Kuzey Afrika’daki Avrupa sömürüsünün içeriden şahididir Isabelle Eberhardt. Yeni bir düzen kazanmaya çalışan dünyanın, içine düştüğü kaosu hayra yönlendirmeye çalışan aktörlerindendir.
Eberhardt, Kuzey Afrika yolcuları arasında galiba tek kadın, ancak o da erkek kılığıyla dolaştı gittiği yerlerde. Bu az rastlanılırlık yüzünden de casus olduğu şüphesi her zaman ayağının bağı oldu.
I- Kısacık bir hayatta alınan yollar okurken başınızın döndüğünü hissettirir bazen. Gıpta, hayret, ve hayranlığın yanı sıra kendini hiç sakınmadığı için duyduğum endişeyle okudum Avrupalı Bedevi, Anarşist Müslüman, Sufi ve Seyyah Isabelle Eberhardtkitabını. Anlatım o kadar canlı ki Rus asıllı genç kızı Kuzey Afrika’nın bir noktasından başka bir noktasına gidip gelirken gözlerinizin önüne getirebiliyorsunuz. Hicretini arıyordu Isabelle, istikametini, ensarını, sılasını… Göze alışları ve pervasızlığı olmasa ve büyük imanı, kısacık ömrüne onca yolculuğu sığdıramazdı. Beri taraftan toplumsal konumu ve yaşadığı hareketli zaman dilimi arayışına yardımcı olacak fırsatları getiriyordu ayağına ve o da bunları değerlendirmekten geri durmuyordu.
19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında pek çok Avrupalı sanatçı ve yazar Kuzey Afrika’ya yöneldiler. Kimisi ilham arayışıyla gitti veya gitmek istedi, Van Gogh gibi, kimisi ise Özgürlüğün Romanı’nın kahramanı İvan Agueli gibi “gerçek İslam’ı” çöllerin bakir köşelerinde öğrenmek için yollara düştü.
Eberhardt, Kuzey Afrika yolcuları arasında galiba tek kadın, ancak o da erkek kılığıyla dolaştı gittiği yerlerde. Bu az rastlanılırlık yüzünden de casus olduğu şüphesi her zaman ayağının bağı oldu. Nitekim onu bize akıcı bir dille anlatan Emine Karahocagil Arslaner de, “Isabelle acaba ajan mıydı?” şeklinde soruyla sıklıkla karşılaştığını belirtti.
Eberhardt 1877’de doğdu, 1904’de, Cezayir Ayn Sefra’da bir sel baskınında öldü. Arslaner, kahramanının hayatının, üç kelimeye sığdırmak gerekirse “gezmek, gözlemlemek ve yazmak”la ifade edilebileceğini belirtiyor kitabın önsözünde.
Yirmi yedi yaşında vefat eden bu genç kadın, yılmak bilmeyen bir arayışçı olma özelliğini doğduğu dönem gibi dahil olduğu çevrelere de borçlu. Babası, Rus Çarı II. Aleksandr’ın yaveri Pavel Karloviç de Moeerder, annesi ise Prusyalı bir asilzadenin kızı Nathalie’dir. Isabelle annesinin tedavi görmek üzere geldiği Cenevre’de dünyaya geldi. Pavel eşi Nathalie’yi, çocuklarının öğretmeni Trofimovski ile göndermişti bu yolculuğa. Her ikisinin de, yaşlı yaverin izniyle fikirleri yüzünden düşmanlar edinmiş oldukları için ülkeden kaçmış olmalarını yüksek bir ihtimal olarak görüyor Arslaner. 1. Nikola’nın sansürcü yönetimi, Dekabristlerin hafızalara kazıdığı özgürlük şarkılarını susturamamıştır. Nathalie hasta ve “mızmız” bir kadındır. Kitapta hakkında pek çok ilginç malumata yer verilen Trofimovski ise bilgi ve ahlakıyla, ömrünün sonuna kadar hamiliğini sürdürdüğü Isabelle’in üzerinde büyük bir etkiye sahip olmuştur.
Isabelle sonraki yıllarda bütün kardeşleri arasında en iyi iletişim içinde olduğu küçük kardeşi Augustin’i Cezayir de iş bulabilmesi için Arapça ve Berberice öğrenmeye teşvik ediyor. Ancak Augustin yabancılar lejyonuna katılıyor. Genç kız kaygı içinde mektuplar yazıyor kardeşine. İlk denemesini de o uzaklardayken, 1895’de kaleme alıyor. Sonra hikâyeye yöneliyor. Bu hikâyelerden birinde hiç görmediği Cezayir’i ve Müslüman bir şehidi konu alıyor. Derken Ebu Nadra dergisinde gördüğü bir ilanla ulaştığı, Efgani’nin yakın adamlarından, Mısırlı milliyetçi bir entelektüel olan Yakup Sanu (eski adı James Sanua) ile mektuplaşmaya başlıyor. Yakup Sanu’yla arkadaşlığı ona, Tunus’un tanınmış ailelerinden birine mensup Ali bin Salih Abdulvahab’ın dostluğunu kazandırıyor. “İslam’da Kadın” üzerine tartışmalar yaptığı Abdulvahab’ın, yüz yüze görüştükleri güne kadar Isabelle’i erkek bilme ihtimalinden söz ediyor Arslaner.
- 21 Mayıs 1897’de Isabelle birçok Avrupalı biyografa göre sadece annesi Nathalie’yle birlikte, ancak genç kızın Abdulvahab’a yazdığı mektuplara bakılırsa da yanlarında Trofimovski de olduğu hâlde Cezayir’in en önemli liman şehirlerinden biri olan Annaba’ya ayak basıyorlar.
Nathalie gibi diktatörlük döneminin çocuğu olan Trofimovski’nin, Bakunin’in adamlarından olduğu için Rusya’yı terk ettiği düşünülür. Bu dönemde Zürih’te toplanan yirmi beş anarşist arasında adı geçiyor. 1826’da Ukrayna’da dünyaya gelen Trofimovski, Ortodoks rahibi olarak faaliyet gösterirken anarşist fikirlerden etkileniyor ve Hristiyanlığı terk ederek Pavel Karloviç de Moeerder’in çocuklarına öğretmenlik yapmaya başlıyor. Arapça da dahil olmak üzere birçok dil biliyor. Bir miktar Türkçe konuşabilmeyi ve İslam hakkındaki bilgisini Kırım Türklerine borçludur. “Esaslı” bir botanikçidir. Tanıyanlar simasını Tolstoy’a benzetiyor, fikirleriyle de Bakunin’den ziyade Tolstoy’a yakın duruyor. Isabelle’in Müslüman olmasına vesile olduğu düşünülür. Esasında bir nihilistti, İslam’ı ise bir dünya görüşü, bir ideoloji gibi savunuyordu, 90’larda yazdığı mektupları Arapça selam ve dualarla bitirirmiş. Arslaner, onun 1883’te Paris’e giden Cemalettin Efgani’nin fikirlerinden etkilendiği ihtimali üzerinde duruyor.
II- 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında Doğulu imparatorluklar “özgürlük” ve “bağımsızlık” şiarlarının etkisi altında oluşan hareketlerle içten içe kaynıyor; bu ülkelerin öğrenci ve sürgünleri Avrupa başkentlerinde bir araya gelerek ülke ve toplumlarının sömürgecilikten kurtuluşunun, bunun yanı sıra yoksul ve eğitimsiz kesimlerin bilinçlenerek yazgıları konusunda söz sahibi olmasının yollarını ve benzeri birçok ideali “Nasıl yapmalı?” sorusu etrafında tartışıyorlardı.
Küreselleşme, belirli iktidar ilişkileri tarafından biçimlendirilen neo-liberal hegemonyanın ürünü diye tarif ediliyor şimdilerde. Bu şekilde bir sistemleştirmeden çok önce, 1850’lerden itibaren keşifler ve icatlarla gelişen küresel bir bilgi akışı ve buna bağlı arayışlar dalgası, kendini göstermeye başlamıştı. Telgraf, telsiz yoluyla haberleşme, tren ve vapurla yolculuk, bütün dünyada bir tür kavimler göçü hareketliliği oluşturuyordu. Yeni teknolojilerin sağladığı iletişim kolaylığı elbette çeşitli “Pan hareketlerine kaynak sağlıyordu. Londra’da çıkan bir derginin makalesi Atina’da yankılanıyor, Kahire’de yayımlanan bir dergi Güneydoğu Asya’daki Müslümanlara ulaşıyordu. Farklı ülkelerden Müslüman aydınlar Renan’ın “İslam ve Bilim” konferansındaki “İslam’ın ve bilimin yolu hiç kesişmedi” şeklindeki iddiasına reddiyeler yazıyorlardı. Efgani, Hindistan Müslümanlarını Britanya’dan bağımsızlaşmalarını sağlayacak potansiyelleri üzerine düşünmeye çağırıyordu. Rusya Müslümanları çocuklarını eğitim için İstanbul’a gönderirken, farklı coğrafyalardan pek çok Müslüman seçkinin çocukları da Avrupa’da eğitim görüyordu. Müslümanlar 1850’lerden itibaren daha önce hiç yaşanmadığı ölçüde hac ibadeti için Mekke’de toplanır olmuştu; bu da aralarındaki iletişimin daha bir derinleşmesinin mümkün olduğu anlamına geliyordu.
- Çözülüş ve dağılma süreçlerini tetikleyen egemenlik arzuları Müslüman toplumlara hükmeden devletlerin adaletsiz yasalarına yansırken İslamofobiyi besliyor, bunun karşısında Müslüman aydınların cevap verme ve çözüm arama çabaları ise panislamizmi güçlendiriyordu. Bir dağılma sürecinin muhasebesi aynı zamanda yeni başlangıçlar için yoğun arayışlara zemin oluşturuyor; Osmanlı, İran ve Mısır aydınlarıyla İngiltere, Rusya ve Fransa’nın egemenliği altında yaşayan Müslüman aydınlar arasındaki iletişim ise söylemlerde bir tazelenme imkanı anlamına geliyordu.
Cemil Aydın, 2017’de yayımlananİslam Dünyası Fikri’nde, kitabına ad olan olgunun bu dönemlerde benzeri bir sömürgeciliğe ve ırksallaştırmaya yönelik bir dayanışma ve cevap verme ihtiyacına bağlı olarak keşfedildiğini öne sürüyor. Keşif elbette iki yönlü işlemekteydi: Aydın’a göre, mesela 1911’de Hartford Seminary’de The Muslim World (İslam Dünyası) başlığıyla nitelikli bir derginin yayınlanmasının, İslam Dünyası fikrinin derinleşmesine büyük katkısı olmuştu.
Şüphesiz Batılı emperyalistlerin halkların bağımsızlığı konusunda sergiledikleri tutarsızlık, özgürlük ve adalet arayışı içindeki kesimlerde farklı bir istikamete götüren sorular oluşturuyordu: Osmanlı topraklarındaki Hristiyan azınlıklara bağımsızlıklarını kazanmaları için destek veren siyasi aktörler ve aydınlar, konu Batılı emperyalistlerin hakim olduğu bölgelerdeki Müslümanların bağımsızlık hakları olduğunda sessiz kalıyorlardı.
Pan-İslamizm, benzeri çelişkilerin vurgulandığı sömürgecilik karşıtı söylemleriyle de Asya ve Afrika’daki Müslüman olmayan toplumlarda bir karşılık buluyordu. Aydın’ın dediği gibi: 19. yüzyılın sonlarında veya 20. yüzyılın başlarında bir kişi kararlı bir anarşist, pozitivist veya sosyalist kalarak da Müslüman olabilirdi. Sömürgeciliğin, Oryantalizmin ve ırkçılığın ortak tecrübeleri Asya’daki Müslüman ve Müslüman olmayan entelektüelleri Asyalı-Doğulu kimliği altında bir araya getiriyordu. (Sf.124) Irk, dışlanma ve sömürgecilik konularını sorgulayan Asyalı, Afrikalı ve Latin Amerikalı entelektüeller, Avrupa metropollerinde bir araya geliyordu. Asya ve Afrika’nın önemli entelektüelleri Batı metropollerinde gelişen emperyalizm ve ırkçılık karşıtı düşünce ve hareketleri yakından takip ediyor, bu düşünce ve hareketlerde etkili olan entelektüellerle de iletişim kuruyorlardı.
Isabelle Eberhart bu arayışların merkezinde büyük bir çabayı yansıtan aykırı bir isim; onun düşünsel serüveni, kadın olduğu için de ayrıca dikkat çekici.
III- İstenmeyen bir bebekti Isabelle. Annesinin ona hamile kaldığı dönemde Pavel Karloviç de Moerder Cenevre’deydi, yine de babasının Trofimovski olduğuna dair bir şüphe hiç eksilmedi etraflarından. Bu yüzden, ailenin ilk üç çocuğu tarafından kardeş olarak benimsenmedi. Çeşitli mektuplarında büyük bir teessüfle evlilik dışı hatta bir doktorun tecavüzünün semeresi bir çocuk olduğunu dile getirdi. Belki bu nedenle de yuva arayışı, yeni kardeşlere sahip olma arzusu hiç bitmedi. Göçebe doğduğunu ve öylece öleceğini düşünürdü.
Yakup Sana ile mektuplaşmasından söz etmiştim. Bir isim başka bir ismi getirir, bir okuma bir diğer okumayı ve tanı/ş/mayı. Isabelle, Sana vasıtasıyla tanıştığı Ali Abdulvahab’la Arapça ve kardeşi Nicholas’ın adıyla yazışmaya başlar. 1897’de annesi ve Trofimovski’yle birlikte Cezayir’e gidip Annaba’ya yerleştiğini yazmıştım yukarıda. Trofimovski ona Fas asıllı, hem medrese hem kolej eğitimi almış bir Arapça hocası bulmuştur.
- Bu hoca, “daha yeni Müslüman olmaya başlamışken” onu ataerkil kurallarla kısıtlamak isteyince ilişkilerinde bir gerginlik oluşur. Çok geçmeden aralarında bir aşk başlar, ancak, özgürlüğünün ortadan kalkması anlamına gelecek bu aşka karşı koyar Isabelle. Abdulvahab’a gönderdiği mektuplarda bu mücadelesinden söz edip ondan destek bekler. Bu aşka kendini bırakmak hocasının öne sürdüğü “efendi” rolünü kabul etmesini gerektiriyordur çünkü. “Ben Allah’tan başka hiç kimseden korkmamaya ve hiç kimseye itaat etmemeye yemin etmiş ve bugüne kadar hep böyle davranmış biriyim,” diye yazar Abdulvahab’a.
Augustin’in İslam’ı kabul etmesi için de yardım ister ondan. Cezayir’e gelir gelmez yazmaya başladığı romanından, “Hayatım ve Rus asıllı karakterim hakkında her şeyi yazdım,” diye söz eder. Kadiri tarikatına ait bir Kur’an kursunun açılış törenini anlatırken “İslami hayatta beni büyüleyen şey,” der, “bize Batı’da acı çektiren o boş şeyler için savrulma duygusunu biraz dindiren işte bu zahiri sükunet ve sonsuzluğa duyulan güven….”
Özgürlüğün Romanı’ndan, Gariplerin Kitabı’ndan çeşitli paragrafları akla getiriyor bu his ve izlenimler, ancak bu kez anlatıcı Cezayir’de erkek kılığında gezinen bir kadındır. İslam’ı benimsiyor Isabelle, Müslümanların arasında ihtiyaç duyduğu sükuneti de buluyor, gelgelelim Kadiri tarikatına ait bir Kur’an kursunun açılış törenini takiben, gece beraber kaldığı kadınların oluşturduğu atmosferden sıkılarak kendini dışarı atıyor. Hayvanların su içtiği yalağın başındaki nöbetçilerle birlikte sabah ezanına kadar Kur’an’dan sureler okuyor, sohbet ediyor, sabah namazı kılıyorlar. Şeyhin oğlu, İslam’ı öğrenme sürecinde olduğu için namazını kadınlarla değil erkeklerle kılabileceğini söylemiştir ona. Mütedeyyin kesimler bu erkek kılığında gezinen yeni Müslüman Rus aristokratına anlayış gösterse de genç kadın kimi cemaatlerce fitne olarak algılanıyor. Casus olduğu şüphesi bazen kasıtlı olarak dile getiriliyor gittiği çevrelerde.
- O dönemde Afrika topraklarında yaşayan Müslüman ahalinin Isabelle’in nezdinde eğitimli kadınlara gösterdiği hoşgörü ve ilgi, Arslaner’e göre geleneksel İslam algısının serancamı hakkında önemli ipuçları verir. Arslaner, dışarıdan gelen Müslüman bir kadına gösterilen saygı ve anlayışın bir benzerinin aynı coğrafyada bugün bile tesettürlü kadınlara gösterilemeyeceğini dile getiriyor. (Sf. 94)
Annaba’ya taşındıkları yıl Nathalie vefat ediyor ve Annaba Müslüman mezarlığında defnediliyor. Isabelle cenazeye gelen Trofimovski’yle Cenevre’ye dönüyor. Kardeşi Augustin’le ilgili problemlerinde Abdulvahab hep yanındadır. Hocasına aşkını kalbine gömmüştür. Yuva arayışı içinde gezinir Kuzey Afrika topraklarında. Osmanlı’nın Paris’teki Hariciye Nazırlığı’nda görev yapan Ahmed Reşid isimli bir diplomatla evlenme planı, muhtemelen Ahmed Reşid’in onun hareketlerini sınırlandırmaya çalışması nedeniyle gerçekleşmiyor.
Resmi eğitim sistemine karşı olduğu için “kızım” diye seslendiği Isabelle ve kardeşlerini Tolstoy’un çiftliğini andıran bir ortamda çok yönlü derslerle eğitmeyi sürdürüyor Trofimovski. Bu çiftliğin misafirleri arasında Rus anarşistlerin yanı sıra Jön Türkler de bulunuyor. Öğrenciler Cenevre’nin beş kilometre uzağında bulunan bu çiftlikte keten ceketler ve ağır çizmelerle ev işleri yapıyor, etrafı temizliyor, sobaları yakıyor, bodrum katındaki suları pompalıyor, güvercinlerle ilgileniyorlar.
Trofimovski’nin vefatının akabinde kardeşi Augustin’le Tunus’a gidip Abdulvahap’la buluşuyor Isabelle. Tunus’un Bab Menara Sokağı’nda ev tutup yerleşiyor. Hâlâ Müslüman toplumlardaki kadın olgusunun içine dahil olamamakta, erkek kıyafetleriyle dolaşmaktadır. Sırada Cezayir vardır. Touggourt’a giderken karşılaştığı berberi kafilesine kendini, güneydeki bir zaviyeye gitmek için yola çıkmış Tunuslu bir öğrenci olarak tanıtıyor. Sonra Marsilya, ardından yine Tunus. Emperyalistlerin yerli halka yaptıkları zulme yakından şahit olup yazacağı yazılar için malzeme toplamaktadır. Haraç isimli hatıratında, yerli halktan toplanan ve adına Varlık vergisi denilen haraç kesme işinden söz eder. Haraç görevlisinin ekibindedir, kadın olduğunu fark etmeyen ekibin başı, ona “Mahmut kardeş” diye seslenmektedir. Gittikleri her yerde yoksul ve isyankar ahali tarafından öfkeyle karşılanırlar. “Gözyaşları içinde bir kadın elindeki son keçisini, son koyununu teslim edip hüzün dolu bir vedayla ondan ayrıldığında, bizim yüreklerimiz iki kat fazla parçalanır,” diye anlatır.
