Casim Sultan: Merhamet, Varlığın Üzerinde Yükseldiği Zemindir

12.01.2021

Gazete Duvar’dan İslam Özkan’ın, birçok eseri Türkçe’ye de çevrilmiş olan Arap dünyasının tanınmış düşünürlerinden Katarlı Casim Sultan’la gerçekleştirdiği söyleşiyi aşağıda ilgilerinize sunuyoruz.

Merhamet ve sevginin İslam’daki yeri nedir, buna dair neler söylemek istersiniz? Merhamet ve sevginin son dönem dini düşüncede yeteri kadar yer almadığını düşünüyor musunuz?

Yaratıcının varlıkla ilişkisinin en yüce niteliği, sevgi ve merhamettir. Bu, aynı zamanda Müslüman’ın her eyleminin başında dillendirdiği besmelenin (Merhamet sahibi Allah’ın adıyla) ifadesinin de ana özelliğidir. Her eylemin başında dile getirilen besmelede, merhamet, şefkat ve bağışlayıcılığın yoğun bir şekilde vurgulandığı anlam yoğunluğuna dikkat çekmek isterim. Bu, aynı zamanda peygamberin elçilik görevinin en yüce özelliğidir: “Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik.” İslam hukukuna ilişkin hükümlerden anlam çıkarma çabası ve cehdinin nihai amacı, insan yararını korumak ve çürümüşlükten kaçınma hedefine ulaşmaktır. Mele-i Ala’da meleklerin yüce Allah’a soru yöneltmeleri, bu ilke çerçevesinde gerçekleşmiştir. Nitekim melekler, soruyu en yüce amaç olan merhamete dair anlama isteği ve endişesi üzerinden yöneltmişlerdir: “Yeryüzünü ifsad edecek ve orada kan dökecek birini mi yaratacaksın?” Bu, merhametin tüm varlığın üzerinde durduğu bir zemin olarak var olduğunu gösterir.

Farklı İslam mezheplerine göre dinin odak noktası, en yüksek amacı farklılaşmaktadır. Ehli Sünnet’in önemli bir bölümüne göre bu ilahi kudretken, Mutezile’ye göre akıl ve adalet, Haricilere ve selefilere göre nass (metin)İslam’ın merkezindeydi. Tarihte İslam mezheplerinin çoğunda merkeze merhamet ve sevginin konul(a)mamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Maalesef tikel/yerel olanla tümel/evrensel olanı birbirinden ayırmak ve akla düzenleyici ilkeler getiren bütünsel bağlamı oluşturmak için gerekli felsefî boyutu tarihsel çerçevede okuyabilecek imkanları kaybettik. Bu yüzden benim, “Kuran’ın İç Düzeni ve İnsan Önerisi” adlı çalışmamda da belirttiğim gibi şimdiye kadar bu alanda çok boyutlu bir bakış açısı geliştirilemedi. Kuran’ın kendi içindeki düzeni, tek başına kutsal kitap içindeki değerlerin dağılımı, hangi değerler üzerinde odaklanıldığını ve hayatın dinamizmine ilişkin farklı durumları açıklamaya yeterlidir. Atomcu aklın en büyük felaketi, ne işin başında ne de sonunda resmin bütününü görememesidir.

Bir diğer konu şu: Esmaü’l Hüsna (Allah’ın güzel isimleri) içerisinde Celal, Kahhar gibi isimler yer alıyor. Ayrıca Kuran-ı Kerim’de Berae suresinde savaş bağlamında da olsa “Onları gördüğünüz yerde öldürün” şeklinde bir ayet var. Buna benzer başka ayetleri de sıralamak mümkün; örneğin Nur Suresi’nde de zina edene had cezası uygulanırken Müminlere acıma ve merhamet duyulmaması buyruluyor. Buna karşın inananlar herhangi bir işe başlarken “Merhamet sahibi ve çok bağışlayıcı olan Allah’ın adıyla” sözüyle başlarlar. Bir de “Merhametim her şeyi kuşatmıştır” şeklinde bir ayet var. Birbirine zıt gibi görünen bu ayetleri hangi kavramsal temelde ele alabiliriz?

Problemin kökü, parçaların bir puzzle gibi bütünleştirildiği Kuran’ın kendi anlamsal bütünlüğü üzerinde düşünmemekten kaynaklanmaktadır ve böylelikle metne parçacı yaklaşım bütünsel bir düzenleyici olmaksızın çalışmaya başlar. Halbuki bağlam ve bütünselliği sağlayan metin içi ilişkisellik, nassların doğasını açıklar ve ikinci dereceden yapı aracılığıyla çelişkili görünen şeyler arasındaki tutarlılık derecesi netleşir.

Parçalara bölünen bir resmin anlamlı bir bütünlük içerisinde bir araya getirilememesi, her bir parçayı ayrı ayrı savunma görevini imkansız hale getirir. Ancak kavramlar yerli yerine konduklarında birbirlerini açıklarlar. Yukarıda bahsettiğim kitabımda temel değerlerin kuralları, ortak yaşam ve kuralları, davet değerleri ve kuralları, savaş ve kuralları arasında ayrıma gittim. Ve her seviyenin/aşamanın, metinlerin doğasını açıklayan kendi yol haritası olduğuna işaret ettim. Böylece dörtlü yapı, çelişkili gibi görünenler arasındaki iç düzeni ve uyumluluğun derecesini açığa çıkarmaktadır. Temel değerlerin ilki merhametlilik ve bağışlayıcılıktır. Bir diğer ilke ise savaş ve çatışmanın zirvesindeyken bile barışı savunmaktır: “Onlar barışa yanaşırlarsa sen de Allah’a güven ve onlarla barış” ayeti bütünselliği sağlar ve böylelikle herhangi bir çelişki olmaksızın Kuran metni içindeki içsel uyum gerçekleşmiş olur.

Tasavvuf bu açıdan sizce nasıl bir yerde duruyor. Sufiliğin tarihsel tecrübesi sizce İslam’a neler kattı, ya da kattı mı?

Tasavvuf, varlık felsefesi etrafında dönen tasavvur biçimlerini kendinde toplayan bir anlayıştır. Dolayısıyla güçlü metodolojilere sahip olmayan bütün bu kavramlar setine geçiş izni vermektedir. Bu yüzden irfan dediğimiz tasavvuftan, atomdan galaksiye bütün yaratılanlara karşı, ilk önce kendini eleştirme, ikincisi yaratılanlara karşı hoşgörü, üçüncüsü yaratıcının karşısında sessizce duruş ve seyri sülûke devam etme olan davranışlar bütünü olarak söz etmek mümkündür. Bu ise modern insanın ihtiyaç duyduğu devasa vicdani bir devrim ve zenginliktir.

İslami zihinde Mekke ve Medine’de yaşanan tarihsel tecrübe, tekrar edilmesi mümkün olmayan bir ütopya gibi düşünülüyor. Bu eşi benzeri olmayan bir tecrübe mi? Bir diğer soru İslam düşüncesi sizce başka tarihsel tecrübelere açık mı?

Kur’an-ı Kerim, Mekke ve Medine’nin ütopya ya da mitolojiye dönüştürülmesine pek imkân bırakmadı. Kur’an’ın tüm ayetleri, inançsızlık, ikiyüzlülük, dedikodu, istihza veya yetimlerin mallarının haksız yere yenmesi olgusuna varana kadar Mekke ve Medine koşullarında yaşanmış bir dizi yanlışı düzeltmek için indirildi. …Kuran-ı Kerim, Peygamber’in kendisi ve müminlerin anneleri de dâhil olmak üzere Medine’nin sıradan insanlarının başına gelebilecek her şeyi anlatır. Demek istediğim, şehirleri ve Erdemli Kent’te (Medine’de) yaşayanları günah işlemeyen ütopik insanlara dönüştürmek ya da onları böyle hayal etmek, beşeri düşünce içerisinde gerçekçi bir çerçevede değil mitlerin parçası haline getirip mitolojik bir bağlamda ele almak demektir.

