İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener‘in Türk ırkçılığının en önde gelen temsilcisi Nihal Atsız‘ın (1905-1975) 11 Aralık’taki ölüm yıldönümünde;
Nihal Atsız’ın “Saraylarda süremem, dağlarda sürdüğümü; Bin Cihana değişmem, şu öksüz Türklüğümü” sözlerine atıfla attığı tweeti, büyük tartışma ve eleştirilere neden oldu;
Her daim hislerimizin tercümanı olmuş, değerli fikir insanı, büyük Türk milliyetçisi Nihal Atsız’ı saygı ve rahmetle anıyorum.
Akşener 2019’da da yine aynı tweeti atmıştı:
Nihal Atsız’ın kim olduğunu uzun uzadıya anlatmaya gerek yok.
Bizim anlayışımıza göre tam bir İslam karşıtı ve Türk ırkından olmayan herkese düşman bir Türk ırkçısı.
Kendi yazdıklarından birkaç alıntı, kimliğini ortaya koymaya yeter;
Fakat ey Türk Gençliği, sana soruyorum:
Sen Arap Muhammed’in mezarını artık bıraktıktan sonra senin Kâbe’n Çanakkale, Sakarya ve Dumlupınar değil midir?
Muhammed’in de peygamber olmadan önce Kureyş putlarına kurban kestiği ve Halife Ömer’in amcazadesi Zeyd’in kendisini bundan menettiği hakkında İbni İshak’ın siyer parçalarında bir kayıt bulunduğu gibi (bak: İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, cilt I. s. 126) Peygamber olduktan sonraki ‘Garanik’ meselesi de bütün İslam âleminde meşhurdur ve tevil olarak ‘Şeytan, peygamberin içine girerek onun adına öyle konuştu’ demek gibi çocukça bir tevile başvurulmuştur.
Peki, şeytan bu karganmışlığı yaparken ‘âlim’ (her şeyi bilen), basir (her şeyi gören) ve habir (her şeyden haberi olan) Tanrı ne yapıyordu?
Görülüyor ki saçma sapan tevillerle beşeri zaafları örtbas etmeye imkân yoktur.
İslamiyet Türkler sayesinde yaşadı ve yükseldi.
İslamiyet Türkleri değil, Türkler İslamiyeti yüceltti. Biz İslam olmadan önce de büyüktük.
Keramet İslamiyet’te olsaydı her Müslüman millet yükselirdi.
Hele tarafımızdan birkaç kere tekrarlandığı gibi İslamiyetten önce büyük devlet olan İran İslam olduktan sonra bugünkü durumuna düşmezdi.
…Nur risalesi (kendi tâbirleriyle risale-i nur) denilen sayıklama kitapları pek çoktur. Beyni örümceklenmiş zavallılar bu sayıklamaları elle yazarak, yahut şapirografi veya taşbasmasıyla çoğaltarak onbinlerce satarlar.
Bunu satmak için kasaba kasaba, köy köy dolaşan Nurcular vardır. Bunları satarak sevaba girerler. Sözde Türkçe olan bu sayıklama kitapları, Kürt hamalların fikir seviyesinde yazıldığı için, kimse bir şey anlamaz.
Anlamadığı için de, onda gizli hikmetler, yüksek gerçekler olduğu kuruntusuna kapılır. Bir zamanlar bu sayıklamalardan bana da bir tane yollamışlardı.
Kendimi zorlayarak okuyabildiğim bir tanesinde, Kürt Said radyodan bahsediyor, dünyanın bir ucundan söylenen bir sözün kutudan duyulmasını kutudaki meleklerle açıklıyordu.
İşte, aşağı tabaka ile birlikte doktor, mühendis ve avukatın da şeyhi, pirî olan, kendisinden ‘efendi hazretleri’ diye söz ettikleri Kürt Said’in seviyesi budur.
Saîd-i Nursî denilen adam, eskiden Saîd-i Kürd-î diye bir takım risaleler yayınlayan, Türkçe bilmez, daha nokta ile virgülün nerede kullanılacağını bilmekten âciz, Şafiî mezhebinden bir Kürttür.
Mütareke yıllarında İstanbul sokaklarında millî Kürt kılığı ile dolaşarak caka yapmıştır. Bu cakacı Kürt kendisine ‘Bedîüzzaman’ demekte, müridleri de bu adı bir övünçmüş gibi kullanarak şeyhlerini bu adla ululamaktadır.
Bedîüzzaman, ‘zamanın harikası’ demektir. Kürt Said cidden zamanın harikasıdır.Yirminci yüzyıl gibi bir zamanda bu bilgisizliği ve iptidaîliği ile ortaya atılmakta gösterdiği pişkinlikle zamanın harikası, bundan daha fazla olarak da onbinlerce, belki yüzbinlerce Türk’ü ardına takmakta gösterdiği başarıyla gerçekten zamanın bir harikasıdır.
Irkçı değil misin?
Irkçılığa düşman mısın?
Öyleyse sen günün birinde Atenagoras’ı Türkiye Cumhurbaşkanı görmekte sakınca bulmazsın.
Hattâ Kürt devleti kurmak için bunca Türk’ün kanına giren Şeyh Said’in torunlarından birinin başbakan veya devlet bakanı olmasına da ses çıkarmazsın.
Türkler için milliyet her şeyden önce bir kan meselesidir…
Türklük yalnız manevi-ahlaki değil, aynı zamanda maddi (yani fizik, fizyolojik, fizyonomik ve antropolojik) bir şeydir…
Türk olmak için Türk ırkının maddi ve manevi hasletlerini tevarüs etmek icap eder… Bazılarının söylediği gibi milliyet yalnız anlaşma vasıtası olan dilin birliği ile izah edilseydi bir İstanbul Yahudisinin bize bir Kırgızdan daha yakın olması lazım gelirdi.
Halbuki bütün kanunlara, siyasi ve içtimai hadiselere, propagandalara rağmen biz Kırgızı kardeş, Yahudiyi de köpek çıfıt olarak tanıyoruz.
Çünkü Kırgızın damarındaki kanın kendi damarımızdaki kan olduğunu, Yahudinin ise bize düşmanlıkla yoğurulduğunu biliyor, seziyoruz…
“Evet… Kürt kalmakta direnir, dört beş bin kelimelik o iptidaî dilleriyle konuşmak, yayın yapmak, devlet kurmak istiyorlarsa gidebilirler.
Biz bu toprakları oluk gibi kan dökerek; Gürcülerin, Ermenilerin, Rumların kökünü kazıyarak aldık, yine oluk gibi kan dökerek Haçlıların savaşçı şövalyelerine karşı savunduk.
Kürtler 1839 yılına kadar askerlik bile yapmadılar. Viyana’dan Yemen’e kadar her yerde Türk ırkının kanı sebil gibi akarken onlar yaşadıkları dağlarda ve köylerde keçilerini güttüler ve fırsat buldukça hırsızlık ve yağmacılık ederek yaşadılar.
İran’la yaptığımız savaşlara yardımcı diye geldikleri zaman da daima fırsat kolladılar ve Türk ordusunun yenildiği çarpışmalarda bu sefer İran’la birleşip onu vurmaktan geri kalmadılar.
Birinci Cihan Savaşı’nda bize topyekûn ihanet eden Ermeniler, yerleşik Türk halkını vahşi bir kırgınla bitirmeseydi ve dağlarda, sarp köylerde yaşayan Kürtler bu kırgından kurtulmuş olmasaydı bugün çoğunlukta oldukları illerde de azınlık olarak kalmakta devam edeceklerdi.
Fakat yüzde yüz çoğunlukta olsalar bile Türkiye’nin herhangi bir bölgesinde devlet kurmak hayalleri, hayal olarak kalacaktır.
Yunanların Bizans, Ermenilerin Büyük Ermenistan kurmak hayalleri gibi…
Onun için Türk milletinin başını belaya sokmadan, kendileri de yok olmadan çekip gitsinler. Nereye mi? gözleri nereyi görür, gönülleri nereyi çekerse oraya gitsinler.
İran’a, Pakistan’a, Hindistan’a, Barzani’ye gitsinler. Birleşmiş Milletlere başvurup Afrika’da yurtluk istesinler.
Türk ırkının aşırı sabırlı olduğunu, fakat ayranı kabardığı zaman Kağan Arslan gibi önüne durulmadığını, ırkdaşları Ermenilere sorarak öğrensinler de akılları başlarına gelsin.
Yahudiler tam bir Arap ülkesi haline gelen Filistin’den nasıl Arapları sürerek orada bir Yahudi çoğunluğu yaptılarsa, biz de aynı şeyi yaparak bize ait olan toprakları mutlaka Türkleştirmek zorundayız.”
Nihal Atsız’ın 1941’de oğlu Yağmur’a hitaben yazdığı mektupta da görüşleri açıkça ortadadır:
Yağmur Oğlum!
Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum.
Sana bir resmimi yadigâr olarak bırakıyorum.
Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol.
Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle.
Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlar tarihi düşmanlarımızdır.
Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Rumenler yeni düşmanlarımızdır.
Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır.
Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içeri(de)ki düşmanlarımızdır.
Bu kadar düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı. Tanrı yardımcın olsun!
Nihal Atsız’ın kim olduğu ve fikirleri bizzat kendi kaleminden ortada.
Meral Akşener’in bir ülkücü olarak Türk milliyetçiliğinin hangi dozajını ne kadar benimsediği kendi bileceği bir iş.
Bu konuda fazla bir polemiğe gerek yok.
Bizim merak ettiğimiz;
AK Parti’nin MHP ile ortaklığından sonra iyice çıkmaza giren Kürt sorununun,
Nihal Atsız’ı baş tacı eden İYİ Partili bir Millet İttifakı iktidarında nasıl çözüleceği.
Kim bilir?
Belki de Nihal Atsız’ın yöntemleriyle!