06.04.2022
Alper Görmüş, serbestiyet.com’da “Milliyetçilikle kutuplaşmanın izdivacının çocuğu: Ahlaki boşvermişlik” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
“Değer odaklı dış politika”nın zirveleri olarak sunulan dış politika hamlelerinden birer birer geri basılırken ortalığı kaplayan sessizliği nasıl açıklayabiliriz? İktidarın dış politikada ahlakı ve vicdanı öncelediği için ortaya çıktığı söylenen “değerli yalnızlık”a bir zamanlar televizyonlardan, gazetelerden övgü düzenler, hadi geçtik hepsini, cesedi bile bulunamamış Cemal Kaşıkçı’nın davasının Suudi Arabistan’a iadesi kararında nasıl bu kadar sessiz kalabiliyorlar?
“Suudi gazetecinin ölümünün tüm yönleriyle aydınlatılıp aydınlatılmayacağı, çocuklarımızın nasıl bir dünyada yaşayacağını belirleyecektir…”
Bu etkili ve şiirli cümle, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın İstanbul konsolosluğunda öldürülmesinin birinci yıldönümünde Washington Post’ta yayımlanan makalesinden…
Erdoğan mektubunda, “Aradan bir yıl geçmesine rağmen cinayetle ilgili bildiklerimizin hâlâ sınırlı olması”nın “uluslararası toplumun üzerinde düşünmesi gereken üzücü bir gerçek” olduğunu belirttikten sonra Suudi Arabistan’daki yargı sürecinin manasızlığını şu sözlerle dile getiriyordu:
“Suudi Arabistan’da devam eden yargı süreci hakkında soru işaretleri olduğu sır değildir. Sürecin şeffaflıktan uzak şekilde yönetilmesi, duruşmaların kapalı kapılar ardında yapılması ve sanıkların gayri resmî olarak serbest bırakıldığı iddiaları, uluslararası toplumun beklentilerini boşa çıkardığı gibi Suudi Arabistan’ın imajını olumsuz etkileyecektir.”
Erdoğan, makalesinin sonunda diplomatik dilin sınırlarını epeyce zorlayan bir üslupla bazı sorular soruyor, yazısını başladığı gibi etkili bir cümleyle bitiriyordu:
“Cemal Kaşıkçı’nın cenazesi nerededir? Suudi gazetecinin ölüm fermanını kim imzalamıştır? Aralarında bir adli tıp uzmanının da bulunduğu 15 katili iki uçakla İstanbul’a kim göndermiştir?
“Böyle bir suçun bir daha dünyanın hiçbir yerinde işlenmemesi hem Türkiye’nin hem de insanlığın çıkarınadır. Suçluların cezasız kalmaması için mücadele etmek, bunu sağlamanın en kolay yoludur. Bu, Cemal’in ailesine borcumuzdur.”
Mektubun üzerinden iki buçuk yıl geçtikten sonra geldiğimiz nokta: Savcı, dosyanın kapatılıp Suudi Arabistan’a gönderilmesi yönünde mütalaa verdi, adalet bakanı, “savcının mütalaası için olumlu görüş bildireceğiz” dedi. Yani, buraya kadar. (Fakat ne cesur bir savcı, ne cesur bir adalet bakanı! Cumhurbaşkanının Suudi yargısıyla ilgili sözleri sözleri orada öylece dururken, sen kalk davayı Suudi Arabistan’a gönder… Başka bürokratlar ve bakanlar “cumhurbaşkanımızın liderliği” olmaksızın bir bardak su bile içemezken bu bağımsız yargı inisiyatif karşısında duygulanmamanın imkânı var mı?)
Erdoğan bu türden keskin tornistanlardan neden yara almıyor?
“Bağımsız yargı inisiyatifi” falan gibi şakalar bir yana, gelin olan biteni, işlerin nasıl yürüdüğünü bilen insanlar olarak ele almaya başlayalım…
Cemal Kaşıkçı davasındaki siyasi tornistan ve benzer başka tornistanlar Erdoğan’ın siyaset tarzı hakkında eleştirel bir gözden geçirmenin konusu olabilir, fakat ben asıl onun buralardan yara almadan çıkmasıyla ilgiliyim.
Şu soruyu soruyorum: Bunu sağlayan nedir?
Cemal Kaşıkçı davasındaki siyasi tornistan ve benzer başka tornistanlar dedim… Örneklemeye hiç gerek yok aslında ama (o kadar çok ki) yine de birkaçını hatırlayalım:
Mesela “One minute”tan sonra olanlar; mesela Mavi Marmara olayındaki tavır apaçıkken yıllar sonra “giderken bana mı sordunuz” azarı; mesela özgürlüklerine kavuşmaları “bu can bu bedende olduğu müddetçe” mümkün olmayan bazı tutuklu “teröristler”in serencamı (rahip Bronson, gazeteci Deniz Yücel), vs vs…
Erdoğan’ın bütün bu tornistanlardan ciddi yaralar almadığı “noktasında” hemfikirsek, “bu nasıl oluyor”, “bunu sağlayan nedir” gibi sorular üzerinde düşünmeye başlayabiliriz.
İş gören bileşim: Milliyetçilik artı kutuplaşma
Başlıkta da ima etmiş olduğum gibi bunun başlıca iki nedeninin olduğunu düşünüyorum: ‘Beka’ kaygısının abartılıp köpürtülmesiyle yaratılan korku üzerinden devşirilen milliyetçilik ve “bunlar iktidar olursa bize hayat yok” kaygısının abartılıp köpürtülmesiyle yaratılan kutuplaşma…
Erdoğan, işte ‘dış’ korkuların yarattığı milliyetçileşmenin ve ‘iç’ korkuların yarattığı kutuplaşmanın varlığı koşullarında -ne türden ahlaki sorunlara işaret ederse etsin- hiçbir tornistanın yüzüne vurulmayacağını biliyor ve bu bilgiyle hareket ediyor.
Erdoğan, bu varsayımın sadece iktidarını destekleyip ona kamuoyu oluşturan gazeteciler, akademisyenler vb bakımından değil, kendisini destekleyen kamuoyu bakımından da doğru olduğunu biliyor.
Bu zincirde asıl önemli halka, toplumsal kutuplaşmanın iktidarı destekleyen tarafında yer alan kamuoyu… Bu kamuoyu, başkaları yaptığında ayıpladığı şeyleri bu defa “bizimkilerin iktidarı, bizimkilerin medyası” söz konusu olduğu için görmezlikten geliyor ve hatta sırt sıvazlayıp cesaretlendiriyor.
İktidar kullanan bir siyasetçi için bundan elverişli bir toplumsal ortam olabilir mi? Sonrasını düşünmeden; ileride tam tersini yapmak zorunda kalma ihtimalini hiç hesaba katma gereği duymadan; mahcup olmaktan ya da siyaseten cezalandırılmaktan korkmadan istediğiniz “kahramanlığı” yapabiliyor, istediğiniz gibi esip gürleyebiliyorsunuz…
Bundan güzel bir iktidar konumu olabilir mi?
Bedeli: İçten içe çürüme…
Fakat bir de madalyonun görünmeyen yüzü var ve orada kamuoyuyla, gazetecisiyle, akademisyeniyle, siyasetçisiyle bir içten içe çürüme tablosuyla karşı karşıya geliyoruz.
Çünkü sessizce geçiştirilmeye çalışılsa da, hiç kimse hiçbir itiraz yöneltmese de ortada ahlaki bir sorun olduğu duygusu yatıştırılamayacaktır.
Çünkü bu bir insanın, kendisi için doğru-geçerli saydığı ahlaki ilkeleri bencillik ya da dar çıkarları için çiğnerken -bilincinden kovsa bile- hissettiği rahatsızlığa benzer. Böyle bir insanın en azından özsaygısı azalır; ne olursa olsun zor bir pozisyondur.
Bir zorluk da şurada: Yenilen haltın hepsi farkındadır; siyasetçisi, gazetecisi, akademisyeni, hepsi… Yüzyüze bakmaktadırlar ve fakat o halt yenilmemiş gibi davranmaktadırlar.
Gündelik hayattan örnekleyelim bunu: Şirketten sürekli olarak para tırtıklayan mali işler müdürü bir baba ile anne ve çocuklardan oluşan bir aile düşünelim… Babanın hırsızlığı sayesinde aile refah içinde yaşamaktadır, babanın yediği halt bilinmekte fakat asla dillendirilmemektedir.
Yani kendileri için doğru-geçerli saydıkları bir ahlaki ilkeyi (‘hırsızlık kötüdür’) birbirinin yüzüne bakarak çiğneyen bir grup insanla karşı karşıyayızdır. Hiç şüphesiz üzerlerindeki manevi yükü azaltmak için ailenin her bir üyesi kendince meşrulaştırıcı gerekçelere sığınacaktır, fakat ne olursa olsun ahlaki çürüme kaçınılmazdır.
Cemal Kaşıkçı davası örneğine dönerek bitirelim: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın makalesinin Washington Post’ta çıktığı günlerde “çıkarla değil vicdanla davranan bir milletin ferdi” olmakla övünenlerin tamamı şimdi tam siper; hepsi suskun. Fakat hepsi de biliyor ki utanç verici bir iş yapılmaktadır.
Böyle bir pozisyon insana ne yapar?