Nuray Mert: Best-seller teoriler: Ulusların zenginliği ve düşüşü

11.01.2022

Nuray Mert, t24.com’da “Best-seller teoriler: Ulusların zenginliği ve düşüşü” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz. 

Kuramsal iddialı bir ‘best-seller’ türü var, hepsini veya bazılarını biliyor olmalısınız. Övülüyor da övülüyorlar; ödüller alıyorlar; satıyor, çok satıyorlar. Asıl önemlisi, dünyanın en iyi üniversitelerinin akademisyenleri tarafından yazılmış oluyorlar. İlk akla gelenler arasında Francis Fukuyama, Jared Diamond, Yuval Noah Harari ve Daron Acemoğlu/James A. Robinson ikilisi olan best-seller teori kitaplarından söz ediyorum. Eskiden bu tür kitaplara ‘Plato’dan NATO’ya’ denirdi (Bu isimde bir kitap da vardı; David Gress, From Plato to NATO: The Idea of the West and Its Opponents, Free Press, 1998) ama bu yeni tür çok iddialı, çok afili.

Pazarlanma stratejileri bir yana, bu kitapların çok cazip bir yanı var; tarihin ve dünyanın tüm meselelerini çözmüş oldukları iddiasındalar. Malum komplo teorileri de böyledir ve bu nedenle aklı başında sanılan insanlar bile kolaylıkla bunlara kapılabilirler. Çünkü çok karmaşık tarih, toplum, siyaset meselelerine, kestirmeden ‘açıklık’ getirirler; bunlara göre etrafımızda olup biten ve içinden çıkılmaz gibi görünen gelişmeler aslında gizemli bir ilişkiler ağı içinde kolaylıkla anlaşılabilir. Yahudiler, Masonlar, Papalık, Tapınak Şövalyeleri, vb. (ki bunların hepsi veya birkaçı zaten birbirine bağlı güçlerdir) dünyayı yönetiyordur, her işin içinde bunların belli bir amaç doğrultusundaki yönlendirmeleri vardır. Hatta farkında olmadan hepimiz bu yönlendirmelerin kurbanıyızdır. Bırakın siyasal oyunları, yeryüzündeki ‘cennetimiz’i veya dinî inançlarımızı, medeniyetimizi, kültürümüzü, hatta insanlığımızı kaybetmemiz, hep birilerinin kasıtlı olarak bunları elimizden almak için kurguladıkları bir plan yüzündendir. Şimdilerde, daha ziyade Batı dışı toplumlarda yaygın olan komplo teorileri aslında Batı Avrupa’da modernleşmeye tepkiler çerçevesinde gelişen anti-semitizmin kurucu öğelerinden biriydi. Ama sadece anti-semitizmin değil, İngiliz Kilisesi Papalık’tan ayrıldıktan sonra İngiltere’de Papalık/Katoliklik merkezli komplo teorilerinin malum tarihî ‘gerekçeleri’ vardı. Soğuk Savaş döneminde ‘dünyayı tehdit eden komünizm’ merkezli komplo teorileri yaygındı. Şimdilik bu hatırlatmayı yapmakla yetinip asıl konumuza dönelim.

Dikkatinizi çekmek istediğim best-seller teoriler kuşkusuz komplo teorileriyle aynı kefeye koyulamaz. Yazarları önemli isimler, ciddi bir akademik birikime dayanıyorlar; komplo teorileri gibi yarı gizemli güçlerden söz etmiyorlar; tam tersine, tarihsel, siyasal, sosyolojik, antropolojik, kültürel, ekonomik etkenlerden bahsediyorlar. Ancak tam da bu nedenle, yani kolaylıkla burun kıvıramayacağımız, göz ardı edemeyeceğimiz bir çerçevede karşımıza çıktıkları için ciddi bir sorgulamayı hak ediyorlar.

Bu teori kitaplarının en önemli ortak noktası, ‘90’lı yıllardan itibaren liberal tarih yazımcılığını yeni rötuşlarla tekrar popülerleştirmesi. Bu popülerleşmenin arka planında kuşkusuz, Soğuk Savaşın sonunda ekonomik liberalizmin ‘tarihin kazananı’ ilan edilmesinin ardından tarihin bir kez daha bu çerçevede gözden geçirilmesi çabası var. Tıpkı faşizmin yenilgiye uğradığı İkinci Dünya Savaşı’nın ardından liberal politik ekonominin kutsanması gibi, komünizmin yenilgisinin ardından yeni bir kutsanma dönemi yaşanıyor. Gerçi son on yılda bu paradigma epeyce sarsıldı ama henüz dolaşımdan kalkmadı.

Eğri oturup doğru konuşalım, aslında Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle itibar kaybeden sadece sosyalist rejimler ve dolayısıyla ideolojileri olmadı. Sol eleştirel tarihçiliğin emperyalizm/kolonyalizm eleştirilerinden de gına gelmiş vaziyetteydi. Batı dışı dünyada tüm sorun ve kötülüklerin nedeninin Batı emperyalizmi olduğu şeklindeki –sadece sol cenahla da sınırlı olmayan–  anlayış tam bir kısır döngüye girmişti. Dahası, post-modern Aydınlanma eleştirileri modernleşmenin tüm kazanımlarını yok sayarak, Batı merkezciliği sorgulayalım derken, Batı dışı dünyada olan biteni ‘kültürel farklılık’lara saygı adına sorgulamaktan imtina eden bir diğer aşırı uca ve kültürselciliğe savrulmuş vaziyetteydi. Post-kolonyal çalışmalar aynı mecrada ilerledi. Bu koşullar altında, liberal tarih yazımcılığı bazı ‘uygunsuz gerçekleri’ hatırlatmak açısından alan kazanmış oldu. Liberal politik ekonominin ve tarih yazımcılığının en önemli fikir babası Adam Smith’in Ulusların Zenginliği adlı başyapıtının 2012 baskısına yazdığı önsözde Mark G. Spencer, Smith’in yaklaşımını belirleyenler arasında ‘sade sağduyu’nun (plain common sense) önemli bir yer teşkil ettiğini söylüyor. ‘Sağduyu’ diye ilan edilenin çoğunlukla egemen söylemler çerçevesinde tanımlandığını biliyoruz, ama 20. yüzyıl sonunda eleştirel tarihçilik açmaza girdiği ölçüde en geniş anlamıyla ‘sağduyu’ yitiminden söz edebiliriz. Bu şartlar altında, bayat liberal tarihçilik bile daha ikna edici hale geldi.

Başka bir deyişle, güçlüleri ve zenginleri aynı zamanda doğru ve haklı çıkaran tarih yazımcılığını sorgulamak gibi önemli bir kalkış noktasından hareket eden eleştirel tarih yazımcılığı, sömürülen ve ezilenlerin ‘yeryüzünün melekleri’ ilan edilmesine gelip dayanınca, haliyle ikna edici olmaktan çıktı. İşte bu noktada, “modern dünyanın güçlü ve zenginleri boşuna güçlü ve zengin değil, bunu hak ettikleri için böyle” iddiaları açık alan buldu. 2012’de yayınlanan Daron Acemoğlu/James A. Robinson imzalı Ulusların Düşüşü-Güç, Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri (Why Nations Fail: The Origins of Power, Prosperity and Poverty) başlıklı kitabı, bu best-seller teori kitaplarından biriydi. Aslında üst başlığında ‘düşüş’ (fail) diye Türkçeye çevrilen ifadeyi ‘başarısızlık’, ‘zenginlik’i ise ‘refah’ (prosperity) diye çevirmek daha doğru olabilirdi. Ama kısaca, kitabın yazarlarının vaat ettiği, dünya çapındaki eşitsizliklerin nedenlerini bir teori çerçevesinde açıklamak ve bu çerçevede yol göstermek. Yazarlar kitap boyunca tarihsel belirleyiciliğe ve tek nedenli analizlere mesafeli olduklarının altını çiziyor, bu hataya düşmemek için kendilerince farklı etken ve örneklere gönderme yapmaya çalışıyorlar. Günün sonunda “sadece Batı dünyası başarılı oldu” dememek için Batı dışı dünyadan, diğer yandan modern öncesi dünyadan birkaç örnekle tedbir alma çabası gösteriyorlar.

Tezlerinin özeti şu: ‘Kapsayıcı (inclusive) ekonomik kurumlar’ geliştirebilen uluslar/milletler refah üretiyor; ama sadece zenginleşmiyor, aynı zamanda çoğulcu siyasi yapılar üretiyor. Bunun tersi de doğru, yani çoğulcu siyasi yapılar aynı zamanda kapsayıcı ekonomik kurumlar ve dolayısıyla zenginlik üretiyorlar. Buna karşılık, ‘dışlayıcı ekonomik kurumlar’, yapılar da otoriter yönetimler ve fakirlik üretiyorlar ve bunun da tersi doğru; yani otoriter siyasi yapılar dışlayıcı ekonomik kurumları besleyerek fakirliğe neden oluyorlar. Tabii öncelikle belirleyici olan ‘kapsayıcı ekonomik kurumlar’, yani bildiğimiz Marksizmin ‘altyapı’sı. Refah üretiminin ve dağıtımının dar bir çevre yerine toplumun daha geniş bir kesimini içerdiği yapıları ‘kapsayıcı’ olarak tanımlıyorlar. Böylece, teorilerini orijinal hale getirmek üzere, doğrudan ve sıradan bir şekilde ‘modern kapitalist sistem’ dememiş oluyorlar. Maya toplumsal düzeni gibi hem modern tarih öncesi hem Batı dışı birkaç örnekle sıradanlıktan sıyırdıklarını düşünüyorlar. Diğer taraftan, refahın sadece üretimi değil, dağıtımını söz konusu ettikleri ölçüde, yeni tabirlerle güncellenmeye çalışılan ‘sosyal demokrasi’ fikrine göz kırpmış oluyorlar.

Beş yüz sayfa boyunca, farklı tarih ve coğrafyalardan pek çok örnek çerçevesinde bu iddianın sürekli altı çiziliyor. Daha doğrusu, farklı tarihsel deneyimler bu iddiayı doğrulayacak bir anlatı içine yerleştiriliyor. Maya İmparatorluğu’ndan Mısır’da Arap Devrimi’ne, Fransız Devrimi’nden Botswana’ya, Roma İmparatorluğu’ndan modern Avustralya’ya, bin bir örnek arasında, icat ettikleri bu iki kavram çerçevesinde kolaylıkla ayrışmalar ve benzerlikler bulunuyor. Bu serpme kahvaltı metodolojisine geçmeden önce, aslında çok tanıdık bir tarih okumasıyla karşı karşıya olduğumuzu hatırlatalım. Bu bildiğimiz, Batı Uygarlığı Tarihi’ne Giriş ders kitabı anlatısı.

Doğrusu, tüm eleştirel ve çok kültürcü tarih yazımcılığı çabalarına rağmen, modern dünyanın kökeninin, Batı Avrupa’da kabaca 16. yüzyıldan itibaren şekillenen tarihsel deneyim olduğu bilgisini sarsacak bir tez icat edilmiş değil. İşin burasında anlaşmak zorundayız diye düşünüyorum. İki yüzyılı aşkın süredir asıl kafaları kurcalayan ise, ‘neden tüm dünyayı dönüştüren bu gelişmeler başka bir yerde değil de, Batı Avrupa’da yaşandı?’ sorusu. Malum, bu soruya verilmiş cevaplar büyük bir külliyat oluşturuyor ama hâlâ hiçbiri tartışmasız değil. ‘Velev ki öyle, dünyayı toptan dönüştüren gelişmeler ilk olarak Batı Avrupa’da yaşandı’ demek yerine, ‘illa bu soruya neden cevap aranıyor’ diyeceksiniz. Bu ve bunun gibi sorulara cevap aramak, malum, öncelikle ‘sosyal bilimler’ icat etme çabasının bir parçasıydı. Diğer taraftan, bu soruyu cevaplamaya çalışmanın en önemli nedeni, Batı dünyasını güçlü ve zengin yapan ‘sırrı’ çözerek, bu formülün bir benzerini güçsüz ve yoksul dünyada üretmeye çalışmaktı. İkincisi, Batının kendi güç ve zenginliğini aynı zamanda, ‘üstünlük’ olarak görmek ve ‘hak edilmiş’ kılmak için Batı deneyiminin ‘değerli özgünlüğü’nün altını çizmekti. Sonuncusu ise, Batı dışında güçsüz ve yoksul kalanların, Batı’nın özgünlüğü hikâyesini tersine çevirerek, söz konusu olanın hakkaniyet ve üstünlüğe değil, şiddet ve haksızlığa dayalı ve dünyayı felakete sürükleyen bir ‘özgünlük’ olduğunu temellendirme çabasıydı. Söz konusu kitabın kalkış noktası, başlangıçta da belirttiğimiz gibi ikincisi, yani liberal tarihçilik yaklaşımının ihyası. Dahası, klasik Aydınlanmacı, liberal tarih yazımcılığına içkin ‘Batı’nın üstünlüğü’ yaklaşımının üstü örtülü tarzda yeni bir ifadesi.

Sonra, dışlayıcı kurumların yoksulluk ve kötü yönetim üretmesi veya tersinin ‘kısır döngü’ (‘vicious circle’), kapsayıcı olanların ise ‘erdem döngüsü’ (‘virtue circle’) yarattığı tespit edildikten sonra, bu döngülerin aşılmaz olmadığı not ediliyor, ancak tüm anlatım birinden diğerine geçişin hemen hemen imkânsız olduğu yönünde. Bu arada, döngü demişken, ‘müreffeh milletler’, ekonomi politik’i tanımlamak açısından karşılığı olmayan ‘virtue’ (fazilet, erdem) kavramıyla taltif edilmiş oluyorlar.

Yazarlar yine başarıyı sadece ‘Batı’ya atfetmekten kaçınmak için Batı Avrupa tarihi dışında bin bir örnek bulmaya çalışsa da, sonuçta teorilerini liberal ‘Batı uygarlığı tarihi’ yazımcılığı çerçevesine dayandırmış oluyorlar. Acemoğlu & Robinson tarih anlatısına dayalı teori, modern dünyayı İngiltere’de başlatan, sonuçta ‘sürdürülebilir ekonomik büyüme’nin (‘sustainable economic growth’) ilk örneği olarak tanımladığı ve İngiltere’yi merkeze aldığı ölçüde, (halk arasında bilindiği tabirle) ‘whig tarihçiliği’nin yeni bir versiyonu gibi. Ama sonuçta, refahın temelini oluşturduğu iddia edilen ‘kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlar’ın kökenini oluşturan ikinci önemli gelişmenin Fransız Devrimi olduğunun altı çiziliyor. Böylece, bilindik ‘modern Batı uygarlığı’nın iki ana ekseni tespiti özetlenmiş oluyor. Sonuçta, bu anlatının yeni bir teori olarak takdim edilmesinin tek gerekçesi ‘kapitalist piyasa ekonomisi ve siyasi parlamentarizm’ tabirleri yerine ‘kapsayıcı ekonomik ve çoğulcu siyasal kurumlar’ ibarelerinin kullanılması.

“Emperyalizm ve kolonyalizm teorilerinden de gına geldi” dedik ama, yüzlerce sayfalık kitapta, bari ayıp olmasın diye hiç mi emperyalizm ve kolonyalizmden bahsedilmez? İnanmayacaksınız ama klasik liberal tarihçilik çerçevesini aşan bir durum var burada, daha yoğun bir görmezden gelme çabası söz konusu. Kolonyalist-emperyalist tezler Batı dışı toplumların başlarına gelenleri hak ettiği veya ancak Batılıların kontrolünde gelişebilecekleri şeklindeki görüşlerini açıkça ifade ettikleri için, en azından kolonileştirme ve emperyalist müdahaleler söz konusu olabiliyordu. Acemoğlu/Robinson’u farklı kılan, bu devirde böyle ‘uygunsuz’ şeyler söylememek için konuyu neredeyse toptan yok saymak olmuş. Haklarını yemeyelim, kolonyalizmin lafı hiç geçmiyor değil. Yoksulların ülkelerinde İspanyol, İngiliz, Fransız kolonyal dönemlerine kısa göndermeler var, ama onlarda da sorun eski hiyerarşileri, berbat yerli yapıları korumuş olmak. Hem o denli hızlı bir geçiş söz konusu ki, bu topraklarda var olan modern öncesi yapılar uzun uzun anlatılıyor, koloni döneminden kısaca ama pek kısaca bahsedilip, sonrasında özellikle dünyanın en fakir bölgesi olan Afrika’da bağımsızlık sonrası ‘dışlayıcı’ yapıların aynen devam ettiğinin altı çiziliyor da çiziliyor. Aslında bu yaklaşım sadece bu kitaba ve yazarlara mahsus değil. Bu devirde hâlâ kolonyalizm sonrasının koloni dönemlerinden farksız, hatta daha kötü yönetimlerinden bahisle, (çirkin bir tabirle) “soysuza bıçak vermişler, önce babasını doğramış” demeye getirilenbolca çalışma var. Nitekim bizim teorisyenler de, Afrika’da bağımsızlık sonrası siyasi liderler, kolonyal dönemdekilerle aynı şeyleri yaptılar ama “işleri daha da beter hale getirdiler” (“post-independence leaders… made things worse”) demekten kendilerini alamamışlar. (s. 360) Sonra, bu adamlara yabancı yardım da (foreign aid) işe yaramıyor; ‘bakın Afganistan’a, bakın Kongo’ya, gelen paraları çar çur ettiler’ diyorlar. (s. 452) Afganistan’da savaş lordlarıyla ABD’nin yaptığı işbirliğinden, uyuşturucu ticaretine dalan yabancı askerlerden, düğünlerde sivil halkı öldüren bombalardan bahis yok.

Acemoğlu & Robinson’un analizlerinde kolonyalizmin nasıl işlediği yok; sonrasında ABD emperyalizmi yok; Soğuk Savaş yok; varsa yoksa yolsuz rejimler, kötü yöneticiler, değişime direnen tarihsel yapılar… Kolonyalizm ve emperyalizm teorileri söz konusu topraklarda geçmişte var olan feodal hiyerarşilerden ve didişmelerden hiç söz etmez, koloni öncesi topluluklara anlaşılmaz bir masumiyet atfeder, koloni sonrası yapıların tüm sorunlarını da kolonyalizm ve emperyalizme bağlarken, bu yazarlar fotoğrafın ters kopyasını sunuyor. Diğer taraftan, belki söylemeye bile gerek yok, bu teori toplum içi farklı sınıflara, çıkarlara, çatışmalara da değinmiyor. Bu arada, kolonyalizmden pek bahis yok, ama kolaylıkla “Osmanlı kolonyalizminin Ortadoğu’yu şekillendirmiş olduğu” tespit edilebiliyor. (s. 120)

Bu arada, söz konusu yazarlar gibi ‘ulus’ veya ‘millet’ler değil, kolonyalizm öncesi ‘topraklar’ veya ‘topluluklar’ diyoruz, çünkü modern öncesi dönem için ulus/millet tanımını kullanmak, malum, kavramsal bir anakronizm. Yine malum, sadece milliyetçi ideolojiler ‘millet’lerin tarih ötesi kimlik veya kategoriler olduğunu iddia ederler. Gerçi 1776’da Adam Smith de Milletlerin/Ulusların Zenginliği başlığını kullanmıştı, ama söz konusu olan yine tarihsel bir kodlamaydı, İngiltere 16. yüzyıldan itibaren uluslaşmaya başlamış bir ülkeydi ve buna rağmen İskoçya ile birleşme sonrası İrlanda’yı da içerecek şekilde ‘Birleşik Krallık’ olarak anılıyordu. Fransa da özellikle mutlakiyetçi monarşi döneminden itibaren tam bir ulus-devlet olmasa da, bu ülkeler bu yola girmiş erken örneklerdi. Batı dışında ise, mesela Çin kadim bir medeniyetin adı idi. Osmanlı İmparatorluğu, Türk İmparatorluğu olarak biliniyordu ve 19. yüzyıldan itibaren uluslaşma sürecine girmişti. Rus İmparatorluğu daha erken bir tarihte modernleşme sürecine paralel uluslaşma özelliği gösteriyordu. Ancak emperyal yapılar henüz ulus-devlet formatına girmiş değildi. Bu emperyal yapılar tarafından kolonileşmiş topluluklar ise ulus öncesi feodal yapılardı.

Diğer taraftan, ‘Batı Uygarlığı’ üst başlığı ise, yine modernleşme sürecinde ‘icat edilmiş’ bir kavramdır. Öncesinde Batı Avrupa’yı tanımlayan genel bir kategori varsa, bu ‘Hıristiyanlık’tı (‘Christendom’). Ancak Rönesans döneminden sonra, Batı tarihini Hıristiyanlık öncesine taşıyacak biçimde, Antik Yunan ve Roma Batı Uygarlığı’nın kurucu mirası olarak tanımlanmaya başladı. Acemoğlu & Robinson, artık fazlaca yıpranmış kavramlardan biri olduğu için ‘Batı uygarlığı’ndan söz etmiyor, ancak özellikle Roma İmparatorluğu’na yapılan göndermeler çerçevesinde (s. 158), tarihsel analizleri büyük ölçüde bu kavramsallaştırmaya dayanıyor. Diğer taraftan, bir yandan Batı Avrupa tarihi ‘dışlayıcı’ kurumsallıktan, ‘kapsayıcı’ olana başarılı bir geçiş olarak anlatılırken, bu geçiş süreci alabildiğine serbest çağrışımlı örneklerle izah ediliyor. Mesela bir yandan İngiltere’de 17. yüzyıla kadar ‘dışlayıcı kurumların’ varlığından söz edilirken, diğer yandan ‘kapsayı’cılığa geçiş sürecinin miladı, tüm klasik liberal tarih anlatılarında olduğu gibi 13. yüzyıl başı, Magna Carta (1215) olarak kabul ediliyor. (s. 184-185) Nereden bakarsanız, söz konusu olan ‘uzun ve fazlasıyla iniş çıkışlı bir geçiş süreci’. Diğer taraftan, Fransız Devrimi de tüm Avrupa’da ‘kapsayıcı kurumlar’a geçiş açısından bir milat olarak kabul edilirken, sonrasındaki ‘terör’ dönemi bir kısa bir parantez olarak takdim ediliyor ve bu kez fazlasıyla hızlı bir geçiş dönemi söz konusu oluyor. Fransa’da terör döneminin ardından gelen sarsıntılı dönem de pek kurcalanmadan, Napoleon savaşları kapsayıcı kurumlara geçiş misyonunun Avrupa’ya taşınması olarak kutsanıyor. Bırakın kolonyalizmi, emperyalizmi, bu teoride savaşlar, yıkımlar yok. O kadar ki, bırakın Avrupa içi ve dışı savaşlarını, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları yok. Adları geçmiyor ama kapitalizmin yerleşmesi sürecinde çatışma, yıkım, savaşlar da ‘yaratıcı yıkım’ (‘creative destruction’, s. 183) ile izah ediliyor. Kitap boyunca Ayn Rand’ın hayaleti gizlice size eşlik ediyor.

Diyeceksiniz ki bu bir tarih kitabı değil, teori kitabı. Ama o da değil, liberal tarihçiliğin devamı olan ‘50’li yılların ‘modernleşme teorisi’nin bir nevi tekrarı olan kitabın yazarları, bu teorinin özetle, ‘serbest piyasa ekonomisinin doğal sonucu demokratikleşmedir’ iddiasını kısaca eleştirip başta Çin örneği üzerinden serbest piyasa ekonomisine taktıkları isim olan ‘kapsayıcı ekonomik kurumlar’ın illa siyasal olarak demokratikleşme anlamına gelmediğine kısaca işaret edip geçiyorlar. Yapısalcı bir anlatıma dayalı çalışmalarında, yapısalcı ve post-yapısalcı teorilere hiç değinmiyor, eleştirel teorilerden ise tabii hiç bahsetmiyorlar. Onun yerine, çoktan bayatlamış teorilerin, bu devirde itibar kaybetmiş yanlarını budamak suretiyle ve sulandırılmış biçimlerini kullanarak bir kolaj yapmış oluyorlar. O kadar ki, işin içine yüzyıl öncesinin elitizm teorisyenlerinden Alman sosyolog Robert Michels’in ‘Oligarşinin Demir Kanunu’ (1911) bile giriyor. Kuramcının adını ve kuramının elitist çerçevesini anmadan, serbest çağrışımla kullanmakta beis görmüyorlar. (s. 358) Konu aynı koşullar altında farklı gelişmeler gösteren toplumların durumunu açıklamaya gelince, teorilerini iyice zorlayarak, biyolojiye müracaatla, organizmalarda genetik ‘sapma’ kavramına baş vuruyorlar. (s. 431)

Aslında bu ve benzeri çalışmaların sade suya tiritliğine işaret etmek için ciddi eleştirilere gerek yok, ama yazarlarının mensup oldukları önemli akademik kurumlardan, çıkardıkları gürültüden ötürü bu teoriyi ciddiye alma ihtimaline karşı konuyu uzatmış oldum. Yoksa sadece teorilerinin zayıflığını vurgulamak açısından birkaç örnekten söz etmek bile yeterdi. O halde, sonuna doğru iyice zayıflığı ortaya çıkan kitabın son bölümünden iki örneği dikkatinize sunayım. Bu teorisyenler kitap boyunca ‘kapsayıcı/dışlayıcı kurumlar’ sayıkladıktan, ‘tarihî determinizm’e ve coğrafya, kültür gibi tek nedencilik’e inanmadıklarını defalarca ifade ettikten, sadece ‘Batı başarılı oldu’ denmesin diye farklı toplumlardan örnekler vermeye çalıştıktan sonra, dışlayıcılıktan kapsayıcılığa geçiş ve Batı dışında başarılı kurumsallık örneği olarak Botswana’yı vermesinler mi? Yok, Botswana’yı küçük gördüğümden değil de, ‘kapsayıcı kurumlar’ın başarılarının kanıtı olarak dünyanın en güçlü ve zengin ülke örneklerinden sonra, Botswana’yı başarılı örnek olarak göstermek için, ‘Sahra altı Afrika’da adam başı geliri en yüksek ülke’ (s. 409) olmasına işaret etmek okuyucuyla dalga geçmek gibi olmuş.

Hemen ardından da, dışlayıcı kurumlardan kapsayıcılara geçiş açısından, ABD’nin özellikle güney eyaletlerinde yaşanan kurumsal geçiş süreci örnek olarak gösterilmiş. Ta o zamana kadar siyahların beyazların otobüsüne binmesinin bile yasak olduğu, doludizgin sürmekte olan ırkçılığın, devletin müdahalesi ve siyahların mücadelesi sonucu 1955’ten itibaren ortadan kalkmasının öyküsü (s. 414) bile bu arkadaşların teorilerinin ciddiye alınmaya değer olmadığını göstermeye yeter. Siyahların seçim haklarına getirilen sınırlamaların bile 1965’te yasa dışı sayıldığı bir ülkenin, isterse bazı eyaletlerinde olsun ‘dışlayıcı kurumları’, tüm Afrika’nın fakir kalmasını açıklarken, bu ülkenin değil sadece güçlü, değil sadece zengin, İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında dünyanın süper gücü olmasını nasıl engellememiş, bu garip teori çerçevesinde izah etmeye imkân yok.

Kitabın 271. sayfasında en net ifade bulan ve “Dünyada yaşanan eşitsizliklerin kaynağının, 19. ve 20. yüzyılda bazı ulusların sanayi devriminden faydalanmış, bazılarının ise faydalanamamış olması” tespitini yapmak için bu kadar lafı uzatmaya, “aklınızı kurcalayan büyük bir meseleyi açıklayacak bir teori bulduk” diye ortalara dökülmeye ne gerek var, demeyeceğim. Bu ve buna benzer sade suya tirit kitapların, teorilerin bunca göklere çıkarılmasının asıl nedeni, belli ki, dönüp dolaşıp “zenginler zenginse hak ediyor, fakirler fakirse kendi suçları” fikrini bir iki yeni kavramla süsleyip yeniden dolaşıma sokuyor olmaları. Bu türün en iddialı örneklerinden biri olan Yuval Noah Hariri’nin ‘insan türünün kısa tarihi’ni anlatmaya soyunan Homo Sapiens(2011) başlıklı kitabı aynı çerçevede değerlendirilmeyi, daha doğrusu başlı başına tiye alınmayı hak ediyor; şimdilik geçelim.

Geçelim ama, bu adamlar insanlık tarihinin sırlarını bir kere keşfettikten sonra, doğal olarak durmak bilmiyor, her konuya el atıyor, ‘açıklık’ getiriyor. Harari üretiyor da üretiyor, geçmişi açıklamak bir yana, 21. yüzyıla rehberlik etme iddiasında. Diğerleri de öyle. Akşamdan kalan tezlerinden sabaha yeni kitap çıkarıyorlar ve bu arada tabii insanlığın münhasıran siyasi sorunlarına da tarih yazıp çözüm buluyorlar. Bunlar arasında Jared Diamond’un Ulusların kriz ve değişimle nasıl baş ettiğine dair kitabı (Upheaval: How Nations Cope with Crisis and Change)  yaşı dolayısıyla olsa gerek, neredeyse Soğuk Savaş döneminde yazılmış gibi, ama 2019’da yayınlandığında övgülere boğuluyor. Bizimkilerin (Acemoğlu & Robinson) günümüzde yaşanan ‘demokrasi krizlerini’ analiz etmek üzere ‘özgürlüğün tarihi’ni, kendi ifadeleri ile kaderini (fate of liberty) yazma iddiasıyla yine 2019’da yayınladığı Dar Koridor, birinci kitaplarının daha da iddialı bir devamı; ama inanın bu adamların çelişki ve sığlıklarını sayıp dökmekten usandım. Sadece Ulusların Düşüşü kitaplarının önsözünü yazarken tanık olduklarını söyledikleri ve kısaca ‘fakirliğin isyan ettirdiği toplum her şeyden çok siyasi değişim istiyor’ diye veciz biçimde kendi teorilerine bağladıkları Mısır ve ‘Arap Baharı’ndan yeni kitaplarında hiç bahis geçmediğini belirtmiş olalım.

Vaktiniz ve merakınız varsa bu kitaplara bir de siz göz atın isterseniz; ama inanın okunacak onca iyi kitap varken, reklamlarına kanıp, üstelik de tuğla kalınlığında bu kitaplara zaman ayırmaya değmez. Benim boşa giden zamanım bari sizin merakınızı gidermeye harcanmış olsun. Zamanında, Mel Brooks, Dünya Tarihi (History of the World I, II, 1981) filmleriyle, kestirmeden insanlık tarihi anlatımlarını şahane bir şekilde hicvetmişti. Bence bu kitaplar da aynı hicvin konusu olmayı hak ediyor, izlemediyseniz mutlaka izleyin.

GİRİŞ RESMİ:

Büyük fotoğraf, Mel Brooks’un Dünya Tarihi filminin afişinden ayrıntı.

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.