16.04.2024
Cihan Aktaş’ın Umran Dergisi’nde kaleme aldığı yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Her zaman bir şekilde ulaşabileceğim kütüphaneler vardı, bu nedenle kitaplarımı hiç biriktirmedim. Birçok ülkede, birçok şehirde sayısız kitap bıraktım. Fakat artık başka türlü bir kütüphanem var. Sultanbeyli Belediyesi’nin katkısıyla Nilüfer Hatun Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde açılan kütüphane adımı taşıyor. Bir yazar için büyük bir onurlandırma, hiç aklıma gelmezdi bunun olacağı, kütüphanenin açılışı için yaptığım konuşmada da belirttim.
Kaldı ki bu aynı zamanda büyük bir sorumluluk, Allah’tan Sultanbeyli’ye yakın bir semtte oturuyorum. Adımın verildiği kütüphanenin Sultanbeyli’de bulunmasının benim için anlamı büyük. Kendini yoktan var eden bir ilçe Sultanbeyli. Otoyola kapalı bir şekilde otuz yıl bir varlık mücadelesi verdi bakar kör bir statükoya karşı. Şehre ucuz işçi gerekiyordu ya… Göç teşvik edilir, göçmenin nasıl yaşayacağı, nerede barınacağı hesaba katılmaz.
Ne siyasetçiler eğildi Sultanbeyli’nin Kafka’nın Dava’sını hatırlatan durumuna ne akademisyenler ne sanatçılar. Kamusal yasaklı başörtülü kadınlarla arasında bir bağ vardı bu nedenle: Hem Sultanbeyli hem de başörtülü kadınlar, yüzlerine kapatılan kapılara rağmen onurlu bir şekilde yaşamak için varlık mücadelesi vermek zorundaydılar.
Varlık Mücadelesi, Okumak ve Yazmak
Sultanbeyli halkı büyük yoksunluklarla yerleşmeyi sürdürme direncini mahalli dayanışmalara, hemşehri desteklerine borçlu. Yıllar akıp giderken de bu halk, çıkışsız kapılarından giren göçmenlere, ıssızlık içinde kendi kendini inşanın, yanı sıra şehri bürüyen zaafların mesullerinden biri olarak gösterilmenin tecrübesiyle yaklaşmaya devam etti.
1980’lerden bu yana çeşitli sebeplerle gidip geldiğim ilçe, sivil inisiyatifler ve kültürel faaliyetlerle korudu kendini, bir çıkmazda boğulmaktan. 2011’de, Hüseyin Keskin’in ilk belediye başkanlığı döneminde ise otoyola da açılabildi kapıları. Yine Keskin, görevde bulunduğu süre içinde yirmi kütüphane kazandırdı Sultanbeyli’ye.
İnsan insanla kaybeder ama insanla da kazanır. İnsanlık olup bitmiş bir hâl değil, sürekli bir çaba ister gelişme yönünde. Pek çok yeteneğimiz var, işlenmesi, hayatta kalması, hayata katkı sunması gereken.
İlk gençliğimde, dünyayla ve hayatla ilgili sorgulamaları veya izlenimleri herkesle paylaşmak için kelimelerden daha etkili bir ifade aracından yoksundum. Bunun arayışına düşmedim de. Mimarlık okudum ama yazar olarak yol aldım.
Benlikten yükselen çığlığı, kanayan yarayı, coşkuyu, büyülenme hissini, çarpılmayı sevinci kederi daha etkili ifade edebilecek başka bir yol aramıyordum; bir kâğıt bir kalem yeterliydi. Sevdiğim yazarlara borçluluk hissettim, öykündüm, onların oluşturduğu aileye ucundan kıyısından katılmayı umdum. Mutsuzluk ve acıların farkının yüklediği bir sorumluluğu da öğretiyordu bir metinde yol almak. İlk gençliğimde yazmak, yolunda gitmeyen haksız, çirkin ve zorbalık doğuran her şeye itirazın en usturuplu aracıydı da. Yıllar akıp giderken yazmak bir disipline dönüştü, okumak gibi. Yazarak öğreniyor, okudukça kaleme kâğıda sarılıyor, yazdıkça okumaya yöneliyordum; hâlâ da öyle oluyor.
Yüreğini ve fikrini beslemediği, adım başı da nefsini sorgulamadığı takdirde insan çok çabuk güçten düşen, solgunlaşan bir varlık. Okumak, dinlemek, birbirinden öğrenme çabası, sürekli bir anlama faaliyeti, sorular sorma, insanlığımızı geliştirme sürecinin gerekleri.
Kitaplardan çok şey öğrendim, ama en çok insandan öğrendim. Sonuçta kitapları da insanlar yazıyor. Kitapların içine doğdum, kütüphaneli bir eve. Babama ait o kütüphane, kardeşlerimle birlikte okumayı sökerken biz, dağıldı, yok oldu. Sonra da öğretmen babamın annemin ismiyle açtığı kasabanın tek kitap kırtasiyesinin kitaplarına geldi sıra. Annem Suna Aktaş, okuma yazma bilmeyen komşu kadınlara tefrika hâlinde romanlar okurdu. Akşamları hepimiz birer kitapla köşemize çekilirdik. Bunlar da yetmezdi, yollarda bulduğum gazete parçalarını okuya okuya dönerdim eve. Okumayı da daha okula başlamadan ev sahibemizin evindeki duvara asılı Saatli Maarif Takvimi’ndeki kelimeleri heceleye heceleye söktüm.
Kırtasiye dükkanında her türlü kitap bulunurdu, Fenni Arıcılık’tan Ak Zambaklar Ülkesinde’ye, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ndan Sinekli Bakkal’a. İlkokul yıllarında Altın Kitaplar serisini, Jules Verne ve Kemalettin Tuğcu kitaplarını bitirmiştim, yanı sıra Teksas Tommiks ciltleri… İlk okuduğum roman ismiyle ilgimi çekmişti: Kürk Mantolu Madonna.
Böyle bir roman ilkokul ikinci sınıfta nasıl okunabilirse tabii…
Babam Refahiye’ye yürüme kırk dakika mesafede, büyük dedeme ait bir değirmenin kıyısında bir tavuk çiftliği kurmuştu bir dönem. Biz beş kardeşi sırayla çiftlik nöbetine götürürdü. Dedem yakınlarımızda diye içi rahattı zannedersem. Bir gün beni de motosikletiyle nöbete götürürken bir kavşakta elma dolu torbayla kalın roman cildi kucağımdan fırlayarak yokuştan aşağı savruldu. Ben de kendimi attım peşlerinden. Gün boyu kitapsız ne yapacaktım orada? Dizlerim yara bere içinde Rüzgâr Gibi Geçti’yi aradım buldum, torbadan dökülen elmalardan da bir kısmını topladım. Babam epey çıkıştı bana ama olan olmuştu.
On bir yaşında gittiğim yatılı okulda da herkesin ailesi yiyecek dolu kutular yollarken benim babam kitap gönderirdi.
Oysa çok zengin bir kütüphanesi vardı okulun. Orada kendimi evdeymişim gibi hissederdim. Yıllar sonra karşılaştığım bir yatılı okul arkadaşım, ona, kütüphanede bulunan Anna Karenina’yı mutlaka okumasını, belki sonra buna imkân bulamayacağını söylediğimi anlattı. Sınıf arkadaşlarımın hemen hepsi dolaplarının kapaklarına dönemin sinema yıldızlarının posterlerini yapıştırırlardı. Benim yıldızlarım yazarlardı. Üstelik İslâm karşıtı dil kullanan solcu öğrencilere karşı ülkücü öğrencilerin yanında yer aldığım hâlde, standart sağ-sol ayrımıyla yaklaşmıyordum yazar ve şairlere. Bir keresinde, öğrencilere karşı son derece mesafeli ve sert bir tutum sergileyen eğitim şefine, kütüphanede neden hiç Nâzım Hikmet kitabı olmadığını sormuştum.
İstanbul ve Sonrası
Ben yatılı okula gidip gelirken İstanbul’a taşınmıştı ailem. Ağabeyim Ümit Aktaş’ın kütüphanesi yeni ufuklar açıyordu bana. Tasavvuf klasikleri, varoluşçu yazarlar, İslâmcı yazarlar ve dergiler… Nurettin Topçu, Ali Şeriati, Sedat Yenigün, İslâmî Hareket, Diriliş ve Edebiyat dergileri… Kuşeyri Risalesi, Elmalılı tefsiri, Cemil Meriç, Sezai Karakoç, Mustafa Kutlu… Daha sonra Aylık Dergi, Yeni Devir… İlk öyküm 1984’te Aylık Dergi’de yayımlandı. İran yıllarında Mavera’ya Selma Toprak adıyla yazdım.