Elbette Mekke ve Medine’de yaşananlar tarih boyunca tüm şehirlerin ve biçimlerinin bir temsili ya da standart birimleri olamaz, çünkü o zamanki şehir olgusu ya da kavramı, bugün İstanbul, Kahire veya Cakarta’dan farklı olduğu gibi Londra ve New York’un ima ettiği anlamlardan da farklıdır. Sadece sorunların türü, kültür ya da üretilebilecek çözümler bakımından değil Kuran’ın hayatı düzenleyen içsel bütünlüğü ve nassın amaçları bakımından da aynı şey geçerlidir. Ancak, şüphesiz Kuran’ın Mekke ve Medine’ye dair anlatıları, dinin her soruna bir çözüm yolu üretmede mekasıd dediğimiz ulaşmaya çalıştığı amaçları ve Kuran’ın yaşamı organize etmesindeki potansiyellerinin bir resmidir.

İslam düşüncesine gelince, geleneksel güçlerin her birinin onu maziye tutsak kılmak için kendine doğru çektiği ve yenilikçi başka kuvvetlerin ise mekasıd (nasslarda yer alan amelî hükümlerin gayeleri) ekolü olarak gerçekleştirdiği bir doğum halindedir. Onlar, eskinin bekçilerinin mekasıtçı yenilikçiliğin içtihatlarını reddetme nedenini görmekten acizdir. Geleneksel ekolün onayını almak için ne kadar beklerse beklesin yenilikçi akım buna nail olamayacak ve kendisini onların yargılamaları karşısında bulacaktır. Surda bir gedik açmak istediğinde genel kabullerden başlamak zorunda kalacak, dolayısıyla da eskinin bekçilerinin onayına ihtiyaç duymayan açık ve paralel bir sistem kuran yeni bir başlangıcı ilan edecektir.

Medine Vesikası’nın dini yaşama deneyimi açısından değeri nedir? Bu tecrübenin Müslüman zihin tarafından yeterince idrak edildiğini düşünüyor musunuz?

Şüphesiz Medine Vesikası, inananların kendi içine kapanmayı aşmasını sağlayan ve farklı inanç ve düşüncelerin ortak yaşama potansiyeline işaret eden önemli bir belgedir. Ama aynı zamanda zamanın eskittiği bir belgedir. İnsani tecrübe tamamen birikimseldir ve değişim bu minvalde ortak yaşam kültüründen vatandaşlık kültürüne, imparatorluk düzeneğinden modern ulus devlet yapısına, akışkan sınırlardan yasal sınırlara doğru gerçekleşmiştir. Her şey değişmiştir. Ancak Medine Vesikası, (inşa edilmek istenen modern yapı için) bir potansiyel ve bu yönde bir ipucudur.

Vicdan kavramı sizin için ahlaki ve dinsel açıdan ne ifade ediyor?

Vicdan, en yüksek düşüncenin insanın iç dünyasından taşan duygularla bağlantısı, irade ve davranışta kendini göstermesidir… Aktif olarak zahirden batına (aşkından içkine) yönelir ve böylelikle dinin en derin gayesi olan akletme, inşa etme, özgürleşme, bütünleşme ve mükemmelleşme gibi insan çabasının odak noktası haline gelir.

İslam’daki sevgi ya da insan sevgisiyle Batı düşüncesindeki hümanizm arasında bir ilişkisellik ya da ayrılık var mıdır ve bu ilişkisellik tam olarak neye karşılık gelmektedir?

“Biz, adaleti ayakta tutsunlar diye elçileri apaçık kanıtlarla gönderdik, elçiler yanlarında kitap ve mizan/ölçüyü getirdi” ayetinden hareketle Kur’an’ın inanç ve ahlak sistemi içerisinde İslam’ın insan sevgisinin tüm boyutlarıyla merhameti ortaya çıkardığını düşünüyorum… Avrupa Rönesans’ı içerisinde bir hareket olarak hümanizme gelince bu hareket, kiliseye karşı bir isyan ışığı olarak doğmuştur ve özünü, kilisenin Tanrı için yarattığı mevkiye insanı oturtması oluşturur. O dönemde kilise akıl, ruh ve bedeni gasp etmiş, “gözlerini kapatacaksın ve bana itaat edeceksin” sözüyle akla el konulmuştu. İnsan, yaratıcısıyla ancak bir arabuluculuk rolü üslenen kilise üzerinden irtibat kurabiliyordu. Kilisenin temsil ettiği dînî anlayış içerisinde beden, orijinal günah nedeniyle hor görülmektedir ve buna göre beden, ancak acı çekerek temizlenebilir. Buradan hareketle Protestanlık dediğimiz dinsel bir devrim yaşanmış, ardından Yunan ve Latin modeline bir özlem olarak hümanizm doğmuştur. Bunun en somut temsilini Michelangelo, Da Vinci ve Dante gibi sanatçıların sanatlarında görürüz. Örneğin resim ve sanatta, Rönesans dönemi eserlerini önceki çağlarda verilen eserlerden, kutsal aile fertlerinin başlarındaki halelerle ayırt edebiliyoruz. Rönesans çağındaki resimlerde başlarının üzerinde, onların kutsal kişilikler olduğunu anlatan halelere rastlamayız. Hümanizm çağının kendini insana güvenen bir eğilim ve onun dine güven duyan eski eğilimlerinden uzaklaşması olarak değerlendirmek mümkündür.

Bazı eserlerinizde sahte dindarlıktan bahsediyorsunuz. Dejenere/sahte dindarlık nedir ve neden ondan uzaklaşmalıyız?

Sahte dindarlık, ayrıntı diyebileceğimiz alanlarda ve şekli konularda tavizsiz bir tutum ortaya koyarken öze ilişkin alanlarda ise anlayışlı ve affedicidir… Mesela “Çekişmeyin/kavga etmeyin aksi takdirde ümitsizliğe düşersiniz” ya da “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin” ayetlerini ele alalım. Bu ayetler evrensel ilkelerde buluşmayı, ayrılığa düşüren görece önemsiz konuları elinin tersiyle itmeyi gerektirir. Ancak tarih boyunca sahte dindarlık varlığını, önemsiz konular üzerinde mücadele etme üzerine kurar.

Böyle bir dindarlık anlayışı, boşanma niyetiyle evlenme fikrinde olduğu gibi biçime odaklanırken dinin özünü oluşturan ahlaki boyutu ihmal eder. Sıradan insanların hatalarına karşı kabadayıca ve sert bir tutum gösterirken aynı tutumu yönetici ve egemenlerden esirger. Büyük kavramları cüceleştirir… Kuran’daki salih (yararlı) amel, peygamberler ve salihler tarafından yapılan tüm işleri kapsamaktadır, örneğin Musa, zorbalığa meydan okurken Yusuf ekonomik krizin üstesinden gelmiş, Davut askerlik sanatını geliştirmiş, Zülkarneyn ise büyük girişimler ve teknik çözümler üzerinde odaklanmıştır. Ancak aldatıcı dindarlık, bunların hepsine bir perde çeker ve sınırlı eylemin bireyselliğine odaklanır. Eksiltilmiş dindarlık, hayattan çekilmeye bir çağrı, “dünya kafir için ahiret ise mümin içindir” diyerek daha aşağı bir mevkiyi kabule yanaşmaktır.

Kuran-ı Kerim’de İsrailoğulları’ndan neden bu kadar sık ​​bahsediliyor? Kuran anti-semit bir kitap olamayacağına göre İsrailoğulları’nı sert bir şekilde eleştiren ayetleri nasıl açıklayabiliriz?

İsrailoğulları meselesine ve onların Kuran’daki geniş mevcudiyetine birkaç olası açıdan yaklaşılabilir:

a- O dönemde İsrailoğulları Arap yarımadasında küresel bir güçtü. Bir taraftan coğrafi olarak Araplara yakınken öte yandan da belirli bir dindarlık biçiminin temsilcisiydiler. Bugün de aynı durum geçerlidir.

b- Onların akıl yürütme biçimleri, soruları, insanların onlardan etkilenmeleri, vahyin yaşanan vakıayla karşılıklı etkileşime girmesi için verimli bir zemin oluşturmuştur.

Müslümanların da kendisine dönüşebilme ihtimali olan en somut örneklik İsrailoğulları’dır. Kuran’ın anlattığı şekliyle Müslümanların içine düşmemesi gereken hata, İsrailoğullarının ortaya koymuş olduğu dindarlık biçimidir. Kuran’a göre İsrailoğulları’nın tarihsel olarak temel özellikleri, hak ve doğru olanı açıkça kanıtlansa bile inkâr etmek, ana amacı terk edip formu benimseyerek dinin özünü ıskalamaktır. Bu açıdan bakıldığında onların ana karakteristiği, inzal edilmiş metne paralel metinler üretip dokunulmazlık vermek ve din adamları ve ruhbanlara uyarak akıl ve düşünmeyi terk etmektir. Bir diğer özellikleri ise kelimelerin yerlerini değiştirmek (otantik anlamı tahrif etmek/yapıbozumuna uğratmak) ve kısır polemiklere girme tutkusudur.

Kuran’ın anlattığı şekliyle İsrailoğulları’nın dindarlığı şeklî dindarlıktır ve zamanla başka dindarlık biçimleri de ondan etkilenmektedir: Bu yüzden Kuran şöyle der: ([Bu kitap, size verildi] ki, “Yalnızca bizden önce yaşamış iki topluluğa ilahî kelâm bahşedilmişti ve biz onların öğretilerinden habersizdik!” demeyesiniz.) Önceki dinlerin amacı, son dinin takipçilerini, alışkanlık haline gelen ve bilinçsizce tekrarlanan insan davranışlarına karşı uyarmaktı: (Kötülük işleyen[in] cezalandırılacak [olması] ve kendisini Allah’a karşı savunacak bir kimse bulamaması, ne sizin temennilerinize uygun düşer, ne de geçmiş vahiy mensuplarının temennilerine.

Kur’an kelime dağarcığının yoğunluğu, Medine’deki çatışmaların yoğunluğuna göre yumuşaktan serte doğru bir geçiş kaydediyordu. Dolayısıyla tabloyu anlamak ancak zamanı, mekânı, durumu ve kapalı metni aşan zaman, mekân ve koşuldaki tümelliği tam olarak anlamakla mümkündür. Biz buna “metnin üç aşaması” diyoruz ve buradaki anlamsal aşamalar arasında ayrım yapılmasının öneminin altını çiziyoruz.

Casim Sultan kimdir? 

Casim Sultan, Fikri Uyanış Projesi üzerinde otuz yılı aşkın süredir çalışmış ve bu konuda on sekizden fazla eseri bulunan Katarlı bir yazar ve düşünür olup, birçok devlet kurumunda ve özel kurumda danışman olarak çalışmıştır. Halen nahda.org internet sitesinin Genel Yayın Yönetmenliğini yapmaktadır.

Türkçede şu ana kadar yayınlanmış olan eserleri şunlardır: Dirilişten Uyanışa, Toplumsal Dönüşümün Yasaları, Stratejik Tarih Yorumu, Tarihsel Hafıza, Stratejik Düşünme, Siyasi Çalışmalarda İlkeler, İktisadı Anlamaya Doğru İlk Adım, Yeni bir Başlangıç.

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.