01.11.2023
Cihan Aktaş, Nihayet Dergisi’nde kaleme aldığı yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Cumhuriyet’in yüzüncü yılının demokratik katılım konusunda bir zirve teşkil etmesini ne çok isterdim… Bu konuda iyimser bir değerlendirme yapmak için ne çok olgu ve olaya gözlerini kapamalı insan! Bir kere kuruluşu takiben oluşan paradigmada ortak bir ülkü sadece varsayıma dayalı bir halk üzerinden tarif buluyordu. Dolayısıyla, yeni bir başlangıca has çok daha geniş kesimin taşıdığı umutlar kısa süre içinde kırıldı. Söz konusu olan Cumhuriyet’in farklı kesimlerin varlığını göz ardı eden bir ulus tasarımıyla sınırlanmasıydı. Diller, kavramlar, adetler, gelenekler, hayat tarzları, yeniden tanımlanan bir Türk ulusal varlığı içinde eritilmek istendi. Padişahlık heveskârı veya dış güçlerin işbirlikçisi olmayan pek çok insan sırf bu çerçeveye uymadığı için hayatından oldu veya inzivaya çekildi. Başörtülerinden vazgeçmeyen mütedeyyin kadınlar yasaklı konumuna düşerek en az seksen yıl boyunca kamusal haklardan mahrum kaldı, bunun yanı sıra da aşağılanmaya uğradılar. Kürtçe konuşmanın yasaklanması da benzeri bir horlayıcı tavrı inşa etti ne yazık ki… Harf Devrimi ise, bir millete özgü sürekliliği kesintiye uğratmanın açık örtük hasarlarını bıraktı geriye. Modernliğin asrilik, yani görünüşte, tüketim tarzında, jestlerde ve kısmen zevklerde Batılılaşma şeklinde anlaşılması, pekâlâ zamanın iyi gelişmelerine ayak uydurması beklenebilecek erkeklerin, daha çok da kadınların içlerine kapanması sonucunu verdi. Sürekli darbelerle yeniden tasarlanan sistem yüz yıl sonraya başta iç barış olmak üzere ekonomik ve sosyal birçok sorunla birlikte ulaşabildi. Yeni bir kuruluşa doğru verilmiş ortak mücadelenin süreğinde daha gerçekçi, makul, hakkaniyetli, halkın barış içinde yaşamasını mümkün kılacak bir sistem kurulabilirdi Cumhuriyet’le. O dönemin şartları bunu icap ettiriyordu, denilebilir; ancak verilen mücadele ve çekilen sıkıntılar daha kapsayıcı olmayı gerektirirdi. Dönemsel dinamiklerin buna gücü yeterdi. Osmanlı döneminin sonlarında zaten bir kendini yenileme ihtiyacı hâkimdi topluma, bundan ileri gelen bir arayış, bir hareketlilik vardı. Mesela Enver Paşa da Latin harflerinden istifadeyle bir yeni alfabe devrimi yapmak istemişti. Atatürk, o dönemdeki yenileşme projelerini çok daha keskin boyutlara taşıdı. Şimdi hâlâ soruluyor: Ne yapmalı? Yeni ve farklı projeler ortaya koymanın zorluğu uygulamada, mesela çarpık büyüyen şehirler hâlinde çıkıyor karşımıza. Anayasa konusundaki belirsizlik de, çıkar çatışmaları şeklinde kendini gösteriyor.
** * **
Meseleyi bir liderler mukayesesine götürmek, mesela “Mustafa Kemal Atatürk mü ‘büyük’ Recep Tayyip Erdoğan mı?” şeklindeki sorularla bir liderler yarışına girişmek ise daha asli soru(n)ların üstünü örtmekte. Farklı dönemlerde iki farklı siyaset adamından söz etmek bana daha doğru geliyor. Her iki liderde süreç politikacıları bir bakıma, kendilerinden önceki çizgileri olgunlaştırdılar. İttihatçı bir arka plana sahip olan Atatürk, bir büyük imparatorluğun yaşadığı kayıp ve hasarların oluşturduğu şartlarda çözümü kültürel ve eğitsel reformlarla tanımlanan bir ulus devlet kurmakta aradı. Bir bakıma ilk kez Abdülhamit tarafından başlatılan Türklük mefhumunu aktifleştirme yolunu tuttu. Kemal Karpat, İslam’ın Siyasallaşması’nda, Abdülhamit’in İslamcılık politikasına Türklüğü de dahil ettiğini belirtir ya… Atatürk de Anadolu coğrafyasında Müslüman Türk kimliği üzerinden homojen bir ülke inşa etmek istedi.
2000’lere geldiğimizde Türkiye ekonomik ve politik bağlamlarda adeta iflas etmişti. Önceki on yıllarda yapıldığı gibi darbelerle tahkim edilemeyecek durumdaydı sistem. Daha dinamik ve yıpranmamış bir hareket olan Milli Görüş çizgisi süreğindeki siyasal eğilimlere yeni bir yol açıldı. Erdoğan siyaseti ve sosyolojiyi yeniden kurguladı. Geçmişin mirasından yararlanarak kritik dönemlerin aşılmasına çaba gösterdi. Ancak bazı sorunları çözümlemek yerine bastırmayı tercih edip geriye eksiklikler bırakıldığı da bir gerçek.
** * **
Eksik olan her zaman başka bir şeydir, zaman ve mekân değişmektedir sonuçta. Ulusalcı paradigma eksiklikleri ve hataları konusunda bir tashihe gitmedi geçen yüz yıl içinde. Kuruculuğa has bir tür kibirle, bütün hatalar ve problemler, bir türlü başarılamayanlar konusunda karşısına aldıklarını suçladı. Mevcut sistemin kamusal varlıklarına izin vermediği kesimler, başörtülüler ve Kürtler, tabiatıyla bir sorgulamaya gittiler. Erdoğan, mütedeyyinler için baskı ve sınırlanma anlamına gelen kural ve uygulamaların bazılarını değiştirdi ama darbe anayasası mevcudiyetini koruyor. Söz konusu Cumhuriyet’in bekasıysa, bunun garantisi şüphesiz daha sağlıklı bir demokrasinin tesisidir. Türkiye ne yazık ki en baştan, Cumhuriyet paradigmasının eksik bıraktıkları veya görmezden geldiği haklar yüzünden süreç içinde kutuplaşan bir ülke. Süreklilik arzeden rövanşist dil toplumu gererken daha asli plan ve programların ihmali sonucunu doğuruyor. Böyle bir atmosferde ilkeler ve değerlerin korunması da -sivil toplum silikleştiği için- daha çok kişisel çabalar gerektiriyor.
** * **
Toplumdaki yozlaşma göstergelerinden söz açıldığında, “Kuruluş ayarlarına dönüş” bir çözüm olarak öne sürülüyor. Kuruluş ayarları, yukarıda belirttim, bana göre milli mücadelenin ruhuna özgü olmalıydı. Mücadeleye katılan herkesin, bütün yurttaşların haklarda eşitliğini gözeten bir yapı, sözünü ettiğim. Ne yazık ki bir an önce modernleşme arzusu, hemen her alanda şekilciliği öne çıkartırken, bunun önünde engel teşkil edenlere görüntü kirliliğine yol açan böcek muamelesi yapmanın önü açıldı. Ulusalcı paradigmanın modernleşme yöntemleri aklıma hep Yunan mitolojisinde yer eden bir kötülük sembolünü getirir: Prokrustes. Düzenlediği baskınlarda ele geçirdiği yolcuların boylarını yataklarına uydurmak için kollarını ve bacaklarını kıran ya da çekerek uzatan bir hayduttur, Prokrustes. 2009’da hastane acil kapılarında tesettürü nedeniyle bekletilip bitkisel hayata girerek genç yaşta dünyaya gözlerini yuman Aynur Tezcan bir istisna olabilseydi keşke. ‘‘Hatırlamayı unutturma’’ya yönelik politikalar bilinçleri sakatlar. Prokrustes misali kıra döke bir ulus yaratma işlemi sadece tek tek kişileri değil, halka halka genişleyerek bütün toplumu etkiledi. Öyle ki 60’larda İlhan Selçuk, ‘’Gardrop Atatürkçülüğü’’ şeklinde ifade etmişti olguyu. Şimdilerde baskıyla ezilmesi, parya kılınması istenen, yurtdışına gitmeye mecbur kalan birçok insan kâbusun geri geleceği korkusunu üstünden atamıyor. Başörtüsü yasakları bana da zarar verdi, ancak ben rövanşist değilim. Rövanşizm yanılsamalara açık bir olgu çünkü, borçlu olan bile kendini alacaklı yerine koyabilir. Yara sahipleri muhtemelen daha dengeli, hakkaniyetlidir. Fırsatçıların kullandığı kutuplaştırmayı tırmandırmaya dönük dil, azınlık bir kesime has olsa da hışımla yükselerek ulusalcı öfkeyi biliyor. Gerçi böyle bir dilin ulusalcı kesimde de muadilleri var. Bu arada Beyaz Türk bakışında ezik başörtülü figürü yerini kibirli başörtüsüne terk ediyor.
** * **
Türkiye’nin Ortadoğu ve Orta Asya’yla ilişkileri şüphesiz son on yıl içinde geçmişte olduğundan çok daha canlı, faal. Gelgelelim uluslararası ilişkiler söz konusu olduğunda, geniş aileye özgü roller üstlenmektense, dostluk ve kardeşlikten dem vurmak daha yapıcı sonuçlar veriyor. Ortadoğu politikalarında ‘‘ağabey’’ rolünü öne sürmesi çok da hayırlı sonuçlar vermedi. Böyle bir rolün rahatsız etmeyeceği bir karşı taraf zor bulunur zaten. Barışçıl sebeplerle ve geliştirici işbirlikleri adına Türkiye elbette bölgesinde faal bir aktör olmalı. Hem Ortadoğu ülkeleri hem de Orta Asya ülkeleriyle eşit düzeyde ilişkiler sürdürmenin yanı sıra Batı komşularıyla da yapıcı bağlar kurmanın daha etkili ve geliştirici olacağını düşünüyorum, kaldı ki coğrafi ve kültürel konumu buna sevk ediyor zaten. Göç yollarının üzerinde, sürekli bir alt üst oluş hâline açık. Bunu da doğaçlama değil, uzun erimli plan ve programlarla dengelemek zorunda. Dolayısıyla sanatkârane bir siyasete ihtiyaç duyuyor. Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar – Balkanlar, Kafkasya ve Orta-Doğu’da, bu coğrafyayı “ara bölge” diye tanımlar. Ümit Aktaş da, ‘‘Doğu ve Batı arasında neşvünema bulan ve özü adalete dayanan bir duruş açısından’’ söz eder. Burada söz konusu olan, insanlığın ilk kez medenileştiği bu ‘’ara bölge’’ye yerleşmiş olan belli bir siyasal ve kültürel derinliğin yenilenerek hayata geçirilmesidir Aktaş’a göre. Hem Doğu hem Batı’yla ilişkili olsa da kendine has dengeyi korumasını mümkün kılan bir irfanı vardır bu bölgenin. Yaklaşımları da bu irfan esasında şekillendiği ölçüde yapıcı ve verimli olabilir.
** * **
Atatürk’ün yaşadığı dönemde seçkin ve makbul kültürün merkezi Avrupa sayılıyordu. Kültür ise sanatla, inceltilmiş bir hayat tarzıyla birlikte düşünülürdü. Malum, Avrupa merkezli felsefe 19.yüzyılda kültürü, inzivaya gönderilen dini iktidar ve ritüellerin yerini tutacak bir güç olarak görüyordu. Buna karşılık, yoksullar ve tekinsiz kara kalabalıklar için dini gizem ve ritüellerin müsekkin ayarında muhafaza edilmesi de kültür eleştirmenlerince savunuluyordu. Türkiye’de sekülerizmi uygulamaya koyan aktörler ise kamuda dini söylem ve sembolleri yasaklarken, bunu hayati bir kültürel devrimle ilişkilendirmekten geri durmadılar. Fransız Jakobenliğini hatırlatan modernist bir kültürellik yordamı yüceltilirken yaşadığımız pek çok sorunun sebebi olarak Müslümanlığımız gösterildi. Gramafon Avrat filminde geçer ya: “Halkevi temsillerinde sahnede uçuşan medeniyet melekleriyle ümmetten millet yaratılacaktı.” Kültür ve sanatın sesi derinlerden gelip kuşatıcı olmalı oysa.
Alaturka musikinin radyoda yasaklandığı dönemler yaşadık. Neredeyse yüz yıl boyunca az tartışılmadı bu konular. İlk otuz yılın sonunda sanat ve kültür çevreleri böylesine hayattan ve toplumdan kopuk tanım ve tariflerle kültürel bir gelişme gösteremeyeceğimizin ayırtına vardılar. 50’lerden itibaren resim, edebiyat ve sinemada bu tartışmaların izleri belirgindir. Tabii bu Postmodernizmin yükseliş dönemine denk düşüyor bir bakıma. “Pozitivizm, metafizikçi İttihatçıları tasfiye etti, genç pozitivistleri de materyalizm tasfiye edecektir.” der Abidin Nesimi Yılların İçinden isimli hatıratında. Günümüzde daha çok endüstriyel tasarımlara bağlı bir kültürel akışın hâkimiyetinden söz edebiliriz. Kuzey’in işleme tarzı ve zaman anlayışıyla Güney’i de kapsamaya dönük, serf yığınları oluşturarak yayılan küstah bir hâkimiyet bu. Belirleyici merkezler bazen Hollywood, bazen Güney Kore, bazen de mekânı belirsiz logolar, afişler, markalar. Gidişatı piyasa anarşisine bırakılmış, manevi zenginliğin profesyonel gizemcilere terk edildiği, gelgeç tüketim alışkanlıklarından beslenen yeni ve zorlu (angaje ama bu nedenle de uzlaştırmaya kapalı olduğu için tekinsiz) bir kültürel değişim aralığındayız. Ancak böyle bir kültürden iç terbiye veya incelik öğretmesini beklemek hayal olur.
** * **
Başlangıçta bağımsızlık kifayet edebiliyordu topluma ama zamanla özgürleşmeye ihtiyacı öne çıkacaktır. Özgürleşme, kişisel veya toplumsal bir mücadele süreciyle ilgilidir. Bir başkasının ezilmesine veya hor görülmesine yol açmakta olan zeminde gerçekleştirebileceğim bir özgürleşmeden, ancak kendime has ayrı bir çabayla bu olanları fark edip sorgulayabildiğim takdirde söz edebilirim. Cumhuriyet’ten sonra Atatürk kadın hakları alanında bazı radikal kararlar alınmasını sağladı. Ancak süreç bunu gerekli kılıyordu zaten. Milli mücadele kadınlarla birlikte verilmişti. Sadece İstanbul’da değil bütün Anadolu’da kadınlar hayriye dernekleriyle hem cephedeki askerlere destek oldular hem de askerlerin yokluğuyla oluşan problemler çözmeye çalıştılar. Cumhuriyet’ten sonra kadınlara yeni haklar tanınırken kamusal alan mütedeyyin tesettürlü kadınlara kapatıldı. Böylelikle belli bir kadın nüfusu adeta paryalaştırılmak istendi. Başörtülü kadın resmi bir mekânda hademe olabilir ama masabaşı bir işte çalışamazdı. Kendilerine tanınan haklar için sürekli şükran duygusunu ifade eden kadın kesimlerinin büyük kısmı, hemcinslerinin eğitim görmeden, meslek sahibi olmadan nasıl ayakta kalacağıyla ilgilenmediler. Cumhuriyetin, kadın hakları alanında bir milat teşkil etmesi için, geçmişin birikimleri yadsındı. Osmanlı dönemi kadın aktörleri inzivaya zorlandı. Yazar, düşünür, kadın hakları savunucusu, gazeteci, eylemci Nezihe Muhiddin üzerine anlatacaklarım, Osmanlı kadın hareketinden çok sayıda kadının dramına da işaret ediyor. Nezihe Muhiddin, evinde özel eğitim gördü. 1909 yılında Maarif Nezareti'nin sınavının kazanıp Kız İdadi Mektebi’nde Fen Bilgisi dersi öğretmeni olarak çalışmaya başladı. Öğretmenliği sırasında Şükufe Nihal ve Halide Edip ile tanıştı. 20 roman ve yüzlerce öykü yazdı zaman içinde; çeviriler yaptı. Kısaca anlatayım desem de başaramıyorum: 1913’te Türk Hanımları Esirgeme Derneği’nin kuruluşunda yer aldı. İstanbul’un işgali üzerine kurulan Milli Kongre’nin delegeleri arasındaydı. Daha Cumhuriyet kurulmadan, 15 Haziran 1923’te kadınların siyasal hakları için çalışmalar yapan arkadaşlarıyla birlikte bir şura toplantısı düzenlediler. Bu şurada Kadınlar Halk Fırkası adıyla, hazırlığı Osmanlı, kuruluşu ise Cumhuriyet döneminde gerçekleşen, dolayısıyla Cumhuriyet’in ilk partisi olacak bir partinin kuruluş kararı da alındı. Ancak “1909 tarihli seçim kanuna göre kadınların siyasi temsilinin mümkün olmadığı” gerekçesiyle valilik bu partiye faaliyet izni vermedi. Görüşleri “aşırı” bulunmuştu. Kadınlar Halk Fırkası da “Türk Kadınlar Birliği” adıyla dernek faaliyetlerine yöneldi. Nezihe Muhiddin bu derneğin başkanlığını üstlendi. Derneğin 1924’te yayımına başlanan dergisi Türk Kadın Yolu’nun 18 sayısını, masraflarını kendi cebinden karşılamak suretiyle çıkardı. Kadınların siyasal hakları henüz kabul edilmemişken, 1925 seçimlerinde Halide Edip’le birlikte aday gösterildi. Ne var ki CHP her ikisinin de adaylıklarını reddetti. Suskunlaşması yönünde yapılmayan kalmadı Nezihe Muhiddin’in; çünkü güçlü bir arka planı vardı, Cumhuriyet projelerinde sessiz bir kabulle sınırlı kalmaz, sorular yöneltirdi. Benzeri bir tavırla karşılaşan Halide Edip, konuşmayı sürdürdüğü için Türkiye’den ayrıldı. Nezihe Muhiddin ise 1954’te İstanbul’da bir akıl hastanesinde vefat etti. Cumhuriyet’ten sonra devletin yapacağı kadın çalışmaları Muhiddin ve arkadaşlarının tecrübelerine dayanarak sürdürülseydi, sonraki yüz yıl boyunca toplumun kadınlarının büyük bir kısmını kamusal alandan uzak tutan kararlar alınmayabilir, bu da toplumsal barışı güçlendirir, dolayısıyla Cumhuriyet’in halk egemenliği ve kadın hakları üzerine söylemlerine de inandırıcılık kazandırırdı. Ortak bir kamu, ortak bir hikâyenin gelişmesi demek. Galiplerin tarihinin atladığı sayfaların bilgisinin eksikliği her zaman şimdilerde yapılanların bir yanıyla kötürüm olması demek. Nezihe Muhiddin’in camilerde kadınlara dönük konferanslar düzenlenmesi için Diyanet’e yaptığı başvuru gibi birçok ilginç teklifi olduğunu kaçımız biliyor? Dolayısıyla, uygulanmış olan 1900’lere has ‘‘kazma-kürek hareketi’’ (Badiou, Yüzyıl), yani geniş bir mücadele birikiminin inkârıyla oluşan boşluk gelecek yüzyılın akışını da belirlemiştir. Başörtülü kadınlar kırk yılı bulan bir kamusal yasaklılığı takiben, kırk yıl da başörtülü eğitim görme ve meslek edinme hakları için direndiler. Bu direnişleri 90’ların sonlarında siyasal dinamikleri belirleyen bir etki oluşturdu toplumda. 2000’lerde bir hayli genişleyen kamusal alan tartışmaları, tıkanan siyaseti açmak için de zorunlu kalınan bir gelişmeydi. İslamcı, solcu, liberal ve feminist çevreler çeşitli platformlarda bir araya gelip özellikle kamusal alandaki yasaklar, başörtüsü meselesi, kadına yönelik şiddet, çevre meseleleri, Kürt sorunu gibi konuları tartıştılar. Emperyalizme ve Siyonist saldırganlığa karşı duran kesimler, Irak’ın işgaline tepki gösterdi, Taksim’de Gazze için yürüdüler. Türk toplumunda bu potansiyel kaybolmuş değil. Çünkü, daha önce de belirttim, Türkiye hiçbir zaman tıpatıp birbirine benzeyen insanlardan müteşekkil bir ülke olmadı. Bir arâf ülkesi burası, bir aradalığın, buluşmanın, kaynaşmanın yeri… Cumhuriyet’in olumlu veya olumsuz tecrübelerini ise tarafgirlikten uzak bir bakışla değerlendirebildiğimiz takdirde, bir sonraki yüzyıla geçişin sorunlarını çözümleme gücüne erişebiliriz.
Meseleyi bir liderler mukayesesine götürmek, mesela “Mustafa Kemal Atatürk mü ‘büyük’ Recep Tayyip Erdoğan mı?” şeklindeki sorularla bir liderler yarışına girişmek ise daha asli soru(n)ların üstünü örtmekte. Farklı dönemlerde iki farklı siyaset adamından söz etmek bana daha doğru geliyor.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.