Gelirindeki istikrarsızlığı da içeren sebeplerle sürdürdüğü yolculuklar (Paris, Cenevre, Marsilya, yine Cezayir), aile mirası konusunda ağabeyi Nicolas‘ın sergilediği entrikaların üzüntüsü, 1900’ün ilk gününden itibaren tutulan günlük, Rus seyyah ve yazar Lydia Paschkoff’la yazışmaları, “Hayatımın büyük aşkı” diye anlattığı eşi Süleyman Ehri’yle evliliği, Kadiri tarikatına girişi, Cezayir’deki sömürge yönetimi tarafından sürgüne tabi tutulması, ardından uğradığı suikast, canına kasteden “Ticani” olduğu öne sürülen adamla yüzleşmesi… Isabelle’e göre Fransız ordusu kendisini bölgeden uzaklaştırmak için bu suikastı düzenlemiştir. “…sizi de kasten kaosun içine çekmeye çalışan insanları desteklemekten vazgeçin,” diye yazar Süleyman’ın ağabeyine. İftiralar, takipler, dedikodular hiç eksik olmuyır etrafından. Ayn Sefra günlerinde onunla tanışan bir Alman asker, hakkında çeşitli rivayetler dolaşsa da kendisi ve arkadaşlarının Isabel’in hiçbir uygunsuz davranışına şahit olmadıklarını vurguluyor. Kendisi de şaibelerin onu ülkeden uzaklaştırmak için çıkarıldığının farkındaydı. Kuzey Afrika yolculukları sonucunda sömürgeciliğin yerli halkı edilgenleştirmesini mümkün kılan sebepleri teşhis etmişti ve halkı bu durumdan kurtaracak çözümlerin arayışı içindeydi. Ne var ki 1901’in nisanında Cezayir Bölge Mahkemesi’nin resmi bir mektubuyla ülkeyi terk etmesi istendi. Terk etse de geri dönmenin bir yolunu bulacaktı. Sıtmaya yakalanıp hastanede tedavi gördü. 1904’teki şaibeli ölümüne kadar geçen zaman için de vurgulanması gereken ne çok ayrıntı var! “Sahrada Bir Yıldız Kaydı” diye başlık atmış Arslaner. Güney Oran’ın Ayn Sefra şehrinde yaşanan bir sel felaketi sırasında, henüz 28 yaşındayken veda ediyor Isabelle, gelişinin hakkını ödemek için çırpındığı bu dünyaya. Cesedi evinin enkazı altında bulunuyor.
Kuzey Afrika’daki Avrupa sömürüsünün içeriden şahididir Isabelle Eberhardt. Yeni bir düzen kazanmaya çalışan dünyanın, içine düştüğü kaosu hayra yönlendirmeye çalışan aktörlerindendir. Azalmak bilmeyen ayakbağlarına rağmen, göçebeliğin hafifliği içinde dolaşarak yurdunu, yuvasını, kardeşlerini aradı. Onu bize Arslaner’in tanıtması hiç rastlantı değil. Arslaner de bir göçmen; Franco Bifo Berardi’nin Nefes, Şiir ve Kaos’ta, “Barok Kaos” diye adlandırdığı, Eberhart’ın yaşadığına kıyasla problemleri hiç de daha kolay olmayan bir dönemin ve ortamın göçmeni o da.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.