Ferhat Kentel: Çerkes Soykırımı Vesilesiyle “İyileri” Çoğaltmak

04.06.2021

Ferhat Kentel, adaletzemini.org’da “Çerkes Soykırımı Vesilesiyle “İyileri” Çoğaltmak” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz. 

Geçtiğimiz 21 Mayıs vesilesiyle -aramızdan bazılarının aklından hiç çıkmayan- Çerkes soykırımını bir kez daha hatırladık. Bu yazının çıktığı mecrada da herhalde Çerkes soykırımını düşünmeyen, az veya çok Çerkesliğin yaşadığı yası tutmayan pek kimse yoktur.

Ancak, Çerkesler dışında, kendileri de bir halk olarak mağdur olmuş kültürel ya da siyasi gruplar dışında, Çerkes soykırımı hakkında pek ses çıkmadı. Sokaklarda, sosyal medyada bu mesele üzerine “sizi düşünüyorum” minvalinde pek ses duymadık.

Evet, önemli miktarda bir insan kalabalığı Çerkes soykırımını “bilmiyor”, “duymuyor”, “bakmıyor”, “görmüyor”… Ama sadece tarihi bir olayda değil bu duyarsızlık hali… Seçkinlerin kurduğu, cilaladığı kurgunun altında olup bitenleri görmemek de “Çerkesleri görmemek”ten bağımsız değil…

Küçük bir hatırlatma: Halktan kopuk olma iddiasıyla varlıklarını meşrulaştıran bir yönetim mekanizması ve ideolojisinin nasıl bir seçkinlik içine girip, gerçeklikten koptuklarının işaretlerini, bir zamanlar gayet mütevazı, alçakgönüllü görünen bir yazar sokağa çıkma yasakları öncesinde marketlere hücum eden insanları ilginç bir şekilde suçlamıştı. “İki günde kimse aç kalmazdı, hele de bir Türk evinde, illaki buzluğu, kileri doludur. Hayretler içindeyim” demişti. Kuşkusuz buna inanarak söylemişti bu sözleri. İnanması normaldir, çünkü bu yazar, AKP’li hayatından önce hiç yokluk çekmediyse ya da AKP’li hayatından sonra yokluğu unuttuysa, bu yeni hayat ona yoklukları unutturduysa ve sadece bu seçkin hayat içinde evrilip duruyorsa, tabii ki başka insanların çektiği yokluktan haberi olması da mümkün olamazdı. Çünkü seçkinliğin bizatihi ruh halinin de taşıdığı başka “dertler” var… Söz konusu seçkin düzenin sarsılmasına sebep olacak, tehdit olarak görülen “kötülükler” (muhalefet yapanlar, hayatlarından memnun olmayanlar falan mesela…) her zaman mevcuttur.

Mesela seçkin devlet kademelerinden, en sıradan kirli işleri yapmakla yükümlü trol ordusuna kadar hep birlikte Anadolu Ajansı muhabiri Musab Turan’ın üstüne atlayıp, linç etmeye çalışmak muhtemelen böyle bir “kötülük avı” olmalı…. Seçkin daireyi koruma işlevi yüklenmiş bir av! Sedat Peker’e yetmeyen güçlerinin yettiği bir av; normal… Seçkinlerin korkusu! Temiz zannettikleri sarayın iç avlusuna kadar girmiş bir tehlike!

Ama tabii, bu yeni seçkinliğin geçmişten taşıdığı bir de intikam hali var. Yokluktan, taşradan gelen, daha önce gözledikleri şaşaalı ve otoriter seçkinci dünya karşısında sürekli ezilen ve bir gün hayatta başarılı olunca geçmişin intikamını alan, açık kapatan, milletin anasını bellemeye soyunan insanların, işadamlarının, müteahhitlerin, yargıçların, savcıların, polislerin, mafyacıların, gazetecilerin, akademisyenlerin ve tabii belki de en önemlisi politikacıların kurdukları bir seçkinlik hali var. Parayı ve gücü ele geçirince, sözü de ele geçiren ve başka söze tahammül edemeyen bir seçkinlik…

Başka bir hatırlatma: Geçtiğimiz aylarda AKP Genel Merkezi’nde çalışan bir elemanın lüks bir araçta uyuşturucu kullanırken çekilen görüntüleri sosyal medyada yer almıştı. Adamın AKP’li olması tabii ki önemli; sonuç olarak vatana millete vatan-millet-fazilet dersi veren bir partiden dışarı sızan bu tür akıntıların partinin içeriğine dair işaretler taşıdığı çok bariz. Ama meselenin daha da önemli tarafı, söz konusu delikanlının amatör sosyologlar için sosyal medya hesabından sunduğu adeta “al da kullan” kıvamında hazır bir sosyolojik tespit var. Bu delikanlı “Siyasi büyüklere yakın olursa, daha güçlü olacağını düşünerek” AKP’de işe girmiş. “Daha fazla güçlü görünürse her kapının açılacağını” düşünmüş. “Daha fazla nüfuz sahibi olmaya, olduğundan farklı görünmeye, gücün yanında görünmeye, hükümetteki güçlü insanlarla fotoğraf vermeye” çabalamış. Hatası “güçlü görünmek” istemesinde değil; birçok başarılı örneğin tersine, bu delikanlı başka ve küçük bir hata yapmış: “Yaramazlık yaparken akalanmış”!

O kadar sıradan bir hikâye ki… Bir “sosyolojik vaka” olarak bu genç yüzlerce genç, yaşlı, kadın, erkek insanın hikâyesini anlatmış aslında. Sokakta güçlü olmaya çalışırken, önünde açılan polislik ya da bekçilik kadrolarına koşa koşa girenler gibi… O üniformayı giyip, tabancayı da beline takınca önemli adam olmaya çalışanlar gibi… Ama bu güç için güçlünün kılığına girmek, güçlünün koltuk altına girmek sadece eğitimsiz ve kırılgan sosyal sınıflar arasında var olan bir arzu değil… Üniversitede okurken, dışarıdaki büyük partinin taşeronluğuna soyunan, sırtları sıvazlandıkça önemli adam haline gelen, “reis”, “başkan” vb. sıfatlarla, giydikleri takım elbiselerle boylarının büyüdüğünü hisseden genç çocukların da durumu çok farklı değil. Kendi başlarına “olmayı” beceremeyen, ancak başkalarının laflarını tekrar eden bu çocukların, mezuniyet sonrasında da, yani hayatta aslında “kendileri” olma imkânlarına rağmen, “trol” kıvamına girip, abilerinin, “amirlerinin” emirleri uyarınca sağa sola ayar vermeleri de bu güç arzusundan kaynaklanıyor. İktidarsızlık riskine karşı, başkalarının gücü aracılığıyla güçlü olma arzusu…

Kötülük söyleminin ritüelleşmesi

İşte böyle bir seçkinliğin, seçkinlik arzusunun beslediği, yeniden ürettiği, hayatın savaş arenası haline geldiği bir atmosferde Çerkeslerin travması ya da açlıkla cebelleşen insanların acısını kim dert eder gerçekten? Bu memlekette başkalarının acısıyla, başkalarının hafızalarına yerleşen acılarla kimler ilgilenir? Kaç kişidir bu insanlar? Nüfusa oranlarsanız yüzde kaç çıkar? Bu oran çok yüksek değilse, sebebi nedir? Bu normal midir? Ya da başkalarının dertleriyle hemhal olmayanların maruz kaldığı başka bir mesele mi vardır?

Sanırım vardır… İnsanların birlikte yaşadığı başka insanları “teorik olarak” görmemesi, duymaması mümkün değildir. Çünkü insanların insan cinsi olarak hayatlarını devam ettirmeleri için başkalarına ihtiyaçları vardır. Çünkü insanların sadece kendilerine benzeyen insanlarla hayata devam etmeye çalışmaları, o hayatı havasız bırakır ve kurutur.

Peki neden insanlar başkalarının dertleriyle ilgilenmez? Çünkü, bilebileceğimiz kadarıyla, el yordamıyla ortaya çıkarabileceğimiz ölçüde, insanlar hayat şartlarının, kültürel anlam dünyalarının, bütünlüklerinin sağlam kalması için adeta günlük bir mücadele vermek zorundadırlar. Bizim gibi bir memlekette bu çok daha zordur ve bütün bu hayat dairesinin sorunsuz bir şekilde korunması hiç kolay değildir. Koca kaya parçasını sürekli tepenin zirvesine çıkardıktan sonra geri yuvarlanan kayayı tekrar tepeye çıkarmaya çalışan Sisifos’un durumuna benzer bu durum. İte kaka ay sonunu getirdikten sonra, bir dahaki ay gene ite kaka ay sonunu getirmeye çalışmaktır. Gaye Boralıoğlu’nun benzetmesi ile, İte kaka demokrasi mücadelesi verdikten sonra, tepetaklak geri yuvarlanan haklar için gene mücadeleye girişmektir. Bizim memlekette “rahat etmemek” adeta bir kural gibidir. Bir türlü başkalarını düşünebilecek kadar rahat edememektir. Sürekli kendini düşünmek zorunda kalmak ve kendi cemaatleşmiş yapılarını korumaktır esas olan…

Sürekli kendine dönmek, dert yanmak; başkalarının ne kadar kötü olduğundan, kendisinin ne kadar iyi olduğundan dem vurmaktır. Bu sıradan hayatlarımız içinde cemaatleşmiş yapılar için olduğu kadar, koca bir cemaate dönmüş toplum ya da toplum adına konuşan siyasi otoriteler için de geçerlidir. Söz konusu olan, marketlere hücum edenlerden, açım diyenlerden, basın toplantısında “kral çıplak” diyenlerden ya da bütün dünyanın bize düşman olduğundan, bize karşı oynanan oyunlardan bahsetmektir mesela.

Bugünlerde bizim memlekette ruh halinin nasıl korunabileceği hakkında ben de herkes gibi kafa yorup duruyorum. Sürekli kendini yalanlayan, pervasızlaşan, ahlakını kaybeden ve ahlaksızlığın yaygınlaşmasından rant sağlayan bir zihniyet ve devletle, milliyetçilikle iç içe geçmiş mafya faaliyetlerinin gölgesi altında “kötülükle” yüzgöz olmuş bir ruh halinde, insanların başkalarıyla -olumlu anlamda- irtibatlanması çok zor. Çünkü kendi içinde mücadele edilmesi gereken bir kötülüğü hissedemeyen, kötülüğü hep başkasında, iyiliği ise hep kendi içinde gören yaygın bir ruh hali mevcut…

Özellikle, modern dünyanın yeni dinsellikleri olarak adlandırabileceğimiz siyaset düzeyinde, siyasi ve kültürel kimlik, parti kimlikleri eşliğinde, sanki kötülükle inşa olan bir söylemler dizgesinin içinde cebelleşip duruyoruz. İktidarda olanların, zaten buna ihtiyaçları var: “Vatan hainlerine”, “dış düşmanlara” değinmeden geçemiyorlar, “normal olarak”… Ama Sisifos’un kayasını tekrar aşağı yuvarlayan bu iktidarın söylem ve pratiklerinin altında nefesi kesilen insanlar da bu “kötülük söylemi”nin kısırdöngüsünden dışarı çıkamıyorlar.

İşte kötülükten dert yanmayı “ritüelleştirmemek”, kötülük haberlerini tekrar etmemek, tüketmemek, alışkanlık edinmemek, vücudun parçası haline, neredeyse varlığımızın, inancımızın bir parçası haline getirmeksizin, “hayatı yeniden düşünmek” olarak özetleyebileceğim bir söylem nasıl inşa edilebilir diye düşünürken, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın 20-24 Mayıs tarihlerinde düzenlediği “Salgın sonrası dönemde insan hakları gündemi” başlıklı uluslararası sempozyumu çıktı karşıma… Sempozyumun son oturumu olan “Karanlık zamanlarda cesaret” panelinde yazar Gaye Boralıoğlu ve siyaset felsefecisi Nilgün Toker’in sıradışı bir biçimde zihin açıcı konuşmalarını dinledim.

İki konuşmacının da konuşmalarında cesaretin yanı sıra, dile getirdikleri temel bir mesele var: Umut… Ama bu kuru kuruya bir umut değil; Toker’in formülüyle, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanarak, iyiliği isteyerek, iyiliği istemeye cesaret ederek geliştirilebilecek bir umut bu… Bu bir bakıma karanlık zamanlarda ışığa yönelmek, karanlığın içinde görebilmek, “iyi”yi görebilmek gibi bir şey. Korkuya gömülme halinin sorumsuzluk olduğu, kendimizi kendimize kapalı olmaktan çıkararak, korkuya gömülmeme halinin büyüyen bir cesaret ürettiği bir hal….

Ya da Boralıoğlu’nun kavramsallaştırdığı bir “kutsal çılgınlık” hali… Beyrut’ta geçen sene meydana gelen büyük patlama sonunda ölen kadın itfaiyeci Seher Fares’in cenaze törenini bir düğün töreni gibi düzenleyen nişanlısının “kutsal çılgınlığı”… Gözyaşına dansı eklemek… En acı anda bile çökmemeye karar vermek… İç parçalayan, korkunç derecede zor ama zihinlerin sınırlarını parçalayan bir örnek… İnat, ısrar ve cesaretle beslenen umut…

Bağlamak gerekirse…

Tabii ki, kuşkusuz Türkiye’de nüfusun çok önemli bir parçası kötülüğü sadece başkalarında, iyiliği de sadece kendilerinde gördüğü için, sorumluluk, yası paylaşma, geçmişle yüzleşme gibi birtakım iyileştirici tavırlara girmeyi bir türlü beceremiyor. Bunda tabii ki devletin karakutusunda daha çok söz sahibi olanların bizzat oluşturdukları manipülasyonlar çok önemli bir rol oynuyor. 1915’in, Varlık Vergisi’nin, 6-7 Eylül’ün, darbelerin, Güneydoğu’da karanlık ve kirli 90’ların gerçekleşmesi ve sonrasında bu olayların aktarılma tarzından bağımsız düşünmek çok kolay değil. Yani tabii ki, bu topraklarda Malazgirt’ten de önce yaşayan insanların, halkların acılarıyla, hafızalarının ortalama vatandaşlık inşası uyarınca, bırakın empatiyi, irtibatlanmak bile çok kolay değil. Sürekli korkuyla beslenen kesimlerin bu ideolojik kurguyu ve manipülasyonu atlatması hiç kolay değil.

Ama cesareti çoğaltmak gene de mümkün. Nilgün Toker’in “korkuya gömülmek yerine sorumluluk” olarak formüle ettiği ifadeye referansla; kötülükle sosyalleşmek, kötülük dilini, kötülükten yakınma dilini ritüelleştirmek, bunu alışkanlık ya da vücudun parçası haline getirmek yerine, “acı çekmesini istemediğimiz” farklı iyilerin ufak tefek cesaretlerini buluşturmaları ve iyiliğin anlatımlarının buluşmasını denemeye başlayabiliriz.

Öyle görünüyor ki, cesaret ve umut farklı iyilerin cesaretlerini buluşturabilmekten geçiyor.

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.