Yeni Devir’de yayımlanan ilk yazımı dikkate alırsak, 44 yıldır yazıyorum. Yirmi yaşındaydım ve “İslâm Mimarisi Üzerine Düşünmek” başlığı altında katıldığım makale yarışmasında üçüncü olmuştum. Ödülüm Sünen-i Nesai ciltleriydi.
Başlarda, 1982’de ilk maaşımla aldığım Silver Olivetti ile yazdım, 1988’de bilgisayara geçtim. Bu geçişi de “İlk ve Son Fotoğrafın” başlıklı bir öyküyle, Halepçe katliamı üzerinden anlattım. Yazılması gerekeni layıkıyla kolaylaştıracaksa, vazgeçebilmeliydi insan alışkanlıklarından.
Dijital bir devrim döneminden geçiyoruz. Okuma ve yazma kanalları başkalaşıyor. Fakat kitap herhangi bir yolla varlığını sürdürecektir. Bize ilham kaynağı olan yazarlar da yeni araçların süzgecinden geçerek önemlerini koruyacaklardır. Antigone’yi, Don Kişot’u, Mevlana’yı, İbn Arabi’yi, Hafız’ı, Sadi’yi, İbn Haldun’u, Nietzsche’yi, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Çehov’u, Puşkin’i okuduğumuz gibi, Mehmet Âkif’i, Yaşar Nezihe’yi, Fatma Aliye’yi, Halide Edip’i, Ömer Seyfettin’i, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Sait Faik’i, Kemal Tahir’i, Füruğ’u, Şeriati’yi, Orhan Kemal’i, Sezai Karakoç’u, İsmet Özel’i Rasim Özdenören’i, Mustafa Kutlu’yu, Gülten Akın’ı, Füruzan’ı da okumayı sürdüreceğiz.
Kültür her zaman iki yönlü ilerler. Şimdide vuku bulanın ifadesi, geçmişe başvurulmadan eksiktir, sakattır.
Gençler, yaşlarının gerektirdiği sorgulamalarla “Ne yapmalı?” sorusuna cevap arıyor, olgularla gerçeklik arasında bir bağ kurmaya çalışıyorlar. İrili ufaklı iktidar alanlarının çoğalttığı karmaşık sorunlar karşısında sorgulamaya gitmek ve çare yolları aramak masumiyet çağına özgüdür ve hepimizin bu çağa özgü -çıkardan uzaklığı nispetinde- duru dilin ifadelerine ihtiyacı var. Gençlere en çok yakışan nitelik de dürüstlüktür zaten, böylelikle hisleri kireçlenen yaşlıların göz ardı etmeye başladıkları doğruları haykırmayı başarabilirler.
Kapalı yapılar, buna aile de dâhil, muhasebe yoksunluğu yüzünden hızla yozlaşır ve katılaşırlar. Bir hareketin en büyük zenginliği ve güven kaynağı eleştiriye açıklığıdır. Eleştiri durular, yeniler, güçlendirir.
Babam Cemal Aktaş, kız çocuklarının eğitimine daha fazla önem vermek gerektiğini vurgulardı hep. Erkekler hayata bir şekilde tutunabilirken, eğitimsizliğin, bir meslekten yoksunluğun kız çocukları her türlü kötülüğü sineye çekmeye mecbur eden bir çaresizliğe düşürme ihtimaliydi bunun sebebi. Erkeklere mektup yazarlar diye okula gönderilmeyen pek çok mustazaf kadın tanıdım. Peki ya erkeklerin yazdığı, yazabileceği mektuplar… Hoş böyle bir yaklaşım kadınları hep erkeklerce tanımlanmaya yatkınlaştıran bir konuma yerleştiriyor. İffet sorumluluğunun sadece kadınlara yüklenmesi ahlaklı değil, ahlakçıdır.
Rahmetli Sezai Karakoç’u bir ziyaretimde, kızlarım için bir tavsiyede bulunmasını rica etmiştim. Klasikleri okusunlar, demişti. Klasikler, iktidar, güç ve çevre ilişkilerinin dönemsel etkilerinin uzağında bir ortak beğeniyle yüzyılların filtresinden geçmiş olarak günümüze ulaşırlar çünkü. Okuduklarınız, zihninizin çeperlerini genişleterek düşüncelerinizi bir adım ötesine taşıyabilmeli. Zaman sonsuz bir bağış değil sonuçta, hangi kitaplara öncelik vermemizin gerektiği bilincini klasiklerin yardımıyla kazanabiliriz. Edebiyat ise bize küçük ve önemsiz görünendeki yüceliğin yanı sıra, yüce ve kusursuz gösterilendeki yapmacığı ve bayağılığı fark etmeyi öğretir, edebiyat okuru kolay aldanmaz. Aslında müminin özelliğidir, feraset sahipliği. Ancak çok yönlü okumayı sürdüremiyorsak, nasıl koruyabiliriz ferasetimizi?
Gençler emeğin değerini öğrenmeli, zanaatlarla haşır neşir olmalı. Marangozluk, deri işi, dikiş, örgü, boya badana… Pazarda limon satmak bile büyük maharet gerektirir. Gençler toplumsal sorunlarla ilgilenebilmeli ki aslında ilgileniyorlar da. Her zaman güçsüzden, mazlumdan, madundan yana bir sorumluluk taşımanın gereklerini öğretir halkla kaynaşmak, halktan biri olmak.
İslâm her zaman mazlumların umut kaynağı olmayı sürdürecek şekilde kaynağından yeniden ve yeniden öğrenilmeli. Halktan ve tarihten okumayı önemli bulsak da açık ki insanlar şaşırır, medeniyetler yorulur.
Gazze, bugün akla karayı belli eden bir imtihan alanı. Küresel bir Gazze milleti, bir Gazze toplumu oluşmakta, bunu umut verici buluyorum. Gazze, hak ve adalet savunucularını aynı zeminde bir araya getiriyor. Gazze toplumu dünyanın her yerinden doğruları haykırıyor zorbalık düzenlerine karşı. Yeni bir oluşumun umudunu duyuruyor bu haykırışlar.
Ne yazık, rahmetli Âkif Emre’nin hayalini kurduğu bir Filistin Enstitüsü bile yok ülkemizde ki, böyle bir varlık, fikri takibi mümkün kılardı. Çalışmalar dağınık olduğu ölçüde zihinler de dağınık ve tepkiler parça parça oluyor. Kültür ve Turizm Bakanlığımızın turizm faaliyetleriyle iç içe olmasının mantığı ise anlaşılmaz. Ahmet Kot Kitaplığı gibi ferahlatıcı örnekler varsa da dönemin ruhu kültürü eğlence ağırlıklı yaşamaya sevk ediyor.
Arka planımızda bazen çapulcuların kül ettiği ne çok kütüphane var! Hicri 100’lü yıllarda Kuzey Afrika’da kurulan Ribatü’l Bağdadiyeler, kadınlar için eğitim merkezi olarak da faaliyet göstermenin yanı sıra sığınma evi özelliğiyle de yapılanmışlardı. Endülüs’ü yükselten ilim birikimi durduk yere oluşmadı. Atıl bırakılan kütüphaneleri de kül edilmişlerle birlikte anmak gerek.
Ben ise hep seyyar bir kütüphaneyle yaşadım, yaşıyorum. Uzun süre okunmadan kalanlar, bir daha okunmayacaklarına karar verilmiş olanlar dağıtlmalıydı. Erzincan, Trabzon, İstanbul, Ankara, Tahran, Bakü, Urumiye, İstanbul… Hep dağıttım. D. Mehmet Doğan’ın ülke ülke yanımda gezdirdiğim sözlükleri, Tahran’da bir üniversitede şimdi. Başucu kitabı bildiğim, ilk sayfalarına notlar aldığım ne çok kitap bıraktım geride. Toz alerjisi yüzünden de yıllanmış kitapları dağıtmayı sürdürüyorum.
Bazen yıllar önce okunmuş bir kitabı elime almayı özlüyorum. Merak ediyorum, eskiden ne anlamışım ondan ve şimdi okuduğumda, altı çizili satırlar bana neler söyler… El Greco’ya Mektuplar misal ve Kevir, Bu Böyledir, Türkü Söylüyor Otlar, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu, Parasız Yatılı, Büyülü Dağ, Göçebe, Vişne Bahçesi, Ekmeğimi Kazanırken, Gül Yetiştiren Adam, Kırk Ambar gibi ne çok kitabım şimdi nerelerdeler… Evimdeki raflarda saklı kalmalarındansa, elden ele dolaşarak okunmalarını yeğledim.
Sultanbeyli’de bir kütüphanem olduğunu bilmek beni rahatlatacak. Şanslıyım. Şükranlarımı sunuyorum düşünen ve eyleyen herkese.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.