16.09.2021
İslam Özkan, gazeteduvar.com’da “Fas Seçimleri ve İslami Hareketlerin Krizi” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Siyasal İslam sevelim sevmeyelim İslam dünyasının bir gerçeği. Elbette Siyasal İslam’a karşı fikri mücadele verilebilir, karşı çıkılabilir, tezlerine itiraz edilebilir ama onu yaratan şartlar ortadan kaldırılmadıkça Siyasal İslam var olmaya devam edecektir. Tıpkı, İslam dünyasındaki eşitsizlikler ortadan kalkmadıkça insanların sosyalist ve komünist olmaya devam edeceği gibi.
Fas’ta Adalet ve Kalkınma Partisi tarihi bir yenilgi aldı, bu yenilgi karşısında Arap dünyasında ve ülkemizde iki tip sorunlu tutuma tanık olduk. Birincisi, Fas’ın kendi koşullarını göz ardı ederek bazı ülkelerin İslamcı parti ve gruplara karşı milyarlarca dolar harcayarak sürdürdüğü operasyonel tutuma cephane taşımaya çalışan, İslamcılığa var olma hakkı tanımama ekseninde politika yapan bir kesim. Arap dünyasında bolca örneği olan bu kesimin önde gelen isimleri sosyal medyada Fas yenilgisinden sonra sevinç çığlıkları atarak mevcut vakıayı “İslamcılığın küresel yenilgisi” olarak açıklama yarışına girdiler.
Bu tutum şimdi İslamcılara karşı alınıyor ama geçmişte gerek Ortadoğu’da gerekse Latin Amerika’da komünistler ve sosyalistlere de benzeri muamele layık görülmüştü. Evet, İslamcılar gerçekten affedilmez hatalar yaptılar, içlerinde demokrasiyi araçsallaştıranlar, hukuku işlerine geldiği gibi kullananlar, karşı tarafın maruz kaldığı ihlallere sessiz kalan, ikiyüzlü davrananlar vs. oldu. Ama bu, on yıllardır halklarına kan kusturan otoriter Arap rejimlerine, demokratik ve anayasal çerçevede faaliyet gösteren, şiddeti kategorik olarak dışlayan yapıları imha hakkı verir mi? Hepsinden önemlisi, Arap dünyasındaki yolsuzluk, hukuksuzluk, keyfi yönetim, otoriterlik vs. gibi çeşitli kronik sorunlarla malul rejimleri meşrulaştırır mı? İslami hareketlere kin kusanlar, otoriter Arap rejimlerinin baskıcı karakterine hiç ses çıkarmıyor, ilginç.
Siyasal İslam sevelim sevmeyelim İslam dünyasının bir gerçeği. Elbette Siyasal İslam’a karşı fikri mücadele verilebilir, karşı çıkılabilir, tezlerine itiraz edilebilir ama onu yaratan şartlar ortadan kaldırılmadıkça Siyasal İslam var olmaya devam edecektir. Tıpkı, İslam dünyasındaki eşitsizlikler ortadan kalkmadıkça insanların sosyalist ve komünist olmaya devam edeceği gibi. ABD’nin ve diğer siyasal aktörlerin sömürgeci siyasetini sürdürdüğü, İslamofobinin normal bir vaka olarak görüldüğü, aşırı sağcılık ve yabancı düşmanlığının arttığı, İslam dünyasındaki otoriter rejimlerin baskılarını derinleştirdiği, işgallerin devam ettiği, Filistin meselesine kalıcı bir çözüm getirilemediği sürece “Siyasal İslam” da var olmaya devam edecektir.
Gelelim ikinci tutuma. Bu tutum da İslami hareketlerin ciddi bir kriz yaşadıklarını inkâr eden, sorunun bütünüyle Batılı ülkelerle onların desteklediği seküler-laik Arap rejimlerinden kaynaklandığını iddia eden ve 19. yüzyıl oryantalizminin farklı bir versiyonunu üreten bir tür “counter orientalist” (karşı-müsteşrik ya da tersinden müsteşrik) bir yaklaşımdır bu. Bu mantalite, AKP başta olmak üzere kendisini dine ve dini değerlere nispet eden herhangi bir grup ya da partiye yapılan eleştiriyi, -bu eleştiri haklı ya da haksız olsun fark etmez- Batı yanlısı ve İslam düşmanı olmakla suçlar. Zihni tamamen programlanmış olan bu yaklaşımı daha önce Fetullahçı harekette de görmüştük, farklı bir versiyonunu bugün Türkiye’de iktidara yakın çevrelerde görüyoruz. Bunlar örneğin; AKP’nin başta İsrail ve ABD’deki İslamofobik kişi ve gruplarla iş birliklerine en küçük itiraz etmezler, bu yüzden bu durum onların asıl meselesinin İslamofobiyle ilgili değil, her ne pahasına olursa olsun nemalandıkları parti ya da grupları savunma ve onların propagandası olduğunun kanıtıdır. Dolayısıyla ortada ilkeli bir tutumdan bahsedilemez. Bir şekilde elde edilen çıkar ve rantların sürdürülmesi ya da -hadi daha iyi niyetli bir yaklaşımla- İslami gördükleri yapıya ve partiye eleştiri yönelterek ona zarar vermeme, bir başka ifadeyle kol kırılır yen içinde kalır mantığıdır. Hangisinden kaynaklanırsa kaynaklansın bu çizgi sorunludur, ciddi ölçüde sıkıntılıdır.
Tamamı olmasa da çoğu İslamcının mantığı genel olarak şöyle işler: İslamcılık bu coğrafyanın kadim ve yerli ideolojisidir, dolayısıyla halklar İslamcı tezleri benimsemiyorsa bu İslamcıların kendi beceriksizlik ve yetersizliklerinden değil, daha çok Batı emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçilerinin müdahalelerinden kaynaklanır. İslamcı parti ya da hareket seçimleri kazanıp ya da -Taliban örneğinde görüldüğü gibi- silahlı olarak işbaşına geldiyse, bu zaten halkların iradesinin bir sonucudur. Ancak Fas, Tunus ve Cezayir örneklerinde olduğu gibi halk İslamcılığı istemiyorsa, hem emperyalizmin işleri karıştırması hem de laik ve baskıcı rejimlerin manipülasyonunun bir sonucudur. Kanaatimce bu iddialar bütünüyle yabana atılamaz, gerçekten emperyalizmin müdahalesi ve otoriter Arap rejimlerinin baskıcı karakteri birçok sorunun kaynağıdır ama İslamcılar iktidara geldiğinde neden bütün bu tezler bir kenara atılırken, kaybettiklerinde ise ABD ve müttefiklerine sövülmektedir? ABD, bir ülkede İslamcı hareketi desteklediğinde demokrat olurken bu tutumunu terk ettiğinde emperyalist olmaktadır. Bu ABD’ye ya da herhangi bir küresel güce yönelik bu keyfi tanımlamalar İslami hareketlerin inandırıcılığını maalesef azaltmıştır.
Gelelim İslamcılığın kadim ve tek yerli ideoloji olduğu tespitine. Bu tespit külliyen yanlıştır, zira İslamcılık öyle kadim bir ideoloji olmayıp 19. yüzyılda ortaya çıkmış oldukça modern (yeni) bir harekettir. Arap dünyasında Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh, Osmanlı’da ise Namık Kemal ve Ali Suavilerin başlattığı modern bir ideolojidir, ilk ortaya çıktığındaki ana hedefi sömürgeciliğe karşı savaşmak, çeşitli reform ve modernizasyon politikalarıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasını önlemek, mutlak yönetimlerin yetkilerini sınırlandırmak, toplumun eğitim seviyesini yükselterek toplumun daha sağlıklı modernleşmesini sağlamaktır. Bu anlamda ilk dönemiyle İslamcılık, sadece modern değil aynı zamanda modernist bir ideolojidir. Vehhabiliğin işin içine karışması, Suud faktörü, Müslüman toplumlardaki modernleşme hareketlerinin başarısızlığı vs. İslamcılığın ilk dönemdeki bu kendine özgü ve oldukça ileri hedeflerinin arka plana düşmesine ve daha sonraki süreçlerde selefi bir çizgi içerisinde eriyip oldukça sorunlu bir hale gelmesine yol açmıştır. Yerli, hatta tek yerli hareket olduğu tezi de İslamcılığa yönelik oldukça tutarlı kanıtlarla ileri sürülen enternasyonalizm meselesi dikkate alındığında son derece su götürür, Arap dünyasında ve ülkemizde İslamcılara yönelik en büyük suçlama dışardan ithal olduğu yönündedir. O yüzden yerlilik biraz kendinden menkul olmaktadır. Asıl mesele yerli olup olmama değil, ilkeli, erdemli ve insana saygılı olmak meselesidir. Kimse mafyatik bir harekete dönüşen ülkücüler kadar yerli olamaz, marifet yerli olmakta olsaydı ırkçılık, birikimsizlik, kabadayılıkla özdeşleşen ülkücülüğü tercih etmek gerekirdi. Dolayısıyla yerlicilik yönündeki iddialar da böylece çökmüş oldu.
İslamcılık içerisinde kısmen İhvan’dan etkilenen bu çizgi büyük ölçüde apolojetiktir, sürekli mazeretler üretir, tek kaygısı sahip olduğu teolojik ve politik dogmaları bir şekilde savunmaktır. Bu çizginin yansımalarını görmek bakımından Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi haber ajansı olan Anadolu Ajansı’nın Arapça sitesinde yayınlanan ve bir yazı dizisi olarak planlandığı anlaşılan, mealen “İslamcıların iktidarda bocalamasının nedenleri üzerine” şeklinde çevrilebilecek, Fas AKP’sinin seçim yenilgisini analiz eden bir yazıdaki şu ibareler oldukça çarpıcıdır:
“Hükümetin çarklarına tutunan derin devlet, hükümete katılan İslamcı partileri, kimi zaman değer ve ilkeleriyle çelişen, kimi zaman da kitleleri kışkırtarak halkın hoşuna gitmeyen kararlara bulaştırmaya çalışmıştır. Amaç popülaritesini tüketip parlamentodaki ağırlığını kaybetmesini sağlamaktır. Böylece İslamcı hareketlerin içeriğini boşaltarak kan dökmeye ve hapishaneleri doldurmaya bile gerek kalmayacak, söz konusu hareketler kendiliğinden siyasi arenadan silinecektir.”
Bu ifadeye göre İslamcılar ilkeli duruşlarına rağmen Arap rejimleri birtakım oyunlar kurgulayıp tuzaklar kurarak altını oymaya çalışmış, İslamcı partiler de bütün ilkeli ve bütünlüklü tutumlarına, karşı tarafın hile ve desiselerine direnmesine rağmen bu tuzaklara [mecburen(!)] düşmüştür. Bu mantığa göre aslında yollarından dönme ve yıllardır savundukları değerleri inkar gibi bir niyeti olmayan İslamcı hareket ve partiler, baskılara dayanamayıp sıkı sıkıya tutundukları bu ilkelerden vazgeçmek durumunda kalmışlardır.
Yukarıdaki iki paragrafta yer alan ifadeler -şayet yanlış ifade edilmiş düşünceler- ya öylesine dile getirilmiş fikirler değilse, mantık biliminin kriterleriyle bütünüyle tutarsızlık sergilemektedir ve fikrî avunmacılıktan başka bir şey değildir. Bu düşüncelerde ısrar ise artık mantık biliminin ya da doğru düşünme yöntemlerini aşarak daha çok psikanaliz ve psikiyatrinin ilgi alanına giren bir olgu olabilir.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.