15.01.2021
Dünyayı Değiştiren Düşünürler serisinin beşinci ve son kitabını hem ateistleri hem muhafazakarları düşünerek, hesaba katarak kaleme aldınız. Söz konusu din/inanç olunca her iki tarafa da cevap verebilecek bir dil oluşturabilmek mümkün mü? Dine de felsefî bilgiyle bakarak böyle bir dil oluşturulabileceği söylenebilir mi?
Evet, bu serinin beşinci ve son cildini, her iki kesimi düşünerek ve bir bakıma her iki tarafın kökleşmiş önyargılarını kısmen de olsa kırmak için yazdım. Laik-sol çevre, İslam’ın kökeninde sadece gericilik ve yobazlık bulduğu için İslam ve Müslümanlığın geçtiği her yere mim koymaktadır. İslami çevreyse İslam’ın tarihini hiçbir eleştiriye tabi tutmadan göklere çıkarmakta ve en küçük bir eleştiri yöneltenleri ise anında dinsizlik ve kafirlikle suçlamaktadır. Fakat onu-bunu suçlayarak sorunlar ortadan kalkmıyor. Kuşkusuz her iki tarafı memnun edecek bir çözüm imkansızdır ama arada duran çoğunluğun zihnini meşgul eden birçok önyargıyı kırmak mümkündür. En azından ben bunun mümkün olduğunu yazım sürecinde gördüm.
Nereden bakarsanız bakın, benim dilim sonuçta sol-laik bir dildir ve olgulara da bu perspektiften yaklaşıyorum. Fakat tarihe ve tarihsel olgulara nesnel yaklaştığım için ait olduğum mahallenin baskın görüşlerine de teslim olmuyorum. İslami çevrenin kavramlarına ve jargonuna alışık olmadığım için kendime ait bir dil kullandım. Benim dilim felsefenin, çağdaş bilimin dilidir, fakat bu, Müslüman çevre açısından anlaşılmaz bir dil değildir. İslami çevrenin beni anlamasına özellikle özen gösterdim. Çünkü geçenlerde İslami çevrelerden bir aydınımız, televizyonda yaptıkları bir felsefe programının dindar izleyiciler tarafından anlaşılamadığını söyledi. Bu da aslında dindarların kapalı devre bir dil ve üsluba sahip olduklarını göstermektedir.
Şunu net bir şekilde belirteyim: İlahiyat başka, felsefe başka şeydir. Bunların kesişen alanları vardır fakat bunlar ayrı alanlardır. Felsefe, ilahiyatın sorunlarını ele alır, fakat kendini ilahiyatın sorunlarıyla sınırlamaz. Felsefenin ufku geniştir. İnsanlığın, yaşamın, doğanın, bilimin, sanatın, kültürün, evrenin bütün sorunları felsefenin de sorunlarıdır. Evren, madde, hareket, bilginin kaynağı vb. sorunlar felsefenin destursuz sorunlarıdır. Geçmişte hem Müslüman hem de Hıristiyan ve Yahudi düşünürler felsefeyi dinle uzlaştırmayı denemişlerdir. Bu girişimin zirvesi İbn Rüşd’tür. O, “din ve felsefe iki sütkardeştir” teziyle 12’inci yüzyılda felsefeye muazzam bir ilerleme kaydettirmiştir. Bunlara geniş şekliyle kitabımda yer verdim.
Bazılarının sandığı gibi felsefe ateist değildir. Biz istesek bile felsefenin ateist olması mümkün değildir ve yine biz istesek bile onu salt ateistlerin alanı haline getiremeyiz. Din adamları ve inananlar varlık sorununu tartışarak felsefenin alanına adım atmaktadırlar ve böylece onların da aydınlanmasının yolu açılmaktadır. Birçok laik kökenden gelen insan “insanlık bu aşamalardan geçti, artık Kant ve Hegel’in ötesine geçildi, Feuerbach’ın din eleştirisi, Darwin’in Evrim Kuramı dünyada kabul görmüş durumda, felsefeyi yeniden geçmiş dönemin sorunlarıyla meşgul edemeyiz” demektedir. Peki, milyarlarca inanan ne olacak? Bazı insanlar Feuerbach’ın da ötesine geçti, kabul. Peki milyonlarca entelektüel Tanrı ve dinlere inanmakta ve felsefeye başvurarak varlık sorununu tartışmaktadır. Onlar Spinoza’dan ve Kant’tan ilham almakta ve bir arayış içindedirler. Onların durumu ne olacak? Bu yüzden kitabımın başına Aristoteles’in vasiyetini aldım. Aristoteles öldüğünde hangi “Tanrıya nelerin adanması gerektiğini” tek tek belirtir. 19’uncu yüzyılın sonlarına kadar dünyanın hiçbir saygın filozofu ateist değildi. Ateist filozofların sayısı öyle az ki. Felsefe, insanın zihninde beliren bütün sorunları tartışma konusu yapar. Merak edilen her konu felsefenin alanına girer. Peki dinsel inanış “anlamlandırmayı” sınırlıyor mu? Kuşkusuz evet. Fakat bundan hareketle inanan insanlara felsefe yasaklanabilir mi? Ya da onların tartıştıkları sorunlara sırtımızı dönebilir miyiz? Din ve inanç sistemi, insanlık tarihinin yarattığı en köklü kültürel gelenektir. İnananlara felsefeyi yasaklamak kadar zararlı ve beyhude bir çaba olamaz. Dine inananlar, bilimsel bulguların yanı sıra felsefenin gücü ve etkisiyle aydınlanacaklardır. Felsefeyi elit bir çevrenin av alanı haline getiren anlayışlar döne döne hüsrana uğrayacaklardır. Bu kadar kesin söylüyorum.
Çoğu insan felsefeden ürküyor ve anlaşılması zor, anlaşılamaz bir şeymiş gibi görüyor felsefeyi. Eğitim sisteminin payı da büyük bunda. Öncelikle felsefeye karşı bu önyargının yıkılması gerekiyor galiba? Felsefe ve felsefenin keskin bakışı neden önemli, bu bakış ne sağlar insana?
Felsefenin dilinin neden anlaşılır olması gerektiğine birinci ve ikinci ciltlerin sunuşlarında değindim. Aynı şekilde felsefenin hayatımızdaki önemine ve yararına ilişkin de açıklamalarda bulundum. Orada mealen şöyle demiştim: “Felsefe kitapları, siyasi gelişmelere ve toplumsal hayatımıza anlamlı katkıda bulunurlarsa yararlı olurlar. Felsefe, salt zihinsel bir etkinlik değildir. O özellikle, biz istesek de istemesek de günlük hayatımıza yön veren, analiz yeteneğimizi keskinleştiren, günlük hengamenin dar pratiği içinde boğulmamızı engeller, düşünsel yaratıcılığımızı kışkırtır, siyasi karmaşa içinde yolumuzu bulmayı kolaylaştırır ve olgulara derinlemesine bakmamızı zorunlu kılar; birbiriyle ilişkisi olmadığı düşünülen olaylar arasındaki ilişki ve bağlantıları, yani daha derinde yatan bağlantıları görmemizi sağlar. Felsefe bir hayat kılavuzudur.”
Geçenlerde sosyal medyada şunu paylaştım: “Felsefe ne şiirsel aforizmadır ne de insanın en yakınındakinin bile anlayamayacağı karmaşık laf salatasıdır.” Yani felsefenin dili olabildiğince anlaşılır olmalıdır. Geçmiş yüzyıllarda filozoflar, zaman zaman ağır ve ağdalı bir dil kullanmışlardır ki bu bazen soyutlamanın zorunluluklarından kaynaklanabilmektedir. Fakat felsefeci ağdalı, anlaşılmaz ve akademik dilden olduğunca kaçınmalıdır.
Dizinin ilk cildi felsefenin şafağına uzanıyor: Hint, Çin, Yunan, Roma ve Rönesans Avrupa’sı ele alınıyor. Genel olarak felsefecilerin daha çok Antik Yunan ve Batı felsefesini temel aldıklarını, Doğu’ya biraz uzak kaldıklarını, çok da o tarafı didiklemediklerini görüyoruz. Neden böyle? Doğu’yu ve Batı’yı bilmek bir felsefeciye nasıl bir katkı sağlar, nasıl bir bakış kazandırır?
Kısaca bu dizi hakkında bilgi vermem gerekirse; birinci cilt felsefenin ilk çıktığı döneme ışık tutmaktadır. Bu yüzden ben felsefeyi Yunan’la değil Hint ve Çin felsefesiyle başlatıyorum. Neden böyle? Çünkü insanlık, Hint ve Çin uygarlığının maddi bulgularını geçen yüzyılın 30’lu yıllarında keşfetmişti. Eskiden Sümerleri de bilmiyorduk, fakat kil tabletlerinin bulunmasıyla 5 bin yıl önce muazzam bir uygarlığın yaratıldığını öğrendik. Tarih ondan sonra yeniden yazıldı. Tabii felsefeyi Yunan’la başlatanlarda Avrupa-merkezci bir bakış açısının izlerini görebiliyoruz.
Şimdi bu anlayış, beşinci ciltte kapsamlı bir şekilde incelediğim İslam felsefesi için de söz konusudur. Batı dünyası felsefeyle yeniden, Arap-İslam felsefesi üzerinden tanışmıştı. Arapçadan ve İbraniceden çevrilen Yunan eserleri bu sayede unutulmaktan ve yok olmaktan kurtuldu. Rönesans ve Aydınlanma döneminin aydınları, felsefenin Arap-İslam kökenini önemsemişlerdi, fakat sonraki süreçte bu anlayışın üstü kapatıldı. Burjuvazinin önderlik ettiği kapitalistleşme sürecinde ve özellikle de sömürgecilik döneminde Batılı düşünürler, kendilerine ideolojik bir temel inşa ettiler. Bu temelin harcını, Yunan felsefesi ve Hıristiyanlık kültürüyle kardılar. Dolayısıyla onlar açısından insanlığın gelişmesi, zihinsel aydınlanma ve uygarlık kültürü sadece Batı’nın değerleri temelinde yaratılabilirdi. Hint, Çin, Arap-İslam uygarlıkları ve kültürleri bilinçli olarak ya yok sayıldı ya aşağılandı ya da felsefi olarak “düşük ölçekli” görüldü. Bu tez yüzyıllardır zihinlere kazına kazına geldi, çünkü emperyalizm bununla, sömürgeleştirdiği topraklara uygarlık götürdüğü iddiasını temellendiriyordu. Bugün nasıl ki insanlığın büyük bir çoğunluğu Afrika’yı her açıdan küçümser ve aşağı görürse, geçmişte de Batı dünyası Afrika’yı, Asya ve Latin Amerika’yı o gözle değerlendiriyordu.
Peki eskiyi bilmenin ne yararı var? Nasıl ki Rönesans döneminin düşünürleri, eski Yunan metinlerini yeniden yorumlayarak gelişme göstermişlerse, aynı şekilde insanlık gelecekte de Çin, Hint ve İslam uygarlıklarının metinlerini yeniden yorumlayarak yeni bir yaşam tarzı, yeni bir düşünüş tarzı edineceklerdir. Tarihe bugünden bakarsak sadece Batı uygarlığının kazanımlarını görürüz. Fakat bu gidişle derin bir krize yuvarlanacağı kesin gibi gözüken Batı tipi gelişmeden uzaklaşılmayacağını, insanlığın kendisine yeni bir yaşam felsefesi aramayacağını kim söyleyebilir? Belki gelecekte insanlık, Hint ve Çin ve hatta Afrikalı halkların hayata bakış tarzını, üretim ve tüketim ilişkisini, kısacası yaşam tarzını edinecektir. Bu bakımdan bu eserlerde dile gelen felsefi duruş ve tezleri bilmek çok önemli. Bunlar esin kaynaklarımızdır. Her metin, karşılaştığımız yeni sorunlarda bize yeni ufuklar kazandıracaktır. Bu yüzden sıklıkla geriye bakarız, geçmişimizi gözden geçiririz.
“İnanma” insanın varlık koşullarından biridir, bir değerdir ve yok edilemez. Çünkü Takiyettin Mengüşoğlu’nun dediği gibi “inanmayı yok etmek demek, insanı yok etmek demektir”. “Dinsel inanma” da inanmanın formlarından biri. Ancak inanma fenomeni insanın değerler yaratmasını sağladığı gibi dinsel inanma formu, inandığı din/tanrı uğruna insanın değer harcamasına da neden oluyor. Örneğin kimileri “cennete gideceğine” inanıyor ve bu inanç uğruna canlı bomba olmayı göze alıyor. İnsanlığın ihtiyacı olan şey “aydınlanmış bir din” mi acaba?
Din ve inanç sorununu ya da Tanrı fikrinin nasıl ortaya çıktığını birkaç farklı yazımda incelemiştim. Bunlardan birinin başlığı “Tanrı Fikrinin Doğuşu”dur. Orada şu vurguyu yaptım: İnsanoğlu Tanrı fikrine, ilerlemek ve uygarlaşmak için ulaşmıştı. Sanıldığı gibi dinler, cehaletin örgütlenmesi için ortaya çıkmadı. Dinler ilk başlarda ezilenlerin bayrağıdır fakat sonra devletleşen dinler, her ideolojinin başına geldiği gibi ilerleyen süreçte baskı ve sömürünün payandası olmuşlardır. Aydınlanma için de söz konusu değil mi bu? Burjuvazi devrimlerini yaptıktan sonra kendi ideolojisi üzerinden halkları baskı ve sömürü altına almadı mı? Sosyalizm için de söylenemez mi bu? Onlarca yıl Sovyet Rusya’da sosyalizm bayrağı altında insanlar baskı altına alınmadı mı? Rusya’yı kapitalistleştirenler kimlerdir? Yelsin, Gorbaçov ve şimdi Putin? Eski rejimin en üst katmanında yer alanlar değil mi?
Tarihe bakarsak bu daha kolay görülür. Dört yüz yıl boyunca Hıristiyanlar, gladyatörlerin çarpıştıkları arenalarda aç aslanların önüne atılmıştır. Fakat sonra, İmparator Konstantin’in Hıristiyanlığı devlet dini haline getirmesiyle Hıristiyanlık önce inanmayanların katledilmesinin sonra da bütün yoksulların sömürülmesinin gerekçesi haline getirilmiştir. Tanrı ve din sömürünün payandası yapılmıştır. Bu durum İslam için de böyledir. Beşinci ciltte İslami hareketin bir yoksul, köle, kadın, genç ve küçük tüccar hareketi olduğunu yazdım. Sonradan bu ideoloji, yani İslam, devletleşmenin ileri aşamasında halkın ezilmesinin ve sömürülmesinin dayanağı yapılmıştır. Her toplumsal araç ki bunlara dinler de dahildir bir aşamadan sonra baskı ve sömürünün, bağnazlığın, batıl inancın dayanağı haline gelmişlerdir. Sanıldığı gibi bu sadece dinler için söz konusu değildir. Bütün ideolojik ilke ve tