Esat Arslan: Bilimin Tarihselliği ve Kur’an Edebiyatının Evrenselliği

26.01.2022

Esat Arslan, dibace.net’te “Bilimin Tarihselliği ve Kur’an Edebiyatının Evrenselliği” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz. 

I.

Birer insan olarak her birimiz kendine has bir yaşam hikâyesinin içinde yaşıyoruz. Akıllarımız, bedenlerimiz, duygularımız, dürtü ve arzularımız, belleğimiz ve hayallerimizle bu yaşam hikâyelerinin içinde yaşıyoruz ve acısıyla tatlısıyla kendine has yaşamlar sürüyoruz. Ve birer yaşam hikâyemiz olduğu için insanlık varolalı beri şu sorulara haklı olarak yanıt arıyoruz: “Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Bizi var eden kaynak nasıl bir şeydir? Evren nereden çıktı? Evren içindeki konumumuz nedir? Yaşamlarımızın anlamı nedir?”

Hakikate dair her bilgi iddiasının kuşku altında kaldığı postmodern dönemde pek çoğumuz bu soruların cevabını doğa bilimlerine soruyor. O halde biz de bu sorulara doğa bilimlerinde bir yanıt bulabilir miyiz bir bakalım.

Bu soruyu çağımız doğa biliminin ontolojisine temel oluşturan Einstein’a sorduğunuzda size şu yanıtı verecektir: “Evren dört boyutlu ezeli ve ebedi bir varlıktır. Sana göre önce, şimdi ve sonra olan zaman hakikatte mekan gibi bir boyuttur. Ve evrenin kendisinde önce ve sonra yoktur. Burası ve orası nasıl eşzamanlı olarak mevcutsa, geçmiş, şimdi ve gelecek de eş zamanlı olarak mevcuttur.”

Belli gözlemsel ve deneysel kanıtlar görelilik kuramını desteklediği için bu yanıtta bir hakikat payı olabilir. Fakat eğer Einstein’a “peki evren sizin dediğiniz gibiyse ve zamanın hakikatinde geçmiş, gelecek ve şimdi diye bir art zamanlılık ilişkisi yoksa, böylesi bir evrende zamanı mekânsal bir boyut olarak değil de, zaman olarak deneyimleyen, yani bir öncesi, bir sonrası, bir şimdisi olan varlıklar nasıl ortaya çıkabilir? Dört boyutlu bu ezeli ve ebedi varolanda zamanda gezinti yapabilen varlıklar nasıl ortaya çıkabilir?” diye bir soru sorduğunuzda Einstein tamamen sessiz kalacaktır. Daha sonrasında görelilik kuramını geliştiren ve Big Bang’a varıncaya kadar evrenin tarihine dair bir kuram geliştirmeye çalışan Stephen Hawking’de de bu sessizlik bakidir. Zira Zamanın Kısa Tarihi’nin yazarı Hawking için de, aynı Einstein gibi, evren geçmişi, şimdisi ve geleceğiyle halihazırda eşzamanlı olarak varolan bir bütündür. Evrenin bütünü açısından bakılınca Hawking için de, aynı Einstein gibi, zamansal bir öncelik ve sonralıktan bahsetmek mümkün değildir. Haliyle Hawking’in evren tasarımının sınırlarında kalacaksak; bu tasarımdan zamanı mekanın bir boyutu olarak değil de, zamanı zaman olarak; yani bir önce, bir sonra, bir şimdi ve bir yaşam hikâyesi olarak deneyimleyen varlıklar vücuda getirebilmek düşünülemez bir şeydir. 

Görelilik fiziğiyle sınırlı kalmayıp ama doğa bilimlerinde bu sorunun yanıtını bulabileceğimize dair inancımızı koruyup bu soruyu yine doğa biliminin temel ontolojisini kuran bir kuantum fizikçisine örneğin Niels Bohr’a sorabilirsiniz. O size şöyle bir yanıt verecektir: “evrenin hakikati tüm zamanların ve tüm mekânların birer olasılık gibi bir arada varolduğu bir buluta benzer. Bu bulutta henüz önce ve sonra, neden ve sonuç, ve kuş ağaç gibi nesne bütünlükleri oluşmamıştır. Ama mahiyetini bilmediğimiz bir gözlem bu olasılık bulutunu çökeltir. Ve işte bu çökelmeden sonra önce ve sonra, neden ve sonuç ve ağaç ve kuş gibi nesne bütünlükleri oluşur.”

Fakat siz bu yanıt üzerine Niels Bohr’a şu soruyu yönelttiğinizde Bohr’un şahsında kuantum fizikçisi aynı Einstein gibi sessiz kalacaktır: “Peki siz kuantum ölçeğinden hareketle şimdi, geçmiş ve geleceği deneyimleyebilen, olaylara mantıklı bir neden ve sonuç atfedebilen, ve evrene baktığında bir olasılık bulutu değil de, ayrı ayrı bütünlüklü kuş ağaç gibi nesne bütünlükleri görebilen bu ‘çökelmiş durum’ ve bu kuantum olasılık bulutuna bizim deneyimlediğimiz biçimi kazandıran çökelme hareketi hakkında, yani içinde yaşadığımız ve deneyimlediğimiz şekildeki bir dünyanın nasıl oluştuğu ve nasıl şekillendiği hakkında anlamlı bir cümle edebiliyor musunuz? Bu kuantum olasılık bulutundan yaşam hikayelerimiz nasıl inşa edilebiliyor? Bu soruya yanıt verebiliyor musunuz?” Kuantum mekaniğiyle sınırlı bir bakışta bu sorunun bir yanıtı yoktur. Soruna dair Everett’in getirdiği çözüm, yani paralel evrenler kuramı ise soruyu daha da büyütür. Zira bu sefer artık tek bir insanın yaşam hikayesini değil de, bizim her ayrı kararımızda birbirinden çatallanarak ortaya çıkan ama bizim hiç ama hiç görmediğimiz paralel evrenlerdeki insanların yaşam hikayelerinin nasıl ortaya çıktığı da tamamen yanıtsız kalır. Kuantumun Everett yorumunda, yani paralel evrenler kuramında açıklanamaz olan tek bir yaşam hikayesi değil, aynı insanın paralel evrenlerde cereyan eden sayısız paralel benliğinin ayrı ayrı yaşam hikayeleridir.

Görelilik ve kuantumla sınırlı kalmayıp aynı soruyu yine doğanın temel ontolojisi olduğunu iddia eden bir termodinamikçiye, örneğin Boltzmann’a yöneltebilirsiniz. Boltzmann bu sorunuza yanıt olarak size şunları söyleyecektir: “Evren, son derece düzenli bir enerji bütünün sürekli kendini tüketmesi ve tamamen düzensizleşmeye geçişinin hikayesidir.  Kendini sürekli tüketen, düzenini sürekli kaybedip entropisi sürekli artan bu evrende çok ama çok küçük bir olasılık olarak yerel bazı noktalarda düzen artışı görülebilir. Kapalı bir kutuda serbestçe gezinen gaz moleküllerinin çok ama çok küçük bir olasılıkla bile olsa tesadüfen odanın bir köşesinde toplanabilmesi gibi… Bu çok ama küçük bir olasılıktır. Ama olabilir. Muhtemelen yeryüzünde yaşam denen düzenlilik de böylesi bir tesadüften doğmuştur.”

