30.01.2022
Ayhan Bilgen, politikyol.com’da “Siyasette bölünme korkusu ve bölme lüksü” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Aşağıya alıntılıyoruz.
Yakın zamanda HDP’den istifa eden Kars eski Belediye Başkanı Ayhan Bilgen, Türkiye’nin yeni siyaset ihtiyacını ve bu siyasetin temel parametrelerini yazdı
Seçmen davranışları üzerinde etkili iki önemli faktörden birisi seçim sistemi ise diğeri parti sistemidir. Bu iki dinamik arasındaki uyum ise demokrasi açısından son derecede belirleyicidir. Partiler ile ilgili konu elbette mevzuattan kaynaklı antidemokratik unsurlar taşısa da daha çok siyaset kültürü ile ilgilidir. Dolayısıyla daha soyut bir boyut içerdiği için çözümü de eğitim, bilinç gibi zamana yayılacak nitelikte eksende ele alınabilir. Partileri, araç değil amaç olarak görme hastalığını aşmadıkça da sahici bir demokratik çözüm geliştirmek kolay olmayacaktır.
PARTİLER DEĞİL YURTTAŞLAR ÖZNE OLMALI
Siyasette özne olarak partileri ya da devleti değil toplumu, bireyleri ya da yurttaşı görüyorsanız elbette önceliğiniz onların penceresinden bakmak olacaktır. Bu durumda partiler penceresinden geliştirilen bölünme korkusu sağlıklı ve haklı bir korku olamaz. Parti içi demokrasi sorununu çözemeyen bir ülkede ayrılma ve yeni parti kurma arayışları hep olacaktır. Farklı görüşleri bir kazanç olarak koruyan anlayış siyasete egemen olmadıkça her parti bölünme duygusunu tadacaktır. Bu anlamda ayrılma ve yeni parti kurma süreçlerinin ne kadar agresif, tepkisel ya da olgun yönetildiği de ittifak arayışlarında belirleyici olacaktır. İhanet sendromu içinde tepkisel reflekslerle yönetilen süreçler elbette sancılı ve sorunlu seyreder. Siyasi partiler kendilerini seçmen iradesini ipoteklemiş özneler, seçmeni de çantada keklik olarak görmeye devam ettiği sürece kendi mahallesinden çıkan her yeni oluşumu müttefik değil pastayı bölen düşman gibi ele almayı tercih edecektir. Partilerin ideolojik savaş aygıtı, lider merkezli bir tarikat ya da kapalı çıkar grubu olma haline göre bu öfkenin örgüte ve partililere yansıma düzeyi farklı olacaktır. Şimdilik partiler eksenli tartışmayı burada bırakıp seçim sistemi eksenli durumu ele almaya çalışalım. Başkanlık modeline dayalı iki turlu sistem sonuç itibarıyla iki partili arka plana dayanır. Doğal olarak ikinci turda herkes iki partiden birine yönelmek ya da dışarda kalmak zorunda olacağı için iki büyük parti ya da blok dışında herkes bölücü pozisyonunda olacaktır. Elbette bilinçli biçimde sandığa gitmemek de taraflardan birinin işine gelebilir ya da diğer tarafa zarar verebilir.
Bugün siyasette iç içe geçmiş üç tarz egemendir. Popülizm, fanatizm, oportünizm. Elbette bir birinden farklı hata biraz zıt anlamlar içeren bu üç yaklaşım birbirini beslemekte ve siyasetteki kısır döngü ve tıkanmayı getirmektedir.
Bu tabloya göre demokrasilerde tek parti olmayacağına göre iki parti yeterli ve gerekli diğerleri aksesuar işlevi görmeye mahkûmdur. Daha açık ifade edersek, ikinci tura kalacak güce sahip olmayanlar sonuçta iki kutup arasında alacakları pozisyona göre konumlanacak ve siyasal karar alma süreçlerine katılabileceklerdir.
Bu noktada da klasik Amerikan modelinden hareketle taraflardan biri statükoyu, diğeri değişimi önceleyen bir öncelikli tercih içinde olacaktır.
Türkiye sosyolojisi ve toplum psikolojisini dikkate aldığımızda elbette ilk soru birinci ve ikinci partilerden ya da cumhur ve millet ittifaklarından hangisi değişimi veya statükoyu temsil etmektedir?
Diğer bir soru ise siyasette temel güdü mevcudu değiştirme ya da koruma değil de başka ayrışmalar olacaksa bunlar ana ayrışmayı ne yönde ve nasıl etkileyecektir? Nihayet bu çerçevede üçüncü bir bakış yada ayrışma dinamiğinin ilk iki sıraya girme ihtimali ne kadar mümkün ve gerekli görülebilir?
ÜÇ TARZ SİYASET
Partilerin siyaset yapma biçimleri ideolojik önceliklerinin önüne geçtiği için politik alanda temel ayrışma artık Türkleşme, İslamlaşma ya da modernleşme değil artık. Bu açıdan kimlik siyaseti yeni kuşaklara hitap etmediği gibi ideolojik ayrışmalar da amaç olmaktan çok araçsallaşmiş durumdadır.
Bugün siyasette iç içe geçmiş üç tarz egemendir. Populizm, fanatizm, oportinizm. Elbette bir birinden farklı hata biraz zıt anlamlar içeren bu üç yaklaşım birbirini beslemekte ve siyasetteki kısır döngü ve tıkanmayı getirmektedir. Kişi ya da parti çıkarlarının toplum ve ülke çıkarlarının önüne geçmesi, toplumun değerler dünyasından koparılarak sembollerin istismarına dayalı kitlesel edilgenliğe itilmesi ve bunun sonucunda da sağlıklı eleştiri ve tartışmaya dayalı değişim iradesinin önünü kesen fanatizmin körüklenmesi.
Bu üç illetten hepimizi kurtaracak bir yeni siyaset tarzı ve dili geliştirmedikçe, üç seçmen profili arasındaki ilişki ve belirleyici olma dengesi değişmeyecek. Nedir bu üç seçmen kitlesi?
Birincisi Eric Hoffer’ in tabiriyle her partinin “kesin inançlıları.” Bunlar siyasette kamplaşma yanlısı kavga siyasetine oy veren kesimler. Bunlar her şeyi bildiğini sanan ama kargadan başka kuş tanımayanlar. İkinci grup daha çok alternatifsiz olma duygusuyla kerhen ve genellikle birine tepki ya da birinden korkuyla partisine oy verenler. Bunlar karamsar, umutsuz ama kötünün iyisine razı olanlar. Son grup olan kararsız kategorisi ise sessiz çoğunluğun önemli bir kesimini oluşturmakta. Daha doğruyu arayan yeniliğe açık olan, kendini hiç bir mecburiyet içinde hissetmeyen kesimler. Yeni siyaset bu kitle üzerinde karşılık bulursa ikinci gruptaki kerhen oy kullananlar için de yeni bir umut ve güven odağı olabilir. Bu nedenle yeni siyasetin önceliği eski kavgalardan medet ummak yerine çözüm odaklı siyasete yoğunlaşmak olmalıdır. Toplumu aktif katılımcı özne haline getirecek aktif yurttaşlığı körü körüne grup üyeliğinin üzerinde görecek bir doğrudan demokrasi arayışı bugünün teknoloji imkânlarıyla çok daha mümkün ve kolaydır. Yurtseverligi, emekten yana olmayı, ahlaki değerleri güncellemeyi ancak bu şekilde başarabiliriz. Gerçek çözüm gerçek siyaset budur. Bu durumda bölünme korkusu da bölme lüksü de anlamsızdır.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.