Kadir Canatan: Sekülerlik Üzerine

16.10.2023

insicam.net, Kadir Canatan ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Aşağıya alıntılıyoruz. 

” Sekülerlik teorisi, sosyolojik verilere dayanarak bir adım daha ileri gidip geleceğin toplumunda da dine yer olmayacağını ve bunun yerine bilimin geçeceğini iddia etmektedir. “

Prof. Dr. Kadir Canatan ile sekülerlik üzerine konuştuk.

İstifadenize.

Değerli hocam, isterseniz sekülerliğin tarihinden söz edelim evvela. Bu düşünce ve anlayışın tarihi nerelere kadar uzanabilir? Tarihteki ilk nüveleri, tezahürleri nelerdir?

Önce kavramsal olarak laiklik ile sekülerlik kavramları arasında fark olduğunu belirtelim. Sekülerlik ile laikliğin hâlâ birbirine karıştırıldığı ülkemizde, bunlar birbirlerinin yerine geçen eş anlamlı kavramlar gibi kullanılıyor. Oysa laiklik bir siyaset bilim kavramı, sekülerlik de bir sosyoloji kavramıdır. Laiklik, siyasal alanda kilisenin geri çekilmesini ve kilise-devlet ayrılığı ilkesini ifade eder. Buna karşın sekülerlik, dinin bireysel ve toplumsal yaşamda rolünün azalmasına işaret eder. Batı dünyasında laiklik ve sekülerlik, önemli oranda eşzamanlı olarak gelişmiştir. Evet, laiklik Fransız Devrimi’yle gelmiş ve Avrupa’ya yayılmıştır, ama şunu da çok iyi biliyoruz ki her Avrupa ülkesinde laiklik farklı biçimler kazanarak kurumsallaşmıştır.

Bir başka ayrım noktası sekülerlik ile sekülerizm arasındadır. Sekülerlik, toplumsal bir süreç iken sekülerizm bir ideolojidir ve bu ideoloji dine meydan okur ve dini hayatın dışına çıkarmayı hedefler. Bu anlamda hem bir ideoloji hem de bir politikadır. Türkiye’de sekülerizm, “laikçilik” olarak ifade edilmiş ve uzun yıllar laikçiler dinî isim, sembol ve pratikleri kamusal alandan çıkarmak için bilinçli bir politika izlemişlerdir. Sekülerizm, Avrupa ülkelerinde adım adım ve kendiliğinden bir süreç olarak işlediği için bizdeki kadar saldırgan olmamıştır. Ama 2000’li yıllarda Fransa’da başörtüsüne karşı geliştirilen düşünceler kısa zamanda tüm Avrupa ülkelerinde de İslam karşıtlığını beraberinde getirmiştir. Bugün Avrupa’da sekülerizm, İslam karşıtlığı olarak karşımıza çıkmaktadır. İslam karşıtları dini sembolleri kamusal alandan uzaklaştırırken, İslami kurum ve kuruluşlara da saldırılar düzenlemektedirler. Özellikle başörtülü kadınlar ve camiler İslam karşıtı hareketlerin boy hedefi haline gelmiştir.

Gerek laiklik gerekse sekülerlik ve sekülarizm gibi kavramlar çok eski bir tarihe uzanmazlar. Hepsi de modern Batı tarihinin ürettiği türedi kavramlardır. Sekülerlik ve sekülarizm, Batı dünyasında modernleşme süreciyle başlamıştır. Batı-dışı modernleşmenin de benzer bir sonuç vermesi beklenmektedir. Özellikle gençlerin, kendi ebeveynlerine kıyasla daha modern olacağı ve dinden bağımsız bir hayatı yaşayacağı öngörülmektedir. Anne-baba ne kadar geleneksel ise çocukları da o kadar gelenek karşıtı ve modern olacaklardır! Bu beklenti nedeniyle, sözgelimi kızların başörtüsü giymesi veya erkeklerin sakal bırakması yadsınmaktadır.

Sekülerlik ve sekülerizm kavramı, Latince “saeculum” kelimesinden türemiştir ki, bu kelime “dünyevi ve geçici” anlamına gelmektedir. Bu sebeple sekülerleşme “dünyevileşme”, sekülerizm da dünyevileşmeyi amaçlayan ideoloji olarak tanımlanmaktadır. Dünyevi ve geçici anlamında “saeculum” kelimesinin karşıtı “eschaton”dur, ki bu da ezeli/kalıcı anlamına gelmektedir. Buradan hareketle sekülerliğin sürekli değişen ve güncel olana itibar etme anlamına geldiği açıktır. Nitekim sekülaristler, kendilerini değişime ve çağdaşlaşmaya önem veren kişiler olarak lanse ederler.

Sekülarizm kavramını ilk ortaya atan kişi İngiliz George Jacob Holyoake (1817-1906) adlı bir sosyalisttir. Holyoake, ütopik sosyalist Robert Owen’den ilham alan bir akademisyendir. 1841’de İngiltere’de dine ve kutsal değerlere küfürden (blasfemy) hüküm giyen son kişi olmuştur. Altı ay içerde kaldıktan sonra kendi fikirlerini anlatmak üzere sekülerizm kavramını kullanmıştır. Bu fikrini savunmak için “Reasoner” adlı bir gazete kurmuş ve hayatının sonraki bölümünü dayanışmacı felsefesini teşvik ederek geçirmiştir.   

Batı toplumları esasen İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hızla sekülerleşme sürecine girmişlerdir. Bunun göstergesi olarak kiliseye üyeliklerin azalması gösterilmektedir. Ancak bu işin görünür yüzünü ifade eder. Daha derinde kişilerin din ve dini kavramlar hakkındaki düşüncelerinin değişmesi ve farklı hayat alanlarından dini etkilerin azalmasını içerir. Mesela Avrupa ülkelerinde “Ben Hristiyan bir ailede yetiştim ama ahiret, melek ve şeytan gibi kavramlara inanmıyorum” diyen çok kimseye rastlarsınız. Din sosyologları toplumda bireyselleşmeye bağlı olarak dini inanç ve yorumların da bireyselleştiğini belirtiyorlar.

Konunun tarihine kısaca baktık. Şimdi de sekülerliğin nedenleri üzerinde dursak. Bu düşüncenin sahneye çıkışında öne çıkan sebepler nelerdir? Ne oldu da sekülerlik, sekülerleşme, insanların hayatına girdi?

Avrupa’da iki büyük devrim (Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi), siyasal ve toplumsal değişmenin ana etkeni olmuştur. Avrupa toplumlarının sekülerleşme süreci Sanayi Devrimi’nden sonra, geleneksel toplumsal yapının yerine modern toplumsal yapının geçmesiyle başlamış ve gelişmiştir. Sanayi Devrimi bu bakımdan Fransız Devrimi’nden daha etkili olmuştur. Önce siyasal alanda, sonra da toplumsal yaşamın diğer alanlarında dinin rolü giderek azalmıştır.

Ekonomi, başlangıçta “Protestan ahlak”tan destek almışsa da zamanla dinden bağımsız hale gelen ikincil bir sektör (devletten sonra) olmuştur. Bunun ardından eğitimden toplumsal ilişkiler ve tutumlara kadar din önemini giderek yitirmiştir. Gerçek bir seküler toplumdan bahsetmek için İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda meydana gelecek gelişmeleri beklemek gerekecektir. Bu tarihten sonra kilise üyeliklerine olan ilgi giderek düşmüştür. Birer birer insanlar önce kiliseden bağlarını koparmışlar ve daha sonra tüm dünyada büyük değişimlerin olduğu altmışlı yıllarda dinle olan bağlarını koparmaya yönelmişlerdir.

Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi birer kırılma noktasıdır. Ama modernleşme dediğimiz süreç, Ortaçağ sonrası dönemde rönesans ve hümanizme kadar geri gider. Bunların ardından sökün eden Reformlar ve Aydınlanma Düşüncesi de sekülerleşmeye katkı sunmuştur. Tüm bu fikir, kültür ve düşünce hareketlerinin geri planında bireyselleşme ve özerk insan anlayışı vardır. Aydınlanma insanın vesayetten kurtarılması anlamına gelmektedir. Burada vesayetle kastedilen ilk etapta din ve kilisedir, daha öte de ise Tanrı’dır.

Sekülerleşme deyince hangi isimler öne çıkar? Seküler düşüncenin kurucu isimleri kimlerdir?

Günümüzde Batı toplumlarını, dini etkiler açısından yorumlayan iki önemli teori bulunmaktadır: Sekülerlik teorisi ve soyut din teorisi. Sekülerlik teorisi, Batı toplumlarında dinin yerinin ve öneminin azaldığını ileri süren ve bunu araştırma verileriyle desteklemeye çalışan bir teoridir. Kiliseye üyelik başta olmak üzere dine olan ilgi azalmaktadır. Hristiyan olduğunu söyleyen insanların bir kısmı, Hristiyanlığın olmazsa olmaz inanç akidelerine inanmadıklarını söylemektedir. Sekülerlik teorisi, sosyolojik verilere dayanarak bir adım daha ileri gidip geleceğin toplumunda da dine yer olmayacağını ve bunun yerine bilimin geçeceğini iddia etmektedir.

Bu teorinin temsilciliğini Aydınlanmacı fundamentalistler yaparlar. Bunlar daha somut olarak ideolojik kökleri, liberalizm, özgürlükçülük ve sosyal demokrasi gibi hareketlere ve bunların da kökenleri Aydınlanma’ya kadar gider. 1789 Fransız Devrimi’nden sonra, Maximilièn Robespierre’in önderliğinde radikal bir hareket olan Jakobenler iktidara gelir. Robespierre kendi Aydınlanma yorumunu kitlelere empoze eder. Robespierre ile aynı fikirde olmayanlar (özellikle rahipler ve piskoposlar) idam edilir. 1830 ve 1848 devrimleri sırasında da günümüzde Aydınlanma köktenciliği olarak adlandırılan Jakoben hareketler yeniden yükselişe geçmişlerdir.

Büyük değişimlerin olduğu altmışlı yıllarda Amerika’da bazı din sosyologları sekülerlik tezine karşı yeni bir teori geliştirmeye başladılar. Aralarında Peter Berger, Thomas Luckmann ve Anton Zijderveld gibi sosyologların olduğu, bu bilim insanlarına göre sekülerlik teorisi, değişen din olgularını gözardı etmekte ve kurumsal din üzerinden araştırmalar yaparak modern toplumdaki yeni oluşumları örtbas etmektedir. Bu eleştirilerin ardından onlar kendi tezlerini şöyle formüle ettiler: Modern toplumda din, kurumlar üzerinden görünür olmaktan çıkmakta ve başka kılıklara girmektedir. Bir başka deyişle, din kaybolmuyor, sadece başkalaşım geçiriyor. Bu başkalaşım geçiren din, “görünmez din” (invisible religion) ya da “soyut din” (abstract religion) olarak adlandırılmaktadır.

Batı merkezli fikir ve anlayış olan sekülerlik, batı dünyasının dışına nasıl çıktı? Batı’nın kendi şartlarında ortaya çıkan bu düşünce, batı dışında nasıl karşılık buldu?

Laiklik ve sekülerizm kavramının Türkiye ve Ortadoğu dünyasında izlerini sürmek bu konuda bize bir fikir verecektir. Bu kavramlar Arapçada “el-‘almaniyye” olarak ifade edilmektedir. Bu kavram, ilk kez 1920’lerde Arap dünyasında dini ve siyasi kurumlar arasındaki ayrımı ve ‘medeni’, yani dini olmayan kanunlara duyulan ihtiyacı belirtmek için kullanılır. Ancak Arap dünyası daha önce din ve siyasetin birbiriyle nasıl ilişki kurması gerektiği sorusunu ele alıp tartışmıştır. Özellikle Tanzimat (1839-1876) reformları sırasında eğitim ve fıkıh konusu, din alimlerinin gücünün ve bilgisinin ötesinde bir şey olarak algılanmıştır. Birçok eski İslam kanunu değiştirilmiştir: Ceza olarak taşlamak ve el kesmek 1840’ta kaldırılmıştır. Bir Hristiyanın tanıklığı bir Müslümanın tanıklığıyla eşitlenmiştir; 1855’ten itibaren Hristiyanlar ve Müslümanlar eşit vatandaşlar olarak muamele görmeye başlamıştır ve Hristiyanlar yargıç olma hakkını elde etmişlerdir. Kadınlar boşanmayı kendileri başlatabiliyor ve çok eşlilik yasalarla daha da zorlaştırılmıştır. Aziz Al-Azmeh, Arap dünyasının 19. yüzyılını “pozitivizm ve sosyal darwinizm ile bağlantılı ilerleme iyimserliği”nin yüzyılı olarak adlandırmaktadır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye’deki laik devlet modeli, Arap dünyasında pek çok kişi tarafından arzu edilen model olarak görülüyor ve Atatürk’ün kendisi de birçok Arap aydını tarafından ‘Doğu’nun büyük adamı’ olarak lanse ediliyor. Atatürk, Arap dünyasının da ulaşmak istediği iki hedefe ulaşmıştı: Bağımsızlık ve güçlü bir modern ulus devlet. Din, bazı Türk aydınları tarafından muhafazakarlığın, ilerleme karşıtı düşüncenin ve az gelişmişliğin kaynağı olarak görülmüştür.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyalist ve Marksist özelliklere sahip laik bir Arap milliyetçiliği, Arap dünyasında hâkim siyasi ideoloji haline gelmiştir. Nasır’ın Baas Partisi yönetimindeki Mısır, Irak ve Suriye doğası gereği modernistti ve devlet ideolojisi olarak bu laik Arap sosyalizmine sahip çıkıyordu. Din, devlet idaresinde, entelektüel ve siyasi yaşamda marjinal bir rol oynuyordu. Irak diktatörü Saddam Hüseyin gibi insanlar bile din karşıtı görüşlerini hiç gizleme gereği duymamışlardır. 1970’lerin başında Saddam, Baas Partisini ladini, modern ve laik bir parti olarak sunduğu “Devrim ve Gelenek” kitabını yayınlamıştır.

Ülkemiz özeline gelirsek, bu coğrafyadaki sekülerleşme hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Türkiye’de ve Osmanlı’da “dinin ilerlemeye engel” olduğuna dair fikirler aydınlar arasında yer buldukça laiklik ve sekülerlik yer bulmaya başladı. Modernlik ve ilerleme, “asrileşme” adıyla ve “terakki” adıyla ifade edilmeye başladı. Osmanlı modernleşmesi ya da batılılaşması düalist bir karaktere sahipti. Yeni ve Avrupai olan şeyleri alıyor ama geleneksel kurumlara da dokunmuyordu. Cumhuriyet modernleşmesi ve Atatürk devrimleri, monist bir anlayışa yaslanarak geleneksel olan her ne varsa tasfiye etti ve bunların yerine Avrupai olanı yerleştirmeye başladı. 1937 yılında ise, laiklik, devletin değiştirilmez bir temel niteliği olarak anayasaya girmiş ve böylece Türk devleti laikliği bir siyasal hayat ilkesi olarak benimsemiş ve yaşatmıştır.

Gözden kaçırılan çok önemli bir şey var, o da diyanetin kuruluş yasasıdır ki burada devlet ve diyanet arasında bir işbölümü yapılmaktadır. 3 Mart 1924 tarihinde Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılarak yerine, 429 sayılı Kanunla, Başvekâlet bütçesine dahil ve Başvekâlete bağlı Diyanet İşleri Reisliği, bugünkü adıyla Diyanet İşleri Başkanlığı kurulur. Kuruluş yasasında Diyanet “itikat ve ibadetler”den sorumlu bir kurum olarak tanımlanırken, bunun dışındaki meseleler (“muamelat”) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin görev alanına ait kabul edilmiştir. Bu resmen dinde reform anlamına gelir. Bununla din, itikat ve ibadetten ibaret bir sisteme dönüştürülmüştür. Sonra 1965 tarihinde dinin ahlakı da içerdiği kabul edilerek yeni yasada itikat ve ibadete ahlak da eklenmiştir. Bu şu demektir: Türkiye’de Diyanet kurulduğu zaman Türkiye toplumu yukarıdan aşağıya doğru sekülerleştirilme sürecine girmiştir. Nitekim bunun akabinde birer birer Avrupai yasalar transfer edilecek ve Türkiye’de hukuk sistemi seküler bir niteliğe kavuşturulacaktır.

Bununla birlikte Türkiye’de sistem iki nedenle Avrupai anlamda laik ve seküler sayılmaz. İlk olarak Batı’da Fransız Devrimi’nden bu yana devlet ve kilise ayrılığı ilkesi, yani laiklik kabul edilirken biz de diyanet devlete bağlanarak anti-laik bir tavır, halka laiklik adıyla empoze edilmiştir. İkinci olarak Batı’da sekülerlik toplumsal bir süreç olarak gelişirken, bizde devlet ve siyaset eliyle Jakobence yukarıdan aşağıya işletilmiştir.

İki üç yüzyıldır sürekli değişim, yenileşme çaba ve gayretlerinin bizi, birey ve toplum olarak getirdiği yer neresidir?

Uzun vadede modernleşmenin tüm etkileri bizde de görülmektedir. Bir farkla ki, biz biraz gecikmeli olarak Avrupa’ya izliyoruz. Bireyselleşme, sekülerleşme, farklılaşma, kentleşme, rasyonelleşme ve şimdi de küreselleşme gibi tüm bu modernleşme süreçlerini yaşıyoruz. Merkez kapitalist ülkelerde yaşanan süreçler zamanla çevre/periferi ülkelere de yayılıyor, adeta bir göle atılan büyük bir taşın yarattığı dalgaların zamanla kenara kadar yayılması gibi.

Dini açısından bakarsak, Türkiye modernleşmesi ritüalist bir Müslümanlık yarattı. Din denilince insanların aklına birkaç ritüel geliyor (namaz, oruç, hac vs.). Daha kötüsü ritüeller gençlik aşamasında değil de yaşlılık aşamasında yapılması gereken şeyler olarak algılanıyor. Genç biri hacca giderse bu büyüklere karşı bir meydan okuma olarak görülüyor. Gençlik, hayatını yaşaması gereken bir grup olarak dinden ve dini yaptırımlardan muaf kılınıyor.

Son zamanlarda deizm ve ahlak üzerine çok tartışmalar var. Bu çok normal, çünkü seküler bir eğitim ve medyanın uzun vadeli etkisiyle gençliğin geleneksel anlayış ve normlardan uzaklaşması doğal bir gelişmedir. Gençlerin rol modelleri, kendi sosyal çevresinden birisi olmuyor, genellikle dizilerin ve spor dünyasının ünlüleri ya da sosyal medyanın tuhaf soytarıları (youtubers) oluyor. Çözülmüş bir toplum ve hiçbir geleneksel yetkenin dizginleyemediği bir birey, geldiğimiz noktada ne yazık ki budur.

Ta meşrutiyetten beri ahlak bunalıma değinen yazar olmuş. Bu günümüzde de devam ediyor ama hâlâ ciddi bir analiz ve çözüm ortada görünmüyor. Ahlaki kriz kendini ahlaki normlar ile davranışlar arasındaki büyük uçurum şeklinde gösteriyor. Fakat bu uçurum oluşmasının arkasında yatan dinamikler nelerdir, bunun kapsamlı bir analizi yapılmadı. Tekil sebeplere indirgeme çok fazla. Kimisi eğitim diyor, kimisi ekonomi diyor. Oysa ahlak komple bir toplum olayıdır. Tarihsel sebepleri yanında çağdaş dünyadan kaynaklanan dinamikleri var.

Din mensubu birinin seküler olma imkân ve ihtimali nedir? Hem mümin (bir dine inanan ve onun istek ve emirlerine göre yaşayan biri) hem de seküler olmak mümkün mü?

Hem dindar hem de seküler olmak imkânsız bir şey! Hem bağlanmak hem de bağımsız olmak nasıl aynı anda mümkün değilse, bir Müslümanın kendi dinî değer ve normlarına uyarken aynı zamanda ben bunları aslında ciddiye almıyorum demesi de mümkün değildir. Günümüzde yaşanan trajedi söylemsel olarak Müslüman olmak, eylemsel olarak ise seküler olmak şeklinde tezahür ediyor! İnandığı gibi yaşamamak, sonuçta yaşadığı gibi inanmaya sürüklüyor insanları.

Türkiye modernleşmesi anomik bir modernleşmedir. Bunu tüm yaşam alanlarında görüyoruz. Konulan hiçbir norm, süreklilik kazanmıyor, sık sık kesintilere uğruyor. Yaz-bozlar çok fazla. Dini hayatta da bu böyledir. Kimse kimseye güven duymuyor. Bugün bir şeyi eleştiren yarın aynı şeyi kendisi yapıyor. Sürekli değişimin sonucu, istikrarsızlık ve istikametsizliktir.

Eklemek istediğiniz bir şey varsa buyurun sayın hocam.

İnsanlar doğru bir teşhis ve doğru bir çözüm bekliyor. Bunu da göstermek gerek. Zaten şikâyet kültürünün çok fazla hâkim olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Aynı şeyi aydın ve entelektüel kesimlerin de yapması bizi bir çıkmaza sürükler. Seksenlerde biz bir kitap okumuştuk: Cevdet Said’in “Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları”. Bu kitaba yeniden dönmek ve değişimi toplumdan başlatmak gerekiyor. “Bir toplum kendi özünde olanı değiştirmedikçe Allah o toplumun durumunu değiştirmez.” Bu şartlı bir toplumsal bir yasadır! “Toplum kendi özünü değiştirmedikçe” toplumsal yaşamda pozitif bir değişme beklenmemelidir!

Seküler hayat biçimine ve ideolojisine karşı en etkin mücadele, inanç ve eylem (iman ve amel) arasında tutarlı olmaktır. Günümüzde seküler hayat tarzının siyaset, ekonomi ve sosyal yaşamın başka alanlarında alan kazanmış olmasının sebebi, dindar ve muhafazakâr insanların ilkesel ve tutarlı olmamalarıdır. Çoğu Müslüman imanın tek başına kurtarıcı olacağına inanmaktadır. Oysa Kur’an’da iman sözcüğünün geçtiği yerlerin hemen akabinde pratik (iyi eylemler) de anılmaktadır. İmansız bir pratik işe yaramayacağı gibi pratiği olmayan bir iman da kurtarıcı değildir.

Kısa vadede ve hemen yapılabilecek şey, ebeveyn ve çocukların birlikte vakit geçirmeleridir. Haftasonu, bayram ve tatillerde aile, çocuklarıyla birlikte vakit geçirmek üzere planlar yapmalı ve meşru şekilde eğlence ve dinlenme etkinlikleri düşünülmelidir. Tanıdık ve akrabalara düzenli ziyaretler yapılmalı ve sosyal bağlar güçlü tutulmalıdır. Çocukların başarıları mutlaka kutlanmalı ve özel günler haline getirilmelidir. 

Orta ve uzun vadede etkin çözüm, kendi değer ve normlarımıza göre kurumların inşa edilmesidir. Aile başta olmak üzere tüm toplumsal kurumlar ve pratikler kendi değer ve normlarımıza göre düzenlenmelidir. Müslümanlar dini hassasiyeti olan kişilerle ilişki kurmalı ve her alanda alternatif çözüm yolları bulmalıdırlar. Her eve mutlaka nitelikli gazete, dergi ve kitap gelmeli ve bir kitaplık oluşturulmalıdır. Çocuklarla sohbet etmek için vakit ayırmalı ve günlük hayat içinde karşılaştıkları sorunlara birlikte çözümler geliştirmelidirler. En basit ve etkin yöntem, kişinin kendini geliştirmesi, çocuğuna ve topluma model olmasıdır. 

Kıymetli cevaplarınız için çok teşekkür ediyoruz Hocam.

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir