Galip Dalay: “Türkiye’nin bir Suriye politikasının olabilmesi için öncelikle bir Kürt politikasının olması lazım”

28.09.2021

Mustafa Ali Aksoy, Galip Dalay ile “Türkiye’nin bir Suriye politikasının olabilmesi için öncelikle bir Kürt politikasının olması lazım” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşiyi aşağıya alıntılıyoruz. 

“Türkiye’nin bir Suriye politikası yok, sadece Türkiye’nin Suriye’ye operasyon planları var”, “Türkiye ile ABD arasındaki ilişki hep güvenlik eksenliydi. Son yıllarda iki ülkenin güvenlik kaygıları değişiyor”, “‘Ey Amerika, ben senden rahatsız oldum. Bak seni daha da fazla rahatsız etmek için 2,5 milyar doları çöpe atıp bir S-400 paketi daha alıp hangara koyacağım’ demek ne kadar mantıklı?”, “Rusya, her Erdoğan – Putin görüşmesi öncesinde askeri bir hamle yaparak elini güçlendiriyor.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BM Güvenlik Kurulu için gittiği New York’ta ABD Başkanı Biden ile görüşememesi, Türkiye-Amerika ilişkilerinin yeniden tartışılmasına yol açtı. Erdoğan’ın ABD’de CBS televizyonuna verdiği röportajda ve gezi dönüşü uçakta gazetecilere yaptığı açıklamalarda kırgınlığını ve kızgınlığını gizlememesini, S-400’leri yeniden gündeme getirmesini ve Putin-Erdoğan görüşmesi öncesinde Rusya’nın Suriye’de Türkiye’nin kontrolündeki alanları bombalamasını Robert Bosch Akademisi, Chatham House ve Brookings Enstitüsü Doha merkezinde araştırmacı olarak çalışan Oxford Üniversitesi Tarih bölümü doktora öğrencisi Galip Dalay ile konuştuk.

Röportajın tamamını izlemek için:

Türkiye-Amerika ilişkilerinin sıkışmışlığı artık Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından da açıkça dillendiriliyor. Türkiye bu sıkışmışlıktan çıkmayı nasıl başarabilir? Başarabilir mi?

Türkiye-Amerikan ilişkileri bir güvenlik ilişkisi olarak doğdu, bir güvenlik ilişkisi olarak gelişti ve bugün de temelde bir güvenlik ilişkisi. Kriz de tam tamına bu güvenlik başlığında yaşanıyor.

Türk-Amerikan ilişkileri nasıl başladı? Türkiye, Sovyetler Birliği’nden hissettiği kaygı ve tehdit algısının bir sonucu olarak Batı dünyasına yanaştı. Avrupalı büyük devletlerin iki dünya savaşında büyük zemin kaybetmesi sonrasında Batı dünyasının liderliğine büyük oranda ABD yerleşmişti.

NATO, bu güvenlik ittifakının adıydı ve Türkiye de NATO’ya dahil olmak istiyordu. NATO’ya dahil olarak Sovyet tehdidinden korunma, onu engelleme, dengeleme siyasetini izledi. Türk-Amerikan ilişkileri, sonrasında da hep bu güvenlik başlığından ilerledi.

NATO’dan önce de Truman doktrinine gidebiliriz. Truman doktrini ile Amerika, hem Türkiye hem de Yunanistan’a ciddi anlamda bir destek öngörmüştü. Bunun temel sebeplerinden bir tanesi, Sovyetler’in buradaki etkisini engelleme amacıydı.

Bu ilişki, büyük oranda tek yönlü olarak doğdu ve tek boyutlu olarak gelişti. Mesela Türkiye-Avrupa ilişkileri çok boyutlu ilişkilerdir. Tarihsel boyutu çok güçlü. Demografik bir boyutu var. 6 milyonun üzerinde Türkiyeli Avrupa’da yaşıyor. Ekonomi politiği çok güçlü bu ilişkinin. Türkiye’nin en büyük ticaret partneri Avrupa, Türkiye’nin en büyük dış yatırımcısı Avrupa. Ciddi anlamda bir eğitim başlığı var. Ama Türkiye-Amerika ilişkileri büyük oranda tek boyutlu bir ilişki. Bu bir güvenlik ilişkisi.

Bugünkü krizin bu kadar derinde yaşanmasının sebebi de, tam bu güvenlik ekseninde yaşanması oldu.

Güvenlik eksenli krizin birkaç boyutu vardı: Birincisi Türkiye ile Amerika’nın güvenlik kaygıları değişiyor. İlk soğuk savaş döneminde Türkiye ile Amerika’nın Sovyetler’den kaynaklı benzer tehdit algısı vardı. Özellikle Sovyetler’e yönelik benzer jeopolitik okuması vardı. Bugün Türkiye ile Amerika’nın epey bir başlıkta güvenlik-tehdit konusunda ayrı düştüğünü görüyoruz.

Ciddi anlamda bir ayrışma var. Mesela Suriye’de Türkiye’nin müttefik dediğine ABD radikal örgüt gözüyle bakıyor, Amerika’nın müttefik dediğine Türkiye terörist gözüyle bakıyor. Her iki taraf birbirlerinin müttefiklerini terörist olarak görüyor. Her iki taraf birbirinin hedeflerine dair ciddi şüphelere sahip. Her iki taraf birbirinin önceliklerine dair ciddi anlamda şüphelere sahip.

Dolayısıyla iki ülkenin tehdit algıları ve jeopolitik okumalarının değişmesi bu krizin birinci sebebi. Ki burada, Türkiye’nin son yıllarda Amerika ve Batı’yla Batı dışı aktörler arasında bir dengeleme siyaseti izlediğine şahit oluyoruz. Bu ne kadar gerçekçi, emin değilim. Amerika, Rusya ve Çin arasında bir dengeleme siyaseti izliyor Türkiye. Bunun da ötesinde Amerika ile Çin arasındaki gelmekte olan büyük güçler rekabetinde Türkiye ciddi bir imkân alanı görüyor. Dolayısıyla burada Amerikalılardan farklı bir okumaya sahip yöneticiler. Bu da, ilişkilerde gerilim hattı oluşmasına sebep oluyor.

Amerikalılar, bu büyük güçler rekabetinde ‘Biz artık Çin ile sert bir rekabete doğru gidiyoruz, herkes tarafını seçsin’ diyor. Türkiye ise burada bir taraf seçmek yerine gri alanda kalmayı tercih ediyor. Açıkçası, Türkiye bu konuda Avrupalı diğer aktörler ile çok da farklı bir noktada bulunmuyor. Her şeyden önce Amerikalıların bu konuda “bir numara kompleksi” var. Onların en temel kaygısı, dünyanın bir numarası olmalarına Çin’in tehdit oluşturması. Avrupalılar, ‘Zaten biz bir numara değiliz, dolayısıyla sen değil de Çin bir numara olursa bunu çok büyük bir sorun alanı olarak görmüyoruz’ diyorlar.

Üçüncü sebep ise, güven boyutu ciddi anlamda tahrip olmuş durumda. Bunun en büyük yansımalarından bir tanesi 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yaşandı. Bu olaydan sonra hâlâ  cevaplanmayan onlarca soru var ve Türkiye’deki devlet erkânının çok büyük bir kesiminin Amerikalıların bu darbe girişiminde eli olduğu ya da bu darbeyi daha önce bildiğine dair algısı çok ciddi anlamda bir güven tahribatı yarattı. Bunun bir sonucu olarak Türkiye toplumunun geniş bir kesimi Amerika’yı bir güvenlik tehdidi olarak görüyor. Amerikalılarda da Türkiye’ye karşı benzer bir algı var; kurumsal bir müttefik algısından ziyade Rusya ve Çin başta olmak üzere herkesle farklı ilişki tarzları tutturabilen bir ülke algısı var.  

Bir de şahsi krizler var. Erdoğan-Biden ilişkileri belli ki başından beri çok iyi gitmiyor. Biden’ın seçildiğinden beri Türkiye’ye karşı, Erdoğan’a karşı mesafeli tutum sergilediğini görüyoruz. Aslında çok fazla bir şey yapmıyor ama bir mesafe koyarak bir mesaj vermeye çalışıyor. Bunun da Türkiye’de ciddi anlamda bir rahatsızlık yarattığını görüyoruz. Nitekim BM Güvenlik Kurulu’nun açılışında, New York’ta olan Erdoğan’ın Biden’dan bir randevu alamamaya çok içerlediğini, bundan rahatsız olduğunu çok net bir şekilde görebiliyoruz. Erdoğan’ın New York’a gitmeden önceki açıklamaları ile 3-4 gün sonraki açıklamaları arasında devasa bir fark var. Burada da ciddi bir kriz alanı bulunuyor.

Türkiye, uzun bir süredir bunu şöyle düşünüyordu: Evet, ABD ile aramız iyi değil. Fakat nasıl ki ABD ile ilişkilerimiz jeopolitik bir başlık olarak doğduysa, iyi ve kullanışlı bir kriz olması halinde Amerika benim değerimi hatırlayacaktır.

Türkiye Ukrayna’daki, Karadeniz’deki krize bu gözle yaklaştı. Afganistan’a da bu gözle baktı.

Adını koymadan, yumuşak bir dengeleme siyaseti izlediğini görüyoruz Türkiye’nin. Sert bir dengeleme siyaseti söz konusu değil. Ama Ukrayna, Gürcistan gibi ülkelerle yakın ilişkiler geliştirerek adı konmadan bir yumuşak dengeleme siyaseti güdülüyor.

Diğer bir başlık ise, Afganistan’da havalimanının işletilmesi ve güvenliğinin sağlanması konusunda Türkiye, Amerika ile ilişkilerini yeniden tesis edebileceğini düşünüyordu. Fakat şöyle bir durum var; Afganistan Amerikalıların kapatmak istediği bir dosya. Türkiye, ABD ile ilişkilerinde Afganistan dosyasını açmak istese de, bu Amerika’nın büyük oranda kapatmak istediği bir dosya. Ve bu, Amerikalılar için Türkiye’nin tahmin ettiği kadar da önemli bir dosya değil.

Özellikle medyada konu soğuyunca, Amerikalılar yeniden bir Afganistan dosyası açmak istemeyecektir. Bu nedenle Türkiye’nin Afganistan üzerinden Amerika ile yeni bir sayfa açma ihtimali ancak kısmî bir sonuç üretebilirdi. Türk-Amerikan ilişkilerindeki söyleme yansıdı bu Afganistan dosyası. Birkaç ay önce Türkiye hakkında pek de olumlu kelimeler kullanmayan pek çok Amerikalı yetkili, yeni dönemde Türkiye’ye dair yeniden “partner”, “stratejik ortak” gibi kavramlar kullanmaya başladı. Fakat ilişkilerde bu söylemsel değişimin ötesine geçen bir değişim olmadı. Bu, biraz olsun buzları eritebilirdi fakat Türkiye ile Amerika arasındaki sorunları çözme ihtimali olmayan bir başlıktı. Çünkü burada, epey esaslı başlıklar var: S-400 var, Doğu Akdeniz var, Suriye hâlâ orada, Halkbank davası hâlâ orada vs.

Şunu son kez vurgulamak isterim: Türkiye-Amerika ilişkilerinin geleceğini Suriye, Orta Doğu, Türkiye’deki demokrasi vs. belirlemeyecek. Çünkü Amerikalılar hiçbir zaman Türkiye’de esaslı bir demokrasi kaygısı gütmedi. Bu bir güvenlik ilişkisi. Nitekim Türkiye’de demokrasinin yerle yeksan olduğu doksanlı yıllarda Türkiye-Amerika ilişkileri epey iyiydi.

Türkiye-Amerika ilişkilerinin geleceğini, ‘büyük güçler rekabeti’nde Türkiye’nin nerede duracağı belirleyecek. Zaten S-400 meselesinden bu kadar kriz yaşanmasının sebebi de bu. Amerikalılar buna bir güvenlik aletinin satın alınması olarak bakmıyor. Amerikalılar buraya bir jeopolitik konumlanma kararı olarak bakıyor. Mesele bu yüzden bu kadar ciddi bir sorun yaratıyor. Çünkü Türkiye’nin S-400 satın alması, Amerika’nın diğer çalıştığı ortakları için de bu yolun açılmış olması tehlikesini barındırıyor. Çünkü bir NATO müttefiki bunu alırsa, Amerika’nın yakın çalıştığı diğer ülkeler neden alamasın?

Siz de belirttiniz, Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD ziyaretinde Biden ile istediği görüşmeyi gerçekleştiremedi. CBS’e verdiği röportajda da bu konudaki kızgınlığını ve hayal kırıklığını çok net şekilde ifade etti.

Bir dönem ABD ile Türkiye’nin S-400’lerle ilgili çözümler ürettiği, diplomatların bu alternatif yollar üzerinde çalıştığı söyleniyordu fakat gelinen noktada meselenin iyice çıkmaza girdiği  görülüyor.

Bir yandan da Erdoğan, yeniden Rusya’dan S-400 alınabileceği sinyalini veriyor, ABD Savunma Bakanlığı da böyle bir adımın yeni yaptırımlara sebep olacağını söylüyor.

Erdoğan’ın bu kızgınlığı / kırgınlığı Türkiye’nin Rusya ve Putin ile yakınlaşma yoluna gitmesine yol açabilir mi? Bunun Türkiye’ye maliyeti ne olur?

Öncelikle bu ilişkideki tarza dair birkaç şey söylemek isterim. Türkiye bu kadar ciddi bir karar veriyorsa eğer, bu kararı  Erdoğan Biden’dan bir randevu alamadığı için değil, kurumları, aktörleri nezdinde esaslı bir tartışma yaparak, kâr ve zararları, maliyet ve yararları iyi hesap ederek alması gerekir.

“Madem Biden randevu vermedi, ben de Rusya’ya yanaşır, S-400 alırım” tavrı çok ciddi bir görüntü sergilemiyor her şeyden önce. Bu kadar ciddi bir konu, bu kadar ciddi bir mesele esaslı bir değerlendirme gerektiriyor. Epey bir aktörün dahil olmasını gerektiriyor.

Eğer S-400 gerçekten bu kadar acil bir güvenlik başlığından alındıysa, o zaman paketinden çıkarılıp neden kullanılmıyor?

Türkiye’nin şu anda en büyük güvenlik sorunu yaşadığı yer nerede? İdlib’te. O zaman S-400’ler neden İdlib’in hemen dibine kurulmuyor? Yoksa bu sadece, “Ey Amerika, ben senden rahatsız oldum. Bak seni daha da fazla rahatsız etmek için 2,5 milyar doları çöpe atıp gidip bir S-400 paketi daha alıp hangara koyacağım” demek ne kadar mantıklı?

Türkiye’de bu ölçekteki öneme sahip bir konuyu hangi formatta, hangi şekilde tartışacağımıza karar vermeliyiz öncelikle.

Son dönemlerde dış politikada Türkiye’nin en çok canını yakan ülkelerin başında herhalde Rusya geliyor.

Geçen sene 34 askerimizin vurulması meselesi örneğin. Bunu kim yaptı? Türkiye’nin BM’deki büyükelçisi bu konuda aslında oldukça net bir açıklama yapmıştı. “Rus tarafı, Türkiye’nin yaralılarını uçakla almasına dahi izin vermedi” demişti. Bunu kim yapıyor? Son dönemde Türkiye’nin Suriye sınırında çok sayıda askeri vuruldu. Bunu kim yapıyor? Arkasında kim var? Şu anda kuzeybatı Suriye’de gerilim yükseliyor. Bu gerilimi yükselten kim?  Türkiye’yi orada sıkıştıran kim?

İkincisi, Osmanlı’dan günümüze bir süreklilikten bahsedeceksek, Osmanlı devlet yetkililerinden Cumhuriyet elitlerine kadar Rusya’nın jeopolitik emellerine karşı sürekli bir dikkatli olma hali olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Rusya’nın Türkiye’nin güneyine inmesi konusundaki emelleri, doğusundaki varlığı, kuzeyindeki varlığı. Şimdi bugün, Rusya’nın hem güney hem doğu hem de kuzey komşusu. Peki bu Türkiye’nin stratejik hareket kabiliyetini nasıl etkiliyor?

Dolayısıyla Amerika’ya kızgınlığınız, ciddi anlamda haklı gerekçeleri olmakla birlikte, sizin soğukkanlılığınızı engellemesine yol açmamalı.   

NATO toplantısında, oradaki liderler arasında en NATO’cu konuşmalardan birini sayın cumhurbaşkanı yaptı. Bu, Türkiye’nin uluslararası algısını da, uluslararası ciddiye alınma meselesini de çok ciddi manada negatif etkileyen bir unsur.

Siz yeni bir S-400 paketi alabilir misiniz? Elbette parasını verip alabilirsiniz. Bunun çok ciddi anlamda bir maliyeti olur mu? Evet olur, olacaktır. Bir öncekinin en ciddi maliyeti, Türkiye’nin F-35 uçak projesinden çıkarılması oldu. Dolayısıyla bu maliyetleri göze alması durumunda alabilir Türkiye.

Peki soru şu: İlk aldığın S-400’leri bile paketinden çıkartmamışken, en öncelikli güvenlik riskinizde kullanmamışken ikincisini sadece “Ben Amerika’dan bir toplantı alamadım” diyerek mi alacaksınız? Nedir buradaki asıl gerekçe, motivasyon?

Halihazırda paket içerisinde bir S-400 seti varken, buna bir yenisini eklemenin Türkiye’nin güvenliğine, stratejik ve jeopolitik emellerine nasıl hizmet edeceğine dair açıkçası benim kafamda bir cevap yok. Umarım bunu dile getirenlerin bu konularda net cevapları vardır. Aksi takdirde ekonomik olarak, siyaseten, jeopolitik olarak kendimize yeni ve ekstra bir maliyet çıkartmaktan başka bir anlamı olmayacaktır bunun.

Erdoğan her ne kadar ABD dönüşü Putin kartını oynamaya çalışsa da, Rusya Suriye’de Türkiye’nin desteklediği grupların kontrolündeki Afrin ve İdlib’i bombaladı. Hulusi Akar da dün (27 Eylül) bir açıklama yaptı, Rusya’nın adını anmadan ‘Bu saldırılar mutabakata aykırı’ dedi. Bu saldırıların Erdoğan-Putin görüşmesinden önce meydana gelmesi nasıl okunmalı?

Şöyle başlayalım: Astana diye bir süreç kuruldu. Bu sürecin en önemli sonuçlarından bir tanesi neydi? Bu çatışma bölgesini yenide dizayn etti. Nasıl dizayn etti? 4 tane çatışmasızlık alanı oluşturdu. Bu çatışmasızlık alanlarına ne oldu? 3’ü askeri olarak rejim ve Rusya tarafından alındı. Bunlardan sadece İdlib kaldı. İdlib’in de çok ciddi bir kısmı alındı. Her çatışma sonrasında Türkiye biraz daha geri çekiliyor. Rusya ve rejim yeni alanlar elde ediyor.

Birincisi, bu süreçlerde, anlaşmalarda ne niyet edildiyse tam zıttı bir sonuç ortaya çıktı.

İkincisi, Erdoğan ile Putin’in her görüşmesinden önce Rusya askeri olarak sahayı dizayn ediyor. Sonra Erdoğan-Putin görüşmesi yapılıyor. Orada yeni bir kırılgan statüko doğuyor. Ve bu görüşmelerde doğan statükoların neredeyse hepsi istisnasız Türkiye’nin aleyhine oluyor. En son işte 34 askerimizin vurulmasından sonra yapılan mutabakata baktığımızda, geri çekilme adımını Türkiye atmış oldu.

Yani Rusya aslında bugüne kadar aynı şeyi yaptı. Her Erdoğan-Putin görüşmesi öncesinde sahayı askeri olarak epey hırpalıyor. Sonra orada yeni bir kırılgan denge ortaya çıkarmaya çalışıyor. Buradaki temel nokta şu; Rusya tüm bunları yaparken Türkiye Rusya’nın adını vermekten adeta imtina ediyor.

Mesela biz Kırım’la alakalı birkaç açıklama yaptık. Rusya en üst düzeyden, dışişleri bakanlığı sözcüsü üzerinden “Biz de Türkiye’nin etnik ve mezhebi yapıları ile daha yakından ilgilenmeye başlayabiliriz” dedi. Burada hiç böyle indirekt bir şey söylemedi. Son derece direkt ve net bir şey söyledi.

Suriye’de ortada ilginç bir resim var. Hâlâ şu sorunun cevabını devlet erkânının ağzından duymadık: 34 askerimizi kim vurdu? Hatay valisine bir açıklama yaptırılarak geçiştirildi fakat bu Türkiye dış politikasına dair çok önemli bir mevzu.

2003 yılında Irak’ta Amerikalılar, Türk askerlerinin başına çuval geçirdi ve bu çok haklı bir şekilde Türkiye’de çok büyük tepkilere yol açtı. Her düzeyden tepki gösterildi. Geçen sene 34 askerimizin vurulduğu denklemde neden tepki gösterilmedi?

Hatta ve hatta bu yaşanırken, dikkatlerin dağıtılması için hemen bir açıklama yapıldı: Avrupa ile sınırlarımızı açıyoruz, mülteciler gidebilir dendi. Bir günde tartışma farklı bir konuya çevrildi. Hükümet böylece kendi açısından oldukça zor bir konuyla muhatap olmamayı tercih etti. Bugün de benzeri şekilde Rusya görüşme öncesinde sahada bir alan tayin ediyor.

Bizde şöyle bir klişe var: Suriye’de askeri çözüm yok, siyasi çözüm var. Bu doğru değil. Askeri çözüm pekâlâ olabilir. Bugüne kadar rejim ve Rusya askeri çözümü tercih etti ve bunun sonucu ortada. Bundan sonra yaşanacak olan da bu olacak.

Türkiye neden İdlib’ten çıkamıyor? Türkiye’yi orada kalmaya zorlayan koşulların S-400 meselesi ile ilgisi var mı?

S-400 meselesi yüzünden değil. Şu yüzden, Türkiye “Ben İdlib’ten çıkarsam bir sonraki nokta Fırat’ın doğusu olacak” diye düşünüyor.

Bu noktada Türkiye üç şeyi önemsiyor gibi gözüküyor: Birincisi PYD-YPG ama genel olarak da Suriye Kürtleri dosyası. Bu Türkiye’nin Suriye’deki en öncelikli ve stratejik hedefi. İkincisi mülteci hadisesi. Üçüncüsü de Suriye’deki birlikte çalıştığı muhaliflere en azından bir şeyler koparma çabası.

Türkiye sahadaki varlığını azaltırsa bu üç meselede siyaset ortaya koyma kapasitesinin azalacağını düşünüyor. Dolayısıyla şu aşamada Türkiye’nin orada esaslı bir çekilmeye gitmesi pek mümkün gözükmüyor.

Soru şu: Türkiye’nin bir Suriye politikası var mı?

Biz yıllardır bu meseleyi konuştuğumuz için Türkiye’nin bir Suriye politikası olduğunu düşünüyoruz. Hayır, Türkiye’nin bir Suriye politikası yok. Türkiye’nin Suriye’ye yapacağı operasyonlar var. Operasyonlara dair bir kafa netliği var. Ama siyaseten kendi iç bütünlüğü olan bir politikası yok ve bunun yansımasını da zaten Fırat’ın doğusu ile batısı arasındaki devasa makasta görebiliyoruz.

Fırat’ın batısında Türkiye’nin izlediği politika ile Fırat’ın doğusunda izlediği politika taban tabana zıt.

Suriye’de var olan aktörler arasında en fazla üniterlik ve merkezîlik vurgusu yapan ülke Türkiye. Ama Fırat’ın batısında Türkiye oradaki aktörler arasında en derin otonomi projesini uygulayan ülke. Orada farklı bir güvenlik, farklı bir idare, farklı bir siyasal ortam, farklı bir ekonomi, farklı bir eğitim sistemi var. Ve hatta orada inşa edilen silahlı gruplardan müteşekkil yapıya da “Suriye Milli Ordusu” ismi veriliyor.

Bunu yaparken, Fırat’ın doğusunda ise zinhar herhangi bir adem-i merkeziyetçi yapının önünün açılmaması gerektiğini savunuyor. Burada PYD-YPG konusunda Türkiye’nin son derece haklı kaygıları var. Bu konuda Türkiye’nin sahip olduğu güvenlik isteği var. Fakat PYD-YPG’nin ötesini gören bir Kürt siyaseti yok, Kürtlerin ötesini gören de bir Suriye meselesi yok. Kürt meselesi, Türkiye’nin Suriye konusundaki tek odak noktası.

Türkiye, gittikçe güvenlikçi bir yaklaşımla kangrenleştirilen kendi Kürt meselesini demokratik perspektifle çözmek yerine Suriye’ye ihraç etti. Suriye’ye ihraç ettiği bu Kürt sorununun da tüm komplikasyonlarını yaşıyor.

Türkiye’nin bir Suriye politikasının olabilmesi için öncelikle bir Kürt politikasının olması lazım. Kürt politikasının olabilmesi için bu meselenin sadece ve sadece bir güvenlik meselesi olmadığının kavranması lazım.

Nitekim Afrin’de ortaya çıkan görüntüler bu siyasetin ne kadar sıkıntılı olduğunu ortaya çıkartıyor. Afrin, Türkiye için güzel bir model sunuyordu. Türkiye orada demografik meşruiyeti yüksek bir yönetim inşa edebilirdi. Böylece hem Fırat’ın doğusundaki adam için hem de İdlib’teki adam için “Bakın, El-Nusra’dan da, SDG’den de, rejimden de daha iyi bir model var burada”yı sunabilirdi. Fakat geldiğimiz noktada bunu yapamadı.

Eğer siz cadde ve sokak isimlerindeki Kürtçeyi silmekle mesai harcıyorsanız, müfredattan Kürtçeyi çıkartmakla mesai harcıyorsanız orada her şeyden önce demografiyle, kimlikle sorununuz olduğunu gösteriyorsunuz. Kürtçe alerjiniz varsa orada sadece bir PYD sorununuz olduğu tezinizin altını boşaltırsınız. Çünkü Kürtçe sadece PYD-YPG-PKK’nın konuştuğu bir dil değil. Kürtçe, Kürtlerin konuştuğu bir dil.

Türkiye’nin öncelikle Suriye’de güvenliğin ötesini gören bir siyaset ortaya koyması lazım. İkincisi de, Kürt ve Kürtçe alerjisi üzerinden ortaya çıkan, Türkiye’nin ciddi anlamda ufkunu kapatan bu politik çerçeveyi aşması gerekir. Bunu yapmadığı sürece Türkiye’nin bir Suriye politikasının olmasının mümkün olduğu kanaatinde değilim.

Türkiye’nin Suriye’de elde etmek istediği belirli başlıklar olabilir. Fakat A başlığı ile B başlığı birbiri ile çeliştiği için günün sonunda çok da bir şey elde edemeyebileceği kanaatindeyim. Bu noktada şu anda ne yazık ki çok iyimser bir tablo yok.

Şu soruyu sorabiliriz: Türkiye, Suriye’de daha fazla kalabilir mi? Evet, Türkiye operasyonel anlamda Suriye’deki varlığını daha uzun süre sürdürebilir. Bunun maliyeti ödenerek sürdürülür. Peki Türkiye’nin Suriye’de elde etmek istediği siyasal hedefler elde edilebilir mi? Açıkçası bunları elde edebileceğini düşünmüyorum. Çünkü bu hedefler arasında iç çelişki var. Bunun da temel sebebi, Türkiye’nin Suriye siyasetinin Kürt meselesine takılıp kalmış olması.

Normalde aslında Türkiye kimlik eksenli bir adem-i merkeziyetçi çerçeveden ziyade idari üniteler merkezli ve toplumsal yapıların taleplerini de tatmin eden bir bakış açısı geliştirebilirdi. Çatışma bölgeleri için bu daha uygun bir çözüm olurdu. Fakat Kürt meselesinin yarattığı komplikasyonlarla karşı karşıya gelinmiş durumda. Hasılı Türkiye, Kürt meselesinde tutturduğu rotayı gözden geçirmediği sürece Suriye meselesinde anlamlı bir rota tutturmasının pek olası olmadığını düşünüyorum.

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.