Kemal Taylan Abatan: Sosyolog Prof. Dr. William I. Robinson ile Söyleşi

25.05.2024

Kemal Taylan Abatan, Prof. Dr. William I. Robinson ile artigercek.com’da “İsrail, Gazze halkını devasa bir açık hava toplama kampına hapseden sömürgeci bir işgal gücü” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirdi.  Aşağıya alıntılıyoruz.

Robinson: İsrail, Gazze halkını devasa bir açık hava toplama kampına hapseden sömürgeci bir işgal gücü
  
Sosyolog Prof. Dr. William I. Robinson devletlerin aldığı yeni biçimi, ‘ulus-ötesi sermaye’nin Gazze’deki soykırıma karşılık aldığı pozisyonu, sermaye ağlarının insanlığı sararken yarattığı krizi ve Türkiye’yi Artı Gerçek’e değerlendirdi.

Kemal Taylan ABATAN – Çağrı KURT


7 Ekim 2023 tarihinde Filistinli grupların İsrail’e yönelik düzenlediği Aksa Tufanı Operasyonu ve akabinde İsrail’in Gazze’ye yönelik soykırıma varan saldırısı küresel bir intifadanın başlamasına yol açtı.

Sanat dünyasından akademiye, toplumsal hareketlere kadar bu durum önemli etkiler yarattı. Kurulan dayanışma ağları, üniversite eylemleri, işçi boykotlarıyla özellikle yıllardır devletlerin baskı ve gözetleme aygıtlarının kıskacına alınmış toplulukların yeni mücadele biçimleri geliştirmesine katkı sundu.

İsrail’in apartheid rejiminin, başta ABD ve İngiltere gibi devletlerden aldığı sınırsız krediyle gelişkin bir baskı ve gözetleme devleti haline geldiği bilinen gerçeklerden.

Elbette bu durum, devletlerin aldığı yeni biçimden bağımsız değil. Küresel Polis Devleti ve Küresel Kapitalizm ve İnsanlığın Krizi kitapları yakın zamanda Türkçe’ye çevirilen, Santa Barbara’daki Kaliforniya Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde araştırmalarını sürdüren Prof. Dr. William I. Robinson devletlerin aldığı yeni biçimi, ‘ulus-ötesi sermaye’nin Gazze’deki soykırıma karşılık aldığı pozisyonu, sermaye ağlarının insanlığı sararken yarattığı krizi ve Türkiye’yi Artı Gerçek’e değerlendirdi.

williamrobinson.png

Bildiğiniz gibi 7 Ekim sonrası yaşanan savaşta İsrail’in uyguladığı soykırım tüm dünyada yoğun tepkilere neden oldu. Küresel ölçekteki tepkileri devletler ve toplumsal hareketler cephelerinden değerlendirebilir misiniz?

Dünyadaki çoğu devletin İsrail’in yanında yer aldığını düşünmüyorum. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda temsil edilen hükümetlerin çoğunluğu Ekim 2023’ten bu yana Filistin’in BM’ye tam üye olması, Gazze’de ateşkes sağlanması ve devletlerin Filistinlilerin zorla nakledilmesini engellemesi çağrısında bulunan kararlar lehinde oy kullandı. Dünya çapında pek çok hükümet soykırımı kınadı ve son sayıma göre İsrail’i soykırımla suçlayan Uluslararası Adalet Divanı’ndaki Güney Afrika davasına katılan birkaç düzine hükümet vardı. İsrail ile ilişkilerini 1980 yılında normalleştiren ve Filistin özgürlük mücadelesinin dostu olmayan Mısır bile Güney Afrika davasını destekleme niyetini beyan etmiştir.

Ancak dünyanın dört bir yanındaki hükümetler çok daha fazlasını yapabilir ve yapmalıdır. Sadece birkaç devlet İsrail ile diplomatik ilişkilerini kesti. Çin soykırımı desteklemiyor ama İsrail’e meydan okumak ve Filistinlilere yardım etmek için de pek bir şey yapmıyor. Hindistan elbette soykırımı destekliyor, çünkü onun hükümeti de proto-faşist baskıya ve Müslüman azınlığa zulme dayanıyor, dolayısıyla İsrail modeli onun için cazip.

Başta ABD olmak üzere Almanya ve İngiltere gibi Batılı devletlerin İsrail’e sürekli destek verdikleri tamamen doğrudur. Soykırımın suç ortağıdırlar. Gerçekten de bunu bir İsrail-ABD soykırımı olarak değerlendirmek zorundayız. Bu hiç de şaşırtıcı değil. Amerika Birleşik Devletleri, İsrail rejiminin başlıca destekçisidir. On yıllardır Siyonist rejime durmaksızın askeri ve ekonomik yardımda bulunmuş, siyasi ve diplomatik destek sağlamıştır. Siyonist proje tamamen bu ABD sponsorluğuna bağlıdır.

Buradaki daha büyük hikâye ise İsrail’in kelimenin tam anlamıyla Batı kapitalizmi tarafından yaratılmış olmasıdır. İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu parçalanırken 1916-1920 yılları arasında Filistin’i sömürgeleştirdi ve ardından 1948’de Siyonistlere devretti. Bunu, bölgenin dekolonizasyon yaşadığı ve Arap milliyetçiliği ile sosyalizminin yükselişe geçtiği bir dönemde, dünya kapitalizminin Ortadoğu’ya nüfuz etmesi ve kontrolü için bir platform ve ileri karakol kurma stratejisi olarak yaptı.

Batı’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu stratejisinin bir parçası İsrail’i desteklemek, diğer parçası ise bölgedeki uluslararası kapitalist ekonomik ve jeopolitik çıkarlardan pay alacak, bunları savunacak ve Arap kitleler üzerinde sıkı bir kontrol sağlayacak muhafazakâr Arap rejimlerini desteklemekti.

İsrail’in soykırımı dünya kamuoyunu şok etti ve öfkelendirdi. Sinir uçlarına dokundu. Filistin ile dayanışma için küresel bir intifada yaşanıyor. Bu tarihi bir dönüm noktasıdır. Dünya artık Siyonist projenin ne olduğunu, yenilgiye uğratılmadığı takdirde faşizm ve soykırımla sonuçlanabilecek bir proje olduğunu görüyor. Ancak dünya çapındaki toplumsal hareketler ve halklar arasındaki öfke daha büyük bir şeye, daha derin bir krize batan küresel kapitalizmin çelişkilerinin hızlanmasına işaret ediyor.

Filistinlilerin kötü durumunda, böylelikle kendi kötü durumumuzu da görüyoruz, kendi kaderimiz Filistinlilerin kaderine bağlı. Dünyanın dört bir yanında statükoya karşı kitlesel hoşnutsuzluk yaşanmaktaydı ve şimdi kaynama noktasına ulaşıyor. İsrail soykırımı bu fitili ateşledi.

Büyük resimde soykırım, küresel kapitalizmin krizine bir yanıttır. Egemen gruplar kitlesel ayaklanmalardan korkuyor. Bunun için hazırlık yapıyorlar. Batı ülkelerinde Filistin dayanışmasının kriminalize edilmesi, kitlesel baskı için bir kostümlü provadır. Amerika Birleşik Devletleri’nde yerel ve eyalet yönetimleri tarafından mülke zarar verme, sokakları kapatma ya da kamu arazilerini işgal etme gibi protesto eylemlerini terör eylemi haline getirecek 300 kadar yasa çıkarıldı. Bu, barışçıl muhalefeti kriminalize etmenin aşırı bir seviyesidir ve Filistin ile dayanışmanın yanı sıra acil iklim durumu, ırkçılık ve göçmenlere yönelik zulüm gibi çok çeşitli sosyal ve ekonomik adaletsizliklere ve diğer kapitalist patolojilere karşı artan halk protestolarına doğrudan bir yanıttır.

7 Ekim’de Filistinli gruplar (özellikle Hamas) tarafından İsrail yerleşimlerine karşı düzenlenen Aksa Tufanı Operasyonu sırasında kaydedilen görüntüler tartışmalara neden oldu. Bazıları şiddet karşısında dehşete düşerken, bazıları da Filistinlilerin İsrail’in apartheid duvarlarına karşı eylemini mazlum bir ulusun meşru bir şiddet eylemi olarak gördü. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Her şeyden önce 7 Ekim olaylarına ilişkin tarafsız bir uluslararası soruşturma yürütülmelidir. Tüm detayları hiçbir zaman öğrenemeyebiliriz. Ancak bildiğimiz bir şey varsa o da İsrail hükümetinin Hamas saldırısının hemen ardından, ABD ve İsrail’in diğer Batılı destekçileri tarafından sistematik bir şekilde desteklenen, iyi planlanmış bir propaganda kampanyası başlattığı ve bu kampanyada kırk bebeğin Hamas tarafından kafalarının kesildiği yalanı da dahil olmak üzere bir dizi yalan ve doğrulanmamış iddia ortaya attığıdır.

Başkan Biden’ın 7 Ekim’de dünyanın önünde kafaları kesilmiş bebeklerin fotoğraflarını bizzat gördüğünü açıklaması gerçekten iğrençti. ABD Başkanı dünya kameraları önünde yalan söyledi, aslında böyle bir fotoğraf yoktu. İsrail’in, kadınlara toplu tecavüz edildiği iddiası da artık çürütülmüştür. İsrail bu saldırıyı bir anti-semitizm eylemi olarak sundu. Ancak saldırı, kurbanlar Yahudi olduğu için değil, İsrail Gazze halkını devasa bir açık hava toplama kampına hapseden sömürgeci bir işgal gücü olduğu için gerçekleştirildi.

Aksa Tufanı Operasyonu’nda sivillerin hedef alınmış olmasını kınayabiliriz. Bu, savaşın yürütülmesine ilişkin uluslararası hukuk uyarınca bir savaş suçudur. Belirli bir savaş suçunu ve içerdiği vahşeti kınayabilir ve yine de Filistinlilerin silahlı savunma hakkı da dahil olmak üzere kendilerini savunma hakkını tanıyabiliriz. İsrail ve ABD’nin ‘İsrail’in kendini savunma hakkı vardır’ şeklinde bir propaganda sloganı var. Ancak bu yanlıştır. İsrail yasadışı ırkçı bir apartheid devletidir.

Güney Afrika apartheid devletinin kendini savunma hakkı olduğunu söyleyemezdik. İsrail ‘kendini savunarak’ apartheid, sömürgecilik, işgal, baskı, etnik temizlik ve Filistinlilerin insan haklarının kitlesel ve sürekli ihlallerini savunuyor. İsrail kanun dışı bir devlettir. Yasa dışı bir devlet kendini savunma hakkını talep edemez. Ancak daha da önemlisi, uluslararası hukuk devletlerin kendilerini dış saldırılara karşı savunma hakkını kabul eder. Oysa Filistinliler dışarıdan gelmediler. Onlar kendi vatanlarında! Bu bir devletin diğerine karşı saldırganlığı olmaması sebebiyle devletlerin kendilerini savunma hakkına ilişkin uluslararası hukuk geçerli değildir.

ABD’nin İsrail’e verdiği desteğin bir sonucu olarak Columbia Üniversitesi’nde başlayan protestolar neredeyse tüm üniversitelere yayıldı ve birçok protestocu gözaltına alındı. Truthout‘ta yayınlanan makalenizde Amerikalı bir akademisyen olarak geçmişte İsrail tarafından zulme uğradığınızı belirttiniz. Peki 7 Ekim sonrasında özellikle ABD ve Avrupa’daki İsrail yanlısı baskılar protesto hakkını ve ifade özgürlüğünü nasıl etkiledi?

ABD ve Avrupa’da Filistin dayanışmasına yönelik baskı dalgasının eşi benzeri görülmedi ve yine bu baskılar Filistin’le dayanışmaya yönelik eşi benzeri görülmemiş dalgaya doğrudan bir yanıttır. Siyonizm’in hegemonyası -ki çok açık olmalıyız ki ırkçı, sömürgeci ve proto-faşist bir siyasi projedir- çatırdamaya başladı. Şu anda Yahudi Amerikalıların üçte biri soykırıma karşı çıkıyor ve kendilerini Siyonizm ile özdeşleştirmiyor. Bu oran özellikle genç Yahudiler arasında giderek artıyor.

İsrail askeri savaş alanını kontrol ediyor. Filistinlilerin İsrail’e karşı silahlı bir zafer elde etmesi imkansız. Ancak İsrail siyasi meşruiyet için verdiği küresel mücadeleyi çoktan kaybetti. Baskının bu kadar şiddetli olmasının nedeni de budur. Burada, ABD’de, üniversite kampüslerimizde ve toplumun genelinde ABD anayasasının askıya alındığını gördük. İfade özgürlüğü ve barışçıl bir şekilde toplanma hakkı gibi anayasal haklara sahibiz ancak bu haklar baskılar nedeniyle yırtılıp atıldı. Barışçıl öğrenci protestocuları devletin vahşi siyasi ve askeri baskısıyla karşılaştı.

Ancak burada daha büyük bir hikaye var. Kampüslerimizdeki ve kampüs dışındaki baskılar neden bu kadar yoğun? Çünkü protestolarımız ulus-ötesi kapitalist sınıfın çıkarlarına, askeri-endüstriyel-güvenlik-istihbarat kompleksine ve ABD dış politikasına doğrudan bir tehdit oluşturuyor. Kapitalist üniversite-sanayi kompleksinin yükselişine tanık oluyoruz. Üniversitelerimiz giderek kapitalist devletin uzantıları haline geliyor.

ABD hükümeti ve ordusu araştırma üniversitelerinde giderek daha büyük bir varlık gösteriyor. Üniversiteler artık ulus-ötesi şirket sermayesi için bir beyin takımı olarak hizmet veriyor. Şirketler araştırma ve geliştirme faaliyetlerini üniversitelere yaptırıyor. İlaç şirketleri, kimya ve biyoloji bölümlerini, daha sonra ilaç üretmek ve pazarlamak için kullanılacak araştırmaları yapmak üzere finanse ediyor. Dev teknoloji şirketleri de aynı şeyi bilgisayar mühendisliği ve fizik bölümleri için yapıyor.

Askeri-endüstriyel-güvenlik-istihbarat kompleksi tüm bunlarla bağlantılı. Pek çok üniversite, ordu, güvenlik ve istihbarat teşkilatları da dahil olmak üzere devlet kurumları tarafından yutuldu. Kapitalist devlet, şirketler ve üniversiteleri içeren üçlü bir füzyon söz konusu. Kendi kampüsüm olan Santa Barbara’daki California Üniversitesi Northup Grumman, Raytheon, General Dynamics, Caterpillar ve benzerlerinden milyonlarca dolarlık fon alıyor. Bunlar soykırımın desteklenmesinde ABD politikalarıyla birlikte çalışan şirketler. İsrail’e büyük yatırımlar yapıyorlar ve İsrail ordusuna tedarik sağlıyorlar.

Neoliberalizmin son birkaç on yılı boyunca devlet üniversitelerimizin fonları kesildi. Üniversiteler kamu fonları yerine öğrencilerin ödedikleri harçlarla finanse ediliyor, ki bu harçlar hızla yükseliyor ve öğrencileri mezun olduktan sonra onlarca yıl sürecek bir borç tuzağının içine atıyor. Ancak belki de daha önemlisi, üniversiteler kurumsal ve bireysel bağışçılar tarafından finanse ediliyor. Şimdi multimilyoner ve milyarder bağışçıların çoğunun Siyonist ve İsrail sempatizanı olduğu ortaya çıktı. Üniversite yöneticileri protestoları bastırmazlarsa bağışlarını geri çekmekle tehdit ediyorlar. Yani yöneticiler şirketlerin ve kapitalist devletin emirlerini yerine getiriyorlar.

Otoriter bir üniversiteyle karşı karşıyayız. Üniversitelerimizin şirketlerce sömürgeleştirilmesine tanık oluyoruz. Burası artık özerk bir alan değil. Artık sermayenin ve kapitalist devletin bir alanı. Öğrenci ve öğretim üyesi protestoları, üniversitelerimizin İsrail ile iş yapan şirketlerden el çekmesini talep ediyor. İsrail’e karşı Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi, Yaptırım (BDS hareketi olarak bilinir) çağrısında bulunuyoruz. Bu talep ulus-ötesi kapitalist devletin ve ABD askeri, güvenlik ve dış politika aygıtlarının çıkarlarına doğrudan bir tehdittir. Baskının bu kadar şiddetli olmasının nedeni de budur.

Size bir örnek vermek gerekirse, Palantir, Kaliforniya’daki Silikon Vadisi merkezli milyarlarca dolarlık bir yüksek teknoloji şirketidir. Ocak ayında İsrail Savunma Bakanlığı ile İsrail Savunma Kuvvetleri’yle yapay zeka ve diğer dijital teknolojileri tedarik etmek üzere bir anlaşma imzaladı. Bildiğimiz gibi soykırım bu teknoloji aracılığıyla yürütülüyor. Bu şirket soykırımdan milyonlarca dolar kâr elde ediyor. Şirketin CEO’su Alex Karp, Mayıs ayının başlarında verdiği bir röportajda şunları söyledi: ‘Üniversite kampüslerindeki protestolar bir yan gösteri değil. Onlar gösterinin ta kendisidir. Eğer entelektüel savaşı kaybedersek, Batı’da hiçbir orduyu konuşlandıramayız, asla.’ Bu bağlantıları anladığımızda, üniversitelerimizin neden kitlesel baskı uygulamak için militarize polis çağırdığını da anlamaya başlarız.

Gazze’deki soykırımın küresel siyaset açısından yeni bir sürece işaret ettiği yorumları yapılıyor. Sizce bir soykırım çağına mı girdik? Küresel kapitalist sistem için nasıl bir gelecek öngörüyorsunuz?

Kapitalist küreselleşmenin son yarım yüzyılı, dünya kapitalizminin çok derin ve süregelen bir yeniden yapılanmasını ve dönüşümünü içeriyor. Artık insanlığın, kovulanların, marjinalleştirilenlerin ve fazlalık haline getirilenlerin safları şişti ve şimdi yaklaşık iki milyar insanı buluyor. Sermayenin bu insan kitlesine ihtiyacı yok.

Dahası, küresel işçi sınıfları arasında iş sahibi olanlar, neoliberal kemer sıkma politikalarıyla yüzleşirken aynı zamanda giderek daha fazla güvencesizlikle, istikrarsız ve güvencesiz çalışmanın yeni biçimleriyle karşı karşıya kalmaktadır. Dünya çapındaki eşitsizlik düzeyi daha önce görülmemiş boyutlarda. Şu anda insanlığın yüzde biri dünya servetinin yüzde 52’sini, yüzde 20’si ise bu servetin yüzde 95’ini kontrol ediyor. Bu da insanlığın yüzde 80’inin dünya servetinin sadece yüzde 5’i ile yetinmek zorunda olduğu anlamına geliyor.

Artık insanlık ve hatta iş bulabilenler bile bir hayatta kalma kriziyle, sosyal parçalanmayla karşı karşıya. Bütün bölgeler, hatta bütün ülkeler çöküyor ve insanlar hareket halinde. Bu durum egemen sınıfları korkutuyor. Artık insanlığın fiili ve potansiyel isyanından korkuyorlar. Egemen sınıflar, yeni kitlesel sosyal kontrol ve baskı sistemleri geliştirme ve yaygınlaştırma ihtiyacıyla karşı karşıyadır.

Filistin nüfusu, özellikle de Gazze nüfusu insanlığın fazlasıdır. Siyonistlerin kurtulmak istedikleri Filistinliler sorununu ‘çözmek’ için uyguladıkları etnik temizlik projesi bir yana bırakılsa bile, Filistinli insan fazlalığı ulus-ötesi sermayenin işine yaramaz. Öyle ki Filistinliler, Gazze üzerinden Akdeniz kıyı şeridindeki doğal gaz ve petrol zenginliklerine ulus-ötesi kapitalist erişimin önünde duruyor. Gazze, ulus-ötesi yatırımcılar için birinci sınıf sahil emlakıdır. Düpedüz soykırım anlamına gelen ‘Gazze seçeneği’, egemen grupların artık insanlık sorununu nasıl çözmeyi tercih edebileceklerine dair kâbus gibi bir deneydir.

Egemen sınıfın kontrol yöntemlerinde yeni (fakat oldukça radikal) bir aşamaya tanık oluyoruz. Dünya çapında süper-maksimum hapishane coğrafyaları olarak adlandırabileceğimiz şeylerin yaratıldığını görüyoruz. Gazze bunun modelidir. Filistin proletaryasının fazlalıklarını ve tek kullanımlıklarını hapseden dev bir açık hava toplama kampı. Ancak bu durum dünyanın dört bir yanında gerçekleşiyor.

Geçen yıl El Salvador, neredeyse tamamı genç işsiz ve yoksul ihtiyaç fazlası insanlardan oluşan kırk bin mahkumu barındıran bir süper-maksimum hapishane açtı. Bu cezaevinin açılmasının ardından Brezilya, Çin, Tayland ve diğer ülkeler de benzer planlarını açıkladılar. Tayland’dakinin altmış bin kişiyi barındıracağı iddia ediliyor. Dolayısıyla, mülksüzleştirilmiş insanlık kitlesi üzerinde yeni mekânsal kontrol ve süper-maksimum hapsetme biçimlerinin ve bu ‘küresel polis devleti’ni meşrulaştırmak ve geliştirmek için otoriter, diktatöryal ve hatta faşist sistemlerin yükselişine tanık oluyoruz. Küresel kapitalizmin krizi derinleştikçe imha, sistem için bir seçenek haline gelmektedir. Filistin’de söz konusu olan da budur.

Ancak belirtmem gereken başka bir şey daha var. Küresel kapitalizm yapısal bir aşırı birikim kriziyle karşı karşıya. Ulus-ötesi kapitalist sınıf müstehcen miktarlarda servet biriktirdi ve sermayelerini kârlı bir şekilde yeniden yatırıma dönüştürecekleri alanlar tükeniyor. Militarize birikim ve baskı yoluyla birikim olarak adlandırdığım yöntemlere giderek daha fazla bel bağlıyorlar. Ulus-ötesi kitlesel sosyal kontrol, baskı ve savaş sistemleri, artığa yatırım yapmak ve büyük kârlar elde etmek için çok kârlı çıkışlar haline geliyor. Küresel polis devleti çok kazançlı. Rusya-Ukrayna Savaşı, Ukrayna ve Rusya halkları için birer trajedi. Dünya halkları için de bir trajedi. Ancak ulus-ötesi kapitalist sınıf için bir nimet, adeta bir talihkuşudur. ABD’deki başlıca askeri şirketlerin danışmanlarından birinin, Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesinin ardından ‘Mutlu günler yeniden burada’ demesinin ve İsrail’in Gazze’ye yönelik soykırımını başlatmasının ardından, İsrail’e büyük yatırımlar yapan küresel finans holdingi Goldman Sachs’ın bir yöneticisinin ‘Bu portföyümüz için harika’ demesinin nedeni budur.

Türkiye bir Ortadoğu ülkesi olarak 7 Ekim sonrası durumdan doğrudan etkilenen ülkelerden biri. Cumhurbaşkanı Erdoğan İsrail’i en üst düzeyde eleştirdi, öte yandan Türkiye ile İsrail arasındaki ticaretin gazetecilik faaliyetleri sonucu aslında kesintisiz devam ettiği ortaya çıktı. İslamcı gelenekten gelenler tarafından yönetilen Türkiye’nin bu çelişkili pozisyonlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’nin bu çelişkili pozisyonları Ortadoğu’daki diğer ülkelerde de mevcut. Türk sermaye sınıfı ve yönetici siyasi elit, İsrailli yöneticilerle, Körfez ve diğer kapitalist devletlerin yönetici sınıflarıyla ortak sınıf çıkarlarını paylaşıyor. Türkiye ve Ortadoğu 1990’lardan itibaren küreselleştikçe, İsrail ve Arap sermayesi arasında ve bölge dışı ulus-ötesi sermaye de dahil olmak üzere bölge genelinde çok önemli bir sermaye bütünleşmesi yaşandı. Burada siyasi ve ekonomik olan senkronize değil. Türk yöneticilerin, İsrailli yöneticilerin ve Körfez yöneticilerinin ekonomik çıkarları aynıdır. Filistin konusundaki siyasi farklılıkları gölgede bırakan ortak sınıf çıkarları var. İsrail’in Filistinlilere uyguladığı baskı onlar için sadece bir utanç kaynağı.

İsrail ve Suudi Arabistan’ın geçtiğimiz sonbaharda ilişkileri normalleştirmeye hazırlandığını hatırlayın. Hamas saldırısı ve şimdi de soykırım bu planların önüne geçmeseydi bunu yapacaklardı. İsrail-Suudi normalleşmesinin, geniş Ortadoğu bölgesini finans ve bankacılık, turizm, enerji, inşaat, sanayi, yüksek teknoloji, lüks tüketim ve benzeri alanlarda devasa yeni bir yatırım ve ulus-ötesi sermaye birikimi turuna açan son nokta olması gerekiyordu.

Arap rejimlerinin karşı karşıya olduğu sorun, Arap işçi ve yoksul halk kitlelerinin de huzursuz olması ve kendilerini Filistin mücadelesinin içinde görmeleridir. Bu devletler kendi halkları arasında meşruiyetlerini sürdürmek zorundalar, bu yüzden Filistinlileri önemsiyormuş gibi yapıyorlar. Türkiye özelinde, Erdoğan rejiminin meşrulaştırıcı söylemi İslamcılığa yönelmek oldu. Erdoğan, İsrail’le ticareti ve çapraz yatırımları genişleterek elde ettiği ekonomik ve sınıfsal çıkarlarla içeride geniş halk kitleleri nezdindeki siyasi meşruiyeti arasında ince bir ip üzerinde yürümek zorunda.

Unutmayın, Erdoğan son seçimlerde önemli bir siyasi sermaye ve nüfuz kaybetti, bu yüzden, genel anlamıyla rejimin meşruiyeti ve iktidarı erozyona uğramakla karşı karşıya. Dolayısıyla İsrail’i eleştirmek meşruiyetini korumak için siyasi bir gereklilik. Aynı şey Mısır için de geçerli. Her iki devlet de İsrail’i eleştirmezlerse Filistin’le kitlesel halk dayanışmasının bu rejimlere karşı kitlesel bir harekete katkıda bulunacağından korkuyor.

robinson-kitap.png

‘Küresel Polis Devleti’ ve Küresel Kapitalizm ve İnsanlığın Krizi’ adlı kitaplarınız yakın zamanda Türkçe’ye çevrildi. Türkiye’de, özellikle son 10 yıldır, başta Kürt hareketi olmak üzere tüm sosyo-politik mücadele alanlarına zora dayalı bir tahakküm uygulanıyor. Türkiyeli okurlarınıza ve hükümete muhalif olan kesimlere ne mesaj vermek istersiniz?

Başınızı belaya sokmak istemem, çünkü sansür ve baskıyla karşı karşıya olduğunuzu biliyorum. Ancak Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde rızaya dayalı tahakküm mekanizmaları yıkılıyor. Otoriterlik, diktatörlük ve hatta düpedüz faşizm gibi zorlayıcı sosyal kontrol sistemlerine doğru ilerliyoruz, ancak burada 20. yüzyıl faşizminden farklı olan 21. yüzyıl faşizminden bahsediyoruz. Türk devletinin sivil topluma yayılması, kitlesel güvensizlik ve endişeyi manipüle eden yeni siyasi ve kültürel meşrulaştırma biçimlerini de içeren baskıyı tırmandırması, önceki cevaplarda da tartışmakta olduğum gibi, dünya çapındaki daha geniş durumu yansıtmaktadır.

Küresel polis devleti Türkiye’de konsolide oluyor. Ancak, Türkiye’ye özgü çelişkili özellikler de söz konusudur: Neoliberalizmi derinleştirmeyi ve sermayenin kısıtlamalardan kurtulmasını amaçlayan ekonomik program, Türk devletinin ve dış politikasının yardımına ihtiyaç duyan Türkiye merkezli sermayeyi uluslararasılaştırması, bunlara eşlik eden, gizemli ve muhafazakâr bir İslamcı siyasi ve ideolojik program. Ayrıca, burada değinemeyeceğim önemli bir jeopolitik mesele de var.

Kürt hareketine gelince, Kürtlerin, son yıllarda Türkiye’ye akın eden Suriyeli ve diğer mültecilerin birçoğuyla birlikte, Türkçülüğe özgü ekonomi-politiğin en alt ve en marjinal basamaklarında yer aldığını biliyoruz. Kürtlerin mücadelesi -öznel olarak olmasa da nesnel olarak- aslında tüm Türk proletaryasının ve halk sınıflarının mücadelesi. Türkiye’nin demokratikleşmesi, Kürtlerin tarihsel olarak maruz kaldıkları baskıdan kurtulmalarından geçiyor. Abdullah Öcalan serbest bırakılmalıdır! Onun fikirleri ve siyasi liderliği sadece Kürtler için değil, tüm Türk yoksulları ve emekçileri için önemli. Umarım bunu söyleyerek başınızı belaya sokmam.

 

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.