ve nefret oluşmuştur. Mali ve siyasi sorunlar ikiye katlanmıştır. I. Dünya Savaşı ayrıca İslam dünyası ve Doğu’da da büyük bir sarsıntıya yol açmıştır. Bu sarsıntı, İslam dünyası ve Doğu toplumları arasında tanıdık olmayan devrimlere yol açmakta; ümitsiz olmamak için yeni fırsat alanları yaratmaktadır.

Şu sıralar bu fırsatların en büyüğü Türk halkının Osmanlı saltanatının düşüşünden kurtulmak için gösterdiği büyük atılımdır. Türkler, İran ve Afganistan devletleriyle olan kardeşlik alanlarını pekiştirmiş, diğer Arap dışı toplumlarına birlik çağrısı göndermiş, yabancı imtiyazları kaldırmayı başarmış, diğer siyasi ve mali esaret zincirlerini de kırma yoluna girmişlerdir. 

Bizim Türk kardeşlerimizden ricamız, Arap halkıyla olan bağlarını da pekiştirmeleri, İslam medeniyetinin yeniden diriltilmesi konusunda Arap Müslümanlarla işbirliği yapmalarıdır. Türkler, hilafet hükümetini kelam ve fıkıh ilmince tespit edilmiş esaslar çerçevesinde yeniden kurmalı, bunun dışında dünyevi bir görüntüye, (şekilde kalan şeye) rıza göstermemeli, Müslüman teba’nın “sembolik hilafet”e razı olduğuna kanmamalarıdırlar. (Reşit Rıza’nın bunu özellikle zikretmesinin sebebi, o tarihlerde Mustafa Kemal ve Cumhuriyet taraftarlarının ruhani-sembolik bir hilafet seçeneğini benimsediği yönünde yazılıp çizilenlerdi.) 

Bunun sebebi açık:

Müslümanların çoğu zaman dinlerini ve dünyalarını kaybetmelerinin sebebi, teb’anın devlete ve yöneticilerine her ne yaparlarsa yapsınlar, buna itiraz etmeyip aksine hoş karşılamaları olmuştur. Emperyalist baskılar altında inleyen Müslümanların bilincinin yeterli ve yüce olduğunda şüphe yoktur. Ancak bunun tutarlı olmadığı da görmezlikten gelinemez. 

Bu münasebetle Türk kardeşlerimize şöyle sesleniyoruz:

Ey diri Türk halkı! 

İslam yeryüzündeki en büyük manevi güçtür ve Doğu medeniyetini yeniden diriltip Batı medeniyetini kurtaracak olan yine İslam’dır. Medeniyetler, ancak fazilet (erdem) varsa vardırlar. Fazilet ise ancak din ile gerçekleşebilir. 

Bunun yanı sıra ilim ve medeniyet arasında ittifak kurabilen yegane din de İslam’dır. Batı medeniyeti son asırlarını bağımsız bilim ile Kilise öğretileri arasında yaşanan çatışmayla beraber, Hıristiyanlıktan arta kalan erdemlerin oluşturduğu denge sayesinde yaşayabilmiştir. Toplumlar, bireylerin ve çeşitli grupların inançlarına ve zihinlerine yalnızca şüphe tohumu ekerek bir çırpıda kendi dinlerinin erdemlerinden koparılamazlar. Bu, ancak aradan birkaç nesil geçince mümkün olabilir.

Şimdi bu çatışma dengelerin yok olmasıyla son bulmuştur. Bu yüzden, din de medeniyet de (Batı’da) yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor. İnsanlığın dört dörtlük manevi bir ıslaha olan ihtiyacı şiddetle artmıştır. Bu manevi ıslah, güçlünün zayıfı kul haline getirmesini önleyecek; fakiri, zenginin aşağılamasından kurtaracak; zengini Bolşevizm tehlikesinden koruyacak bir ıslah hareketi ve projesi olmalıdır. Bunu gerçekleştirmenin yegane yolu da işte bu kitapta genel olarak açıklamaya çalıştığımız türde bir İslami egemenlik tesis etmektir. 

Ey kahraman Türk halkı! 

Bugün insanlık için bu amacı gerçekleştirebilecek en kudretli İslam toplumusun. Bu fırsatı öyle bir insani amaç uğruna kullanmalısın ki, senin eski savaşçı kimliğin artık isimden ibaret kalmamalı. Hayat tarzı olarak Frenk mukallitliğini benimsemiş olanlar, seni Batılılaşmaya doğru sevketmemelidir. Çünkü sen, onların medeniyetinden daha üstün bir medeniyete sahipsin, onlara da önderlik yapacak kapasitedesin. İslam medeniyetinden başka dini akide temellerine oturmuş makul bir medeniyet söz konusu değildir. Ne medeniyet nazariyeleri, ne de insanlığın sosyal hayatını fesada uğratan doktrinleri, bu medeniyeti sarsamayacaktır.

Ey gözü-gönlü tok Türk halkı! 

Sana düşen, insanlığa hizmet için dini hidayet ile kalkınmanın arasını bulma amaçlı bir İslami egemenlik tesis etmek olmalıdır. Batıyı tehdit eden dini bir bağnazlık anlayışından kaçınmalısın. Bunu başardığın ve bu konudaki iyi niyetini yaptıklarınla gösterdiğin zaman, Batılı bilgin ve önderlerin de sana destek olduklarını, adını yücelttiklerini ve bundan önce hakkında ortaya atılan ithamları kaldırdıklarını göreceksin.

Ey zeki Türk halkı! 

İşte, “hilafet”i ve hükümlerine ilişkin açıklamalar yapan, hilafetin tarihine ilişkin bilgileri ve insanlığın hilafete olan ihtiyacını ortaya koymaya çalışan bu kitabımı senin hizmetine sunuyorum. Çünkü tarihten de anlaşılacağı gibi, Müslümanların hilafet konusunu yanlış uygulamaları ve onu amacından saptırmış olmaları, kendi kendilerine karşı işledikleri bir cinayet olmuştur.

Bu çalışmamda elimden geldiği kadar, hilafeti yeniden ihya etmenin yollarını, kaynak ve delillere dayanarak açıkladım. Dini hakikatlerden ve dünyevi maslahatlardan haber veren ariflerin görüşünü de yabana atmadım.

Umarım bu çalışmamdan yeterince faydalanır, şükredenlerden olursun. Ancak unutulmamalıdır ki, bu nimetin şükrü onu uygulamaktan geçer. “Rabbiniz şöyle buyurmuştu: “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz benim azabım pek şiddetlidir.” (14/İbrahim, 7)

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir