26.02.2021
Kazım Gündoğan, artigercek.com’da “Kayıp İnsan Öyküleri ve Tarih Yazımı: Müslümanlaş(tırıl)mış Rumlar ve Mübadele” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Söyleşi: Mert Kaya (Sosyolog, Yazar)
Söyleşen: Kazım Gündoğan (Araştırmacı, Yazar)
“1919-1925 yılları arasında Anadolu Rumlarının Müslümanlaştırılması Üzerine Bir Bellek Çalışması.” Başlığıyla bir tez hazırladın. Devamında bunu “Müslümanlaş(tırıl)mış Rumlar: Bir Bellek Anlatısı” ismiyle kitaplaştırdın. Bu konuyu çalışmaya karar verirken nasıl bir motivasyona sahiptin? Ve kısaca kitabın içeriğinden bahsedebilir misin?
Kendi aile hikayemden hareketle böyle bir tez çalışması yapıyor olmaktan dolayı motivasyonum oldukça yüksekti. Öncelikle bunu belirtmeliyim. Bir nevi sanki arkeolojik bir kazı ya da tozlu raflardan kitap seçmek gibiydi. Bilinmeyeni, çalışılmayanı, görülmeyeni çalışmak, açığa çıkarmak, sahanın sesini aktarmak motivasyonumu hep yüksek tuttu. Bütün bunlardan ziyade, yalnız olmadığımı görmek de etkiliydi. Anlatma ihtiyacını duymak, elimden gelen neyse, kendi üzerime düşen neyse onu yapabilmek beni diri tuttu diyebilirim. 2017 yılında tezimi tamamladım. Kendi aile hikayem dahil Türkiye’den toplam 6 hikaye vardı tezimde. Daha fazlaydı aslında ama haklı gerekçelerle hikayelerini çekmek isteyenler oldu. Yunanistan’dan 4 “kalma” hikayesi de mevcut. Yapılan görüşmelerle bir sözlü tarih çalışması çıktı ortaya. Öğrenme süreçleri, yüzleşme süreçleri irdelendi ve aynı zamanda Miroslav Hroch’un “milli uyanış” mantığına ne derece uyup uymadığı gözlendi. 2019 yılında Libra Yayınlarından Rıfat Bali bana ulaştı ve tezim kitap olarak basıldı. Mübadele sonrası kalanlarla ilgili olarak yapılan çalışmanın böylece daha fazla kitleye ulaşması sağlanmış oldu.
Her düşünce ve davranışın bir tarihsel arka planı var görüşünden hareketle Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiye’sinde “Rum Sorunu” nedir? Türk İslam toplumun da “Rum” kimdir? Toplumsal yaşamda nasıl hatırlanır veya nasıl bilinir Rumlar?
Ben tarihçi değilim. Elbette mübadele dönemi öncesi ve sonrası yaşananları incelerden 19. Yüzyıla kadar gitmek zorunda kalıyorsunuz. Bu durumda Osmanlı için temel bir “Rum Sorunu”ndan bahsetmek pek doğru olmayabilir. Bunun nüvelerini daha çok Cumhuriyet döneminde görüyoruz. Osmanlı döneminde millet sistemi içinde gayrimüslimlerin yaşadıkları çerçevesinde farklı bir durumun olmadığını söylemek gerekir. Elbette yaşanan belirli spesifik durumların olduğunu da eklemek gerekir. Örneğin Islahat sonrası din değiştirme meselelerinde Stavriotların durumları tek başına bir problem olarak ele alınabilir. Tüm bunlara rağmen “millet-i mahkume” olarak nitelendirilen bir gayrimüslim çerçeve olduğunu ve Rumları da orada değerlendirmek daha doğrudur. Rumluk meselesi ve tanımı da tartışılagelen bir meseledir. Genel olarak Doğu Roma’nın zamanla Helenleşen halkına vurgu yapılır. Ortodoks bir halktır. Cumhuriyet dönemi, özellikle Kurtuluş Savaşı’nda temel “öteki” konumunda Rumlar vardır. 1. Dünya Savaşı sırasında savaşılan büyük devletlerden ziyade Cumhuriyet döneminin düşmanı ilan edilirler Yunanistan dolayısıyla ve bugüne kadar söylem devam etmiştir. Rumları genelde zengin kişiler, Rum kadınları “hafifmeşrep” ve Türk Aile yapısına uygun olmayan kadınlar olarak, yaşlı erkekleri meyhane sahipleri şeklinde gösteren bir çok film vardır. Batı Anadolu’da yoğun bulunan Balkan göçmeni aileler içerisinde Rumlar hakkında “ideolojik söylemler” dışında gündelik hayata dair kötü şey duymak zordur. Birlikte geçirilen zamanlar ve paylaşılan ortak kültür iyi hatırlanır. Bunu da belirtmek gerekir. Aynı zamanda Türklük inşa sürecinin temel ötekisi sayıldıklarından, ideolojik manada düşmanlık devam eder. Rumlar, ülkeyi ellerinden kurtardığımız bir şeytan figüre dönüştürülmüştür.
19 Mayıs 1919 Rum Soykırımının yıl dönümü olarak anılmaktadır. Devamında, özellikle 9 Eylül 1922 İzmir’in yakılması, 1923-24 mübadele ile 1.200.000 Ortodoks Hıristiyan Rum Anadolu’dan Yunanistan’a, 500. 000 Müslüman Türk de Yunanistan’dan Türkiye’ye göç ettirilmiş. Mübadele olarak bildiğimiz bu politika sonucu Hıristiyan Rumların Anadolu’dan, Müslümanların ise Yunanistan’dan temizlenmesi fikrinin kaynakları nelerdir ve nasıl gerçekleştirildi?
Aslında fikir ortaktır. Ulus-devlet inşalarının temelinde gördüğümüz bir Alman anlayışı olan “volkgeist” yani milletin ruhu-özü olarak tanımlayabileceğimiz bu kavram fikrin kaynağıdır diyebiliriz. Türkiye için sünni-türk profilin hakim olduğu bir ülke inşası düşünülürken, Yunanistan için Ortodoks-Yunan kimliğinin geliştirilmesi için, karşılıklı bir anlaşma olduğu belirtilebilir. Zira mübadillerle görüştüğünüzde sadece Mustafa Kemal’e değil, Venizelos’a da isyan edildiğini görürsünüz. Dine dayalı bu karşılıklı anlaşmada zarar gören milyonlarca insan olmuş, travmalar nesilden nesile aktarılmıştır. Lozan Barış Anlaşması ile alınan kararlar doğrultusunda mübadele gerçekleşti. Gökçeada-Bozcada ve İstanbul Rumları ile Trakya bölgesinde yaşayan Müslüman Türkler bu mübadelenin dışında bırakıldı.
Bu alanda önemli akademik çalışmalar yapan bir sosyolog olarak senin ve ailenin üzerinden konuya devem edersek; neyin izini sürdün ve neler buldun? Ailenin öyküsünü ve senin yolculuğunu öğrenmek isteriz.
10 yaşındaydım, aile büyüklerimden biri Yunanistan’a gitti. Turistik gezi olduğu söylenmişti. Döndükleri gün herkesi eve çağırdılar ve çocukları odadan çıkardılar. Sonra ağlama sesleri gelince merakla odaya girdik. Ekranda bir amca, kırık bir türkçe ile herkese selam söylüyor el sallıyordu. Odadaki herkes ağlıyordu. Anneanneme gidip kim diye sordum, “amcam” dedi. Niye Yunanistan’da peki? Doğru yanıtları veremediler. Savaşta kaçırdılar dendi. Yunan askerleri kaçırmış, Hristiyan yapmış büyük amcamızı. Hikaye pek inandırıcı gelmedi ama 10 yaşındaydım. Yıllar geçti, tarihe olan ilgim arttı. Ailem aslında Bitlis’ten İzmir’e göç etmişti. Peki Bitlis’te Yunan askerinin ne işi vardı? Sorgulamalarım devam etti, artık cevaplar da değişti. “Bilmiyoruz” demeye başladılar. Üniversiteye geldiğimde verilen bilgilerin doğru olmadığına emindim. Daha fazla araştırdım, zamanında Yunanistan’a giden teyzeme daha fazla soru sormaya başladım. En sonunda aradı beni, “her şeyi anlatacağım, çünkü ben de ulaşamıyorum, sen bul onları” dedi.
Büyük dedem İshak, kardeşi Ioannis, küçük kardeşleri Victoria ve anneleri Anastasia, 4 kişilik bir aile. Samsun Vezirköprü ilçesine bağlı Aydoğdu köyünde yaşarlarmış. Babaları genç yaşta vefat etmiş. Mübadele kararı çıkınca aileye bildirmişler. Tüm köy gitmeye hazırlanırken Bafra limanının kalabalık olduğu, dolayısıyla bazı ailelerinde doğuya doğru sürgün edilmesi kararı verildiğini öğrenmişler ve askerlerle doğuya sürgün başlamış. 3-4 ay gibi bir süreçle Bitlis’e varmışlar ve boşaltılan bir Ermeni köyüne yerleştirilmişler. Evin büyük erkeği o sırada büyük dedem İshak daha 12 yaşındaymış ve bir Kürt ağanın evinde nökerlik (besleme) yapmaya başlamış. Oradan aldığı erzakları annesine getiriyormuş. Bir süre bu şekilde yaşamışlar. Sonra askerler gelmiş ve kafileye Halep’e doğru gideceklerini söylemiş. Anne Anastasis oğlunun bir Kürt evinde olduğunu söylemiş ve askerle yola çıkmışlar. Büyük dedem İshak asker görünce korkmuş ve kaçmış. Dedemi bulamayınca askerler kandırıldığını düşünüp kafileye geri dönmüşler. Tüm grup yola çıkmışlar ve dedem kalmış. Dedem annesinin kendisini aradığını bilmediğinden yıllarca kendisinin bırakıldığını düşünmüş. Anne Anastasia, oğlu Ioannis ve küçük kızı Victoria yola çıkmışlar. Yolda Victoria vefat etmiş ve gemiden atmışlar bedenini. Anakaraya vardıklarında anne Anastasia, 10 yaşında olan Ioannis’e abisini bulmasını söylemiş. Yunanistan’ın o zamanki durumu, savaşın başlama süreci derken yıllar geçmiş. Anne Anastasia vefat etmiş ama oğlu Ioannis abisini bulacağına söz vermiş. 1960lı yıllarda Bitlis’e gitmiş. Belediye’ye uğrayıp İshak adında biri olup olmadığını sormuş. Kardeşlerin birbirine çok benzemesi dolayısıyla “sana benzeyen İshak dayı var ama kimsesi yoktur onun” demişler. Ioannis ısrar etmiş ve iki kardeş 40 küsür yıl sonra buluşmuş. Saatlerce kimseyi almamışlar eve, sarılmışlar, ağlamışlar. Evden çıkmamışlar pek. Bir kere fotoğraf çekilmek için çıkmışlar ve iki kardeşin birlikte olan tek fotoğrafı öylece çekilmiş.
O sırada bir komşunun şikayet etmesiyle jandarmalar eve gelmiş ve Ioannis’i alıp İstnabul’a, oradan Yunanistan’a göndermiş. İshak’ın bu sırada 4 kızı varmış ve biri dışında diğerleri küçükmüş. İshak bu olayın duyulmasından dolayı olsa gerek daha fazla Bitlis’te yaşayamamış, ekonomik darboğaz da yaşanınca İzmir’e göç etmiş. Ioannis onu Yunanistan’a çok çağırmasına rağmen gitmek istememiş. Daha sonra İzmir’e gelerek abisi İshak’ı tekrar ziyaret etmiş. O sırada yeğenleri büyümüş olduklarından amcalarıyla ilişkileri kuvvetlenmiş. İshak’ın tüm uyarılarına rağmen, komşuların duymasını istememesine rağmen yeğenleri amcalarını kiliseye de götürmüş, İzmir’i de gezdirmiş. İshak daha sonra rahatsızlanarak vefat etmiş ama amca ile yeğenler arasındaki ilişki hiç kopmamış. Hem telefonla aramalar sürmüş hem mektuplaşmışlar. Büyük amca Ioannis’in rahatsızlanmasıyla teyzem Yunanistan’a gitmiş amcasını görmeye. Benim 10 yaşına yaşadığım olay buna tekabül ediyor işte. Atina Olimpiyatları yapıldığında telefon numaralarının değişmesiyle iletişim kesilince, madem çok istiyorsun deyip anlattı teyzem hepsini. Gidip bulmamı istedi. 2013 yılında sosyal medya aracılığıyla hikayeyi anlatan bir kısa metin yazıp ulaşabileceğim her yere ulaşmaya çalıştım. Eğitimim için Almanya’da bulunduğum sırada bir mesaj geldi. Türkçe bilen bir Yunan vatandaşının bilgilerini ulaştırdılar bana yardımcı olması için ve o kişi akrabalarımdan biri çıktı. Aynı hafta içinde kendimi Yunanistan’da buldum. Havalimanında büyük bir kalabalık karşıladı beni. Köyde ise onlarca insan. Herkes görmeye geldi, herkes kokladı, herkes öptü. Evimde gibiydim. Büyük dedemin kardeşi Ioannis’in köyün ileri gelenlerinden olması, Türkiye’den ve akrabalarından bahsetmesi sebebiyle köyde resmen bekleniyordum gibi hissettim. Sonrasında annemi ve teyzemi götürdüm, onların bir kısmı Türkiye’ye geldi, dedemizin Vezirköprü’de olan köy evini bile gidip bulduk. Şimdi her gün görüşebiliyoruz. Zira 4. Nesil olarak imkanlarımız daha fazla ve sımsıkıyız. Aramıza artık herhangi bir şeyin girmesine izin vermiyoruz. 90 küsur yıl sonra, aynı sofrada, aynı acılara ağlıyor, aynı komikliklere gülüyoruz.
Soykırımlar ve asimilasyon politikalarında baş vurulan yöntemlerden biri de çocukların alınıp “besleme” olarak topluma dağıtılması ve devlet yurtlarına yerleştirilmesidir. Bu politikayla amaçlanan nedir ve Rum çocuklarına da uygulanmış mı? Uygulandıysa nasıl?
Savaşların kazananı olmaz fakat en çok kaybedeni çocuklar ve kadınlardır. Soykırım maddelerinden biri çocuklarla birebir ilgilidir. “Grubun çocuklarını başka bir gruba nakletmek” maddesi ile vurgulanır. Özellikle 1915 yılında yaşananlarda bunun örneklerini görebiliyoruz. Taner Akçam’ın “Ermenilerin Zorla Müslümanlaştırılması” çalışmasında bunu gördük. Çocuklarla ilgili devlet yurtlarının hızlıca yapılması, genç kızların Müslümanlarla evlendirilmesinde kolaylıklar sağlanması ve hatta evlat edinilen ya da besleme olarak alınan çocukların ailelerine ait malların da bu kişilere verilebileceğine dair 5 Ağustos 1915 tarihli çok gizli ibareli görüşmelerin geçtiği biliniyor. Fakat aynı durumun mübadele için geçerli olduğunu söylemek doğru olmaz. Beslemelik kurumu Osmanlı için bir nevi sosyal hizmet kurumunun modern öncesi bir sistemi gibi işliyor. Nökerlik-Yanaşmalık biçimleri de olan bu sistemde çocukların kimsesiz kalmasının önüne geçiliyor. Yayılan milliyetçi dalga ile birlikte, özellikle gayrimüslim çocukların besleme olarak alınması veya ailelerinden uzaklaştırılması, çocukların birer Müslüman gibi yetiştirilmeleri örnekleri var ama dediğim gibi bu örnekler 1922 öncesine ait. Müslümanlaştırılan Rumlar örneklerinde, besleme olarak alınan çocukların bir şekilde askerler tarafından mübadeleye dahil edilmesinin istendiğini de görüyoruz. Bu çocuklar bu ısrarlara rağmen, ya büyük dedemin yaşadığı gibi bir korku sebebiyle askerden kaçıyor ya da Andreadis’in Tamama kitabında anlattığı gibi yüksek mertebeli kişilerin özel ricalarıyla Türkiye’de kalıyorlar. Bu hikayelerden anladığımız üzere devletin Rum çocukları sistematik olarak tutmak ve Müslüman yapmak gibi bir gayretlerinin olduğunu söylemek doğru olmaz. Fakat devletin ideolojik aygıtlarının gücü, aileyi de bir ideolojik aygıt gibi kullanmasına yardımcı oluyor ve bir şekilde kalan çocuklar geçmişlerini unutmak zorunda olan bireylere dönüşüyorlar. Kronolojik olarak yaşananlardan sonra çocukların ya da gençlerin asıllarına dair hikaye anlatmaları imkansızlaşıyor. İsimleri ve dinleri değişiyor ve hatta “dönme” olmadıklarını kanıtlamak için daha radikal davranışlar sergiliyorlar. Daha fazla muhafazakar ya da daha fazla milliyetçi görünüyorlar. Saklanma hissiyatı devam ediyor ve nesillere bile aktarılmıyor. Aktarılsa bile saklanması isteniyor. Sahada gördüğüm en net şeylerden biri buydu.
Osmanlı İmparatorluğu’nda başta Kızılbaşlar olmak üzere diğer Gayri Müslüm toplumlara yönelik uygulanan İslamlaştırma politikaları Cumhuriyet döneminde de devam ediyor. Rumların İslamlaştırılması yada İslamlaşması süreci nasıl yaşanıyor?
Sistamatik bir İslamlaştırma sürecinde bahsedemeyiz fakat besleme olarak alınan ya da evlenilen kişiler Müslüman, doğal olarak o yaşam benimseniyor. Fotini ismi Fatma oluyor mesela. Gündelik dini pratikler eksiksiz gerçekleştiriliyor. Hatta yukarıda da belirttiğim gibi daha radikal olarak gösteriliyor. Hacca gitmeseler bile büyükler Hacı lakabını alıyorlar mesela. “Yüreğine Sor” filminde de benzer bir örneği var, daha önceki dönemlere ait olarak. Hacı Süleyman’ın isminin aslında Solomon olduğunu öğrenen cemaat cenaze namazını terk etmişti ve bu sahne oldukça etkili bir sahneydi. Pek dikkat çekmedi. “Dönme” kavramı Anadolu’da yaygındır ve kimse böyle anılmak istemez. Dolayısıyla Müslüman olmanız ya da Türk olmanız yetmez, daha fazlası görünmeniz gerekir. Daha koyu bir Müslüman ya da Türk görünmeniz gerekir ki sizden şüphelenilmesin. Kronolojik olarak, 1922 sonrasında 1945, 1955, 1964, 1974 olaylarına bakılınca, Yunanistan ile olan gerginlik de, insanların asıllarını saklamalarına yardımcı olduğu söylenebilir. İslamlaştırma sürecinin toplumsal baskı ile gerçekleştiğini bu noktada söyleyebiliriz zira Rum kötüdür, bunu filmlerle de anlatırlar, günlük dillerle de anlatırlar. “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasının olduğu bir ülkede, benim aslında anadilim farklı diyebilir misiniz? Yükselen milliyetçi anlayış içinde kaybolmak, görünmemek, görünürseniz bile radikal olup şüphe çekmemeniz gerekir. Bu sebeple mesela büyük dedem kardeşinin onu görmeye gelmesini hiç istemezmiş. Birileri daha duyacak, başımıza iş alacağız diye düşünürmüş. Bu kabullenme elbette ki sürecin içerisinde gerçekleşiyor. Kimlik algısı değişiyor ve reddetmeyi çağırıyor. Herkes gibi olmak varken, “öteki” olmayı kim ister ki? Dolayısıyla kişi de bu değişime hızlıca ayak uyduruyor çünkü güvenlik burada en temel durumu temsil ediyor.
Müslümanlaş(tırıl)mış Rumlar bu dönüşüm sürecini nasıl hatırlıyor; bu alanda oluşmuş bir kolektif bellekten bahsedilebilir mi?
Yunanistan’da mübadele sırasında ülkede kalan kişi sayıları yüzbinlerle ifade ediliyor. Bu durumda dördüncü nesilde oldukları varsayılırsa, milyona varan bir nüfustan söz edilir. Sayı gerçekten bu kadar mıdır bilinmiyor ve bilinmesi imkânsız. Sahada karşılaştığım ya da beni bulup hikayesini aktaran kişilerin çoğu güç bela ya da tesadüf üzeri öğrenmiş aile hikayelerini. Burada çoğunlukla kadınların konuştuğu ve hikayeyi aktardığı görülüyor. Erkeklerin gündelik hayatta daha fazla dışarıyla bağlarının olması, kadınların evde durumu daha kolay aktarmalarına sebep olduğu düşünülebilir. Torunların ise gelişen ve dönüşen sistem içerisinde artık susmak istemediklerini görüyoruz. Anlayış farkının değişmesi ve küreselleşen bir dünya içinde gerçekten nereden geldiğinin ve kim olduğunun dolayısıyla etnik ya da dini kimliğin temsiline dair bir önemsizleşme dikkat çekiyor bu noktada. Kolektif bir bellekten bahsetmek kolay değil zira sayılar oldukça az. Hikayelerin ortaya çıkmaları daha önceki hikayelerde gördüğümüz üzere çoğu kez hasta yatağında sayıklama, gizemli bir akrabanın çıkıp gelmesi gibi tesadüflerle başlıyor. Kültürel bellek içinde aktarımlar da mevcut tabi. Lakaplar bunun örneği mesela. “Rum kızının oğlu” gibi bir lakap sizi eleveriyor. Dönüşüm süreçlerinde torunların bazılarında isimlerini değiştirenler, Rum dedesinin ismini alanlar da var, dinini değiştirip Ortodoks olanlar da var, Yunanistan’a taşınanlar da var. Bunların yanında hayatına olduğu gibi devam eden, kimliklerin yapay olduğunu düşünenler de var. Ortak dönüşüm ise ideolojik. Herkes Sünni-Türk kapsamlı bir kimlik yaratım sürecini derinden anlıyor ve sorguluyor. Bu durumda ilkokulda okutulan şiirlerden, anlatılan mitlerden, efsanelerden, bunların hangi amaca hizmet ettiğini öğreniyor ve sorgulama süreci büyüyor.
Halkların etnik ve inanç kimliklerine, yaşam felsefesine, kültürel yaşamına yönelik gerek iktidarların, gerek egemen ulusların, egemen dinlerin ve egemen politik görüşlerin bu tekleştirici, yok edici politikalarıyla hesaplaşma ve yüzleşme konusunda Türkiye’de nasıl bir tablo var ve neler önerilebilir?
Geçtiğimiz yıllarda alınan kararlarla aslında yüzleşebileceğimize inandık ve iyi bir yola girdiğimizi belki hepimiz düşündük. Sonraları siyaseten bunun pek mümkün olmadığını, siyasi manevralarla daha kötüye gittiğimizi acı şekilde öğrendik. Fakat o süreç bir çatlak yarattı ve su o çatlaktan sızmaya başladı. Bunun önünü almanın pek mümkün olduğunu sanmıyorum artık. Görünen tablo karanlık olabilir ama özellikle Kürt halkının Kürtlük bilinci, diline sahip çıkması, Alevi halkının dinine sahip çıkması, bazı diğer azınlık gruplarının taşınmaz malları için verdikleri çaba diğer azınlık gruplarına da bir umut veriyor. Bu sadece yasalarla belirlenen haklardan ziyade, daha eşitlikçi bir yaklaşımın gerektiğinin yüksek sesle söylenmesi anlamına geliyor ki bunun yaşandığını görüyoruz. Bu durumda Hrant’ın dediği gibi “birbirimizin acılarına saygı göstermek” önceliğimiz olmalıdır diye düşünüyorum. Rakel’in dediği gibi “bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamamız” gerektiğini düşüyorum. Yüzleşebilirsek, anlayabiliriz. Beatriz Sarlo “geçmiş zaman” isimli kitabında Susan Sonntag’dan bir alıntı yapar ve şöyle der; “Anlamak hatırlamaktan daha önemlidir ama anlamak için önce hatırlamak gerekir”. Dolayısıyla önce hatırlamalıyız. Doğru cevaplar için doğru sorular sormalıyız. Neden unuttuk? Neden unutturdular? Neden hatırlamak istemiyoruz? Bu soruların cevaplarıyla hatırlamaya başlarız, sonra yüzleşmeye, yüzleşme durumu anlamaya yardımcı olur, anlarsak hesaplaşırız. Aynı sofrada oturur, aynı derde derman ararız. Zira o çatlak büyüyecektir.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.