26.11.2021
Enis Batur, oggito.com’da “Sezai Karakoç Çeşmesi” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Sezai Karakoç’un “Çeşmeler” şiirini okurken, şairin bu temeli dikkate almaktan geri durmadığına inanıyorum.
Kâtip Çelebi’nin aktardığı “Sinnimar Cezası” pek çok açıdan öğreticidir: Kadim çağ imparatorlarından biri, dönemin ünlü mimarı Sinnimar’a, eşi benzeri olmayan bir saray yaptırtır Fırat kıyısında; yapının inşası tamamlandığında, en üstteki taraçaya çıkan imparatorun yanına yaklaşır Sinnimar ve ona sarayın bir noktasındaki bir taşın yerinden çekilmesi durumunda bütün her şeyin o anda çökeceğini söyledikten sonra ekler: “Ama merak etmeyin haşmetlim, söz konusu taşın hangisi olduğunu benden başka bilen yoktur”. İmparator, bunun üzerine, duraksamaksızın onu öldürtecektir.
Bir şairin her şiirini onun Şiir’inin vazgeçilmez yapıtaşı olarak görmemizde sakınca yoktur; iş ki, seçeceğimiz tek bir şiirin bütün yapıtını, yapıtının bütününü eksiksiz fazlasız temsil edebileceğini öne sürecek kadar savlı davranmaya yorumcu olarak kalkışmayalım: O durumda kendi yorumumuzun altında ezilmek kaçınamayacağımız bir ceza olacaktır.
Sezai Karakoç gibi, yarım yüzyılı aşan bir zaman dilimine şiir üretimini yaymış özgün bir şairden seçilesi en uygun örnek “Çeşmeler”den, dokuz parçalık bir bütünlükten biri mi olmalıydı? Şüphesiz, aklı başında her yorumcu, verilen süre sınırlandırılmamak kaydıyla, Karakoç’un uzun, soluklu yapıtlarından biri üzerinde konaklamayı, öyle bir örneğin sunacağı katman çeşitliliğinden yararlanmayı yeğlerdi. Gelgelelim, çerçeve belli burada, ister istemez daha kısa bir şiiri seçmek zorunluluğu başgösteriyor; gene de, 1975 tarihini taşıyan, dolayısıyla bir olgunluk dönemi şiiri sayılması yanlış olmayacak “Çeşmeler”in, hem odaklandığı konu, hem de şairin bir bakıma “Şiir Sanatı” anlayışını kuşatması nedeniyle zengin yorum olanağı getirdiğini ifade edebilirim.
* * *
“Uygarlık / Medeniyet” vasfını kazanmış her toplumsal projenin temelinde yatan bazı maddî döşemeler vardır; bunların arasında, “su kültürü”nün vazgeçilmesi güç bir yer tuttuğunu görüyoruz: Hind uygarlığının Ganj nehrine, kadim Mısır’ın Nil’e, kadim Yunan’ın Ege’ye, Roma’nın Akdeniz’e neler borçlu olduğunu anlatmak bile fazla. İslâm medeniyetinin son önemli atılımı Osmanlı İmparatorluğunun tarihine ve kültürel serüvenine eğildiğimizde de farklı bir görünüm çıkmaz ortaya:
Küçük Osmanoğulları beyliği karadan denize, denizlere yürümüş; günü geldiğinde İstanbul’u denizden kuşatıp almış; ulaştığı her denizin egemen gücü olmakta gecikmemişti. Bir başka boyutta, Dicle’den Fırat’tan Tuna’ya ve ötesine, büyük nehirlere komşu çıkılmıştı. Gölleri hiç saymıyorum. Bütün bu karşılaşmalardan günümüze izleri ya da anıları artan sayısız köprü, su kemeri, bent ya da su terazisi yalnızca mimarî anıt değerleriyle değil, toplumsal yaşamın ana eksenlerinden birini yaratan işlevsellikleriyle de önemliydi. Bugün bile, İstanbul gibi bir şahşehrin su gereksinmesinin yabana atılamayacak bir bölümü, 1731’de inşa edilen Taksim maksemi sayesinde sağlanmaktadır.
İstanbul, yalnızca bir imparatorluğun merkezi değildi: XVI. yüzyıldan başlayarak İslâmiyetin de, kutsal mekânlar bir yana, odak noktası haline gelmişti. İslâm dininde “su”yun yerini dindar olsun olmasın herkes bilir. Çeşmeleri, bu nedenle, hem maddî, hem de manevî gereksinmeleri karşılayan yapılar olarak görmek, okumak durumundayız: En küçüğünden anıtsal boyutlardakilere. Osmanlı çeşmelerine sanatın ve zanaatın göz nuru akıtılmıştı klâsik çağda; modern hayatın devreye soktuğu su dolaşım sistemleriyle birlikte önemleri belli ölçüde azaldı bu durum, yazıktır, pek çoğunun ortadan kaybolmasına, bir çoğunun da bakımsızlığa terk edilmesine yol açmıştır.
Çeşme mimarîsine, başta hat sanatı olmak üzere çeşitli tezyin ustalıklarına açılmanın yeri değil burası; buna karşılık, bağlantının yakıcılığı nedeniyle, Osmanlı kültüründe ve yaşama düzeninde tuttuğu yerin önemini vurgulamak adına, Dîvan şiirinde, özellikle de Nedim Dîvanında çeşmelerin konumuna değinmek gerekir: Büyük bir imar döneminin gelişmesinin ve bir hamlede çöküşünün birinci elden tanığı olarak Nedim, “Kapudan Mustafa Paşa Çeşmesine”, İbrahim Paşa Sebiline”, “İbrahim Paşa’nın bir çeşmeyi yenilemesi”, “Dâmâd İbrahim Paşa çeşmesine”, “Dârüssaâde Ağasının Çeşmesine”, “Maksem Tarihi”, “Sultan Ahmed çeşmesine” gibi pek çok şiirinde tarih düşmüş, neredeyse bir gazeteci gözüyle ürbanist sayılacak bir yaklaşım göstermişse, bunu su kültürü bağlamındaki duyarlılığa bağlamak yanlış olmayacaktır sanıyorum.
* * *
Sezai Karakoç’un “Çeşmeler” şiirini okurken, şairin bu temeli dikkate almaktan geri durmadığına inanıyorum. Osmanlının tarih sahnesinden çekilişinden yarım yüzyıl sonra, büyük bir tutkuyla bağlı olduğunu şiirinden bildiğimiz, mayasını oluşturduğuna inandığı şehrin simgesel örgüsünü özenle didiklediğini gördüğümüz Karakoç, çeşmelerin arasında dolaştığı, bir bakıma mekik dokuduğu bu dizi-şiirinde hasret, düşkırıklığı, bir o kadar umut içinde, bir duygusal durumdan ötekine doğru bir salınım hareketi kurar.
Burada, “yeni hayat”ın çeşmelerle ilişkisini öncelikle bir organ, göz üzerinden işler alttan alta: Gözden düşmüş, gözden uzaklaşan, kaçan, gözardı edilen, gözün hallerini görmez olduğu; oysa, bakılacak olsa gözkamaştırıcılığı yeniden keşfedilebilecek birer mücevher gibi sıralar onları şiirinde.
Onun için de önce sorgulayarak, gizliden açığa kırık bir sesle hesabını sorarak seslenir boşluğa: Nasıl kuruttuk, unuttuk, terk ettik onları diye. Ardından, sessiz ve suskun musluklarına yönelir, suyun gövdeyi ve ruhu nasıl arındırdığını vurgular, bir bakıma hayatın özsuyunun su olduğunu anımsatır.
Daha önemlisi, Sezai Karakoç’un çeşmede şairin otoportresini bulması, okurun önüne çıkarmasıdır ama. Şiirle suyu, suyun sesiyle şairinki çakıştırırken, aslında, nasıl suya sağır olunduysa şiire öyle sağır kıldığımızı kendimizi, gösterir. Bu metaforun, Sezai Karakoç’un bütün şiirlerini, kendi deyişiyle bütün sağanaklarını bir araya getiren “Gün Doğmadan”ın çekirdeğini oluşturduğunu düşünüyorum ben.
Kırık sesli, dedim; hasret ve düşkırıklığı ile dolu da dedim; bir de umuttan sözettim oysa. “Çeşmeler”, bana öyle geliyor ki, Sezai Karakoç’un baştan uca yenilgiye teslim olmayan şiirinin bu özelliğini son iki dizesiyle tekrarlıyor:
“Seni anmak her günkü gök armağanımdır benim
Ebedî şadırvansın gün içinde kalbimden”
İstanbul’a bir Sezai Karakoç çeşmesi dikmeli.
Enis Batur, Yazının Sınır Boyuna Yolculuklar – Edebiyat Üzerine Denemeler II (2014) içinde, Sel Yayıncılık, s. 326-9.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.