Bir yaşam hikâyesinin içinde yaşayan insanlar olarak Boltzmann’ın bu yanıtının da soran kişiyi tatmin etmesi pek mümkün değildir. Zira biliyoruz ki, ana karnına girdiğimiz andan ölene dek bedenlerimiz ve yaşam hikâyelerimiz ‘sistematik olarak’ termodinamik yasalarını yerel olarak ihlal etmekte ve bedenlerimizde yaşadığımız ömür boyunca entropi yerel olarak artmamakta, azalmaktadır. Yani yaşam hikayelerimiz termodinamik yasalarına bağlı olarak değil, bu yasaları sistematik olarak ihlal eden neden sonuç ilişkileriyle şekillenmektedir. Yani ömrümüz boyunca yerel olarak deneyimlediğimiz bu ihlal, termodinamik yasalarının ihlali, ömrümüz boyunca tüm moleküllerimizin sürekli zar atıp sürekli düşeş gelmesine benzer ki, ister istemez sürekli düşeş gelen zarın bir tesadüfe değil de, bir ‘hile’ye dayandığını düşünür ve termodinamik yasalarının bu hileyi açıklamakta yetersiz olduğunu düşünürüz. Zira vücudumuzun her zerresinde ayrı ayrı işleyen bu sistematik hile, yani ömrümüz boyunca düşeş gelen bu zarlar toplamı Boltzmann’ın kutudaki gazlar deneyindeki gibi istatistiksel olarak birbirinden bağımsız değildir. Bu hileli zarlar çok karmaşık ‘neden-sonuç ilişkileriyle eş zamanlı olarak birbiriyle ve artzamanlı olarak birbirinden önce ve sonra atılan zarlarla etkileşim halinde çok kompleks zincirler oluştururlar. Yani sadece zarlar ve moleküllerimiz değil, moleküller arası neden-sonuç ilişkileri de hilelidir. Boltzmann’ın örneğini kullanacak olursak kutuda serbestçe gezinen gaz moleküllerini kutunun bir köşesine sıkıştıran sadece istatistik olasılıklar değildir, o molekülleri kutunun bir köşesine sıkıştıran bizim termodinamik yasalarıyla hiç ama hiç açıklayamayacağımız bir nedensellik mantığı vardır. Haliyle Boltzmann’ın şahsında bir termodinamik fizikçisinin ömrümüz boyunca süren bu sistematik ihlal, bu hile ve bu hileyi ve sistematik ihlali doğuran nedensellik mantığı hakkında söyleyebileceği hiç ama hiçbir şey yoktur. Yani birer yaşam hikayesine sahip bizlerin insanlık var olduğundan beridir sorduğu ezeli ve ebedi sorularımıza hiç ama hiçbir yanıtı yoktur.

Bu hayal kırıklığına rağmen doğa bilimlerinin bu ezeli sorularımıza yanıt verebileceği inancını kaybetmeyip aynı soruyu yine doğa felsefesinin temel ontolojisini kuran bir evrim bilimciye, örneğin Dawkins’e sorabiliriz. O da karmaşık birer sanatsal tasarım olan mucizevi yaratıklar olan bizlerin gökten inmediğini, birer sanat şaheseri olan bedenlerimizin çok basit yapılı canlıların kaynak kıtlığı koşullarında sürekli var olma savaşı verirken ‘kendi dışları’nda gerçekleşen tesadüfi etkiler neticesinde giderek karmaşıklaştığını, ve insanın en basit yapılı canlılardan sürekli çok ama çok küçük adımlar atarak bugüne gelip bugünkü sanat şaheseri yapısına dönüştüğünü söyleyecektir. Yani örneğin yaşam hikayesine sahip bir insan olarak bugün çok karmaşık gözleriniz varsa bu sanat şaheseri gözlerin milyarlarca süren çok küçük adımların ve mutasyonların neticesinde bugüne geldiğini söyleyecektir.

Bu soru mantıklı bir hikâye anlattığı için belli bir inandırıcılığa sahiptir. Zira birer yaşam hikayesine sahip bizlerin gökten düşmediğini yavaş yavaş, adım adım çok küçük tesadüfi değişimlerin adım adım birikerek ortaya çıktığımızı söylemektedir. Yani bugün bir yaşam hikâyesine sahipsek bunun temel sebebi bedenimizde birikmiş çok ama çok küçük mutasyonlardır.

Fakat görelilik kuramında, kuantum kuramında ve termodinamik yasalarında bilime karşı kuşku duymaya başlamış bizler ister istemez bu açıklama karşısında kuşkularımızı bastıramayız. Ve şu soruyu sorarız Dawkins’e: “Bir yaşam hikâyesine sahip olabilmem için örneğin bir görme yeteneğim olması lazım. Ve bunun içinde evrimin her hangi bir noktasında gözbebeğimde küçücük ama küçücük ve son derece basit bir göz merceğinin oluşması lazım. Göz bebeği olan bir canlıya dışarıdan basit bir mercek takmak doğa için çok ama çok kolaydır. Benim gözüme dışarıdan bir gözlük takmak ne kadar kolaysa bu da bu kadar kolaydır. Bir tesadüf neticesinde olabilir. Ve yaşamın gelişimi için çok ama çok küçük bir adımdır. Ama siz şu an gözüme taktığım basit niteliksiz gözlüğü bana dışarıdan takmayıp da, kendi vücudumun içinden bir hareketle basit bir ‘mutasyon’ neticesinde ortaya çıkarmak isterseniz, vücudumun tüm genlerinin, proteinlerinin, organ ve sistemlerinin vs bu gözlüğü organizmanın içinden ortaya çıkarabilmesi için hep beraberce birer dönüşüm geçirmesi gerekir. Kendinde oldukça basit ve niteliksiz bir göz merceği ilk ortaya çıkan atamda da bu basit göz merceğinin o canlının dışarıdan gözlük takar gibi değil de, canlının ve organizmanın kendi içinden üretilmesi o basit canlının tüm genlerinde, proteinlerinde ve organellerinde vs eş zamanlı birer adım atmayı gerektirir. Yani ilk göz merceği ortaya çıkan canlıdaki bu adım minimal ufacık bir adım değil, canlının her molekülünün eş zamanlı olarak attığı milyonlarca adımın ahenkli ve organize bir toplamı olarak zorundadır. Ve bu ahenkli ve muazzam dönüşüm sizin iddianıza göre tek seferde gerçekleşmek zorundadır. Normal vites çalışan bir arabanın tüm parçalarının tesadüfen düşen bir yıldırım neticesinde ayrı ayrı dönüşüp otomatik vites bir arabaya dönüşmesi gibi muazzam bir adımdır bu. Ve bu anlattığınız evrim hikayesinde, oluşumu basit, küçük, adım adım mutasyonlara dayalı olduğunu iddia ettiğiniz her yeni parçanın en basit seviyede ortaya çıkışı da işte böylesi tek seferde atılmış ve birbiriyle ahenkli muazzam bir adımlar toplamı gerektirir. Haliyle yaşam hikayemin ortaya çıkışını, en basit ve ilkel haliyle kulağımın, gözümün, derimin, sinir sistemimin vs ortaya çıkışını ‘minimal tesadüfi adımlar’a dayandırmak mümkün değildir.” Dawkins’e ve Dawkins’in şahsında bir evrim bilimciye yaşam hikayesi olarak benim ortaya çıkmam için gerekli “tek seferde atılmış birbiriyle ahenkli muazzam sayıda adım”ın ‘aheng’inin kaynağı hakkında bir sual sorduğunuz zaman alacağınız cevap sessizlik olacaktır. Yani dış kaynaklı bir mutasyon esnasında mutasyona uğramamış genlerin, proteinlerin ve canlı parçalarının bu mutasyona yönelik ‘ahenkli dönüşümü’nü sağlayan güç nedir diye sorduğunuzda bu sorunuza bir evrim kuramcısından hiçbir yanıt alamayacaksınız. Bu sessizliği görmek için Futuyma’nın Evrim adlı ders kitabını ve Freeman ve Herron’un Evrimsel Analiz adlı ders kitabını okumanız kafidir.

Doğa bilimlerinin insanın ezeli ve ebedi sorularına yanıt verme noktasında yetersizliğini görünce, “akıllı, belleği ve hayal gücü olan, amaçları, arzuları ve dürtüleri olan ve bir ruh ve beden bütünlüğü olarak bir yaşam hikayesinin içinde varolan bizler”in nasıl ortaya çıktığımızı son bir başvuru mercii olarak bir nöroloğa da sorabilirsiniz. Ve nörolog size yaşam hikayelerinizin kaynağının cansız, bilinçsiz, ruhsuz nöron hücrelerinin, onların dendrit ve akson denen ruhsuz ve bilinçsiz uzantılarının ve nöronların etkileşimini sağlayan kimyasal moleküllerin etkileşimi olduğunu söyleyecektir. Ve ekleyecektir: “Bakın nöronlarınızda bir değişim olduğunda bilincinizde ve yaşam hikâyelerinizde de bir değişim oluyor. Örneğin kahve içip nöronlarınızı uyardığınızda ruh haliniz de canlanıyor. Demek ki yaşam hikayelerinizin kaynağı beyninizdeki nöronlardır.” Fakat beyin ve bilinç etkileşimini zaten basit bir düzeyde bilen siz bu nöroloğa “Tamam bunu biliyoruz da peki cansız, ruhsuz, bilinçsiz, akılsız, duygusuz, benlik bilincinden yoksun, amaçlar gözetmeyen, mutluluk, ıstırap nedir hiç ama hiç bilmeyen bu madde toplaşmasından nasıl bir nedensellik zinciri benim gibi düşünen, anıları olan, hayaller kuran, sorular soran, mutluluğu ve ıstırabı hisseden bir yaşam hikayesi olarak bizleri var ediyor? Yaşam hikayelerimiz ve bilinçlerimiz nöronlardan nasıl ‘türüyor’’?” diye sorduğunuzda bu nörolog sizin bu sorunuz hakkında tamamen sessiz kalacaktır.

Kısa konuşursak insanoğlunun kadim ve evrensel soruları karşısında temel doğa bilimlerinde yanıt aradığınızda, yani birer yaşam hikayesi olarak bizlerin kaynağının nasıl bir güç olduğu, nereden geldiğimiz, nereye gittiğimiz, evrenin ve evren içindeki konumumuzun hakikatte ne olduğu, yaşamlarımızın anlamının ne olduğu sorularına günümüzün evrensel olduğu söylenen doğa bilimlerinden yanıt aradığınızda muazzam bir fiyaskoyla karşılaşacaksınız.

Birer yaşam hikâyesi olarak bizlerin kaynağının nasıl bir güç olduğunu sorduğunuzda ve evrene ve doğaya bir madde ve ruhsuz bir nesne gözüyle bakan bugünün doğa bilimlerinin bu sorunun cevabının yanına bile yaklaşamadığını gördüğünüzde, sahih bir tefekkürle vereceğiniz tek yanıt bu yaşam hikâyelerini var edebilen kaynağın kendisinin bir Bilinç ve Özne olduğudur. Hegel’in dediği gibi evrenin tözü ve cevheri bir Mutlak Özne olmak zorundadır ki biz bu Mutlak Özneye tüm kemal sıfatlarının sahibi Tanrı diyoruz. Yaşam hikâyelerimizi var edebilen kaynak öyle bir varlık olmak zorundadır ki onun kendine layık bir hafızası (Kitab-ı Mübin), kendine layık bir hayal gücü (alem-i misal) kendine layık arzuları (Eros ve Aşk) kendine layık bir Aklı (Logos) olmak zorundadır. Ve bizim yaşam hikayelerimizi var edebilen kaynak zamanlarımızı ve mekanlarımızı kuşatabilmeli ve kusursuz bir roman yazarı gibi her anımızda bizlerle içeriden temas halinde olmalı ve kendisine dua ya da meditasyon aracılığıyla ulaşılabilmelidir. İşte bu  Tanrı’ya Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler Allah; Taocular, Tao; Budistler Evvel-Ahir-Zahir ve Batın olan Mutlak Bilinç; Konfüçyüsçüler Gök; Heraklit, Logos; Anaxagoras, Nous; Empedokles, Eros vs. adını verir. Her zaman ve her medeniyet ve her düşünür kendi ufku doğrultusunda onunla ayrı bir ilişki biçimi geliştirir. Bakara Suresinin dediği gibi her biri ayrı konumdan ona bakar ve gördükleri farklı farklı yüzlerle de olsa Allah’ın vechi ve yüzüdür. Ve Allah’ı sahih bir biçimde tanıyan her ayrı yaşama biçimi Maide Suresinin dediği gibi Allah’a ulaştıran ayrı bir minhaç (yöntem) ve şeriattır (hayat tarzı).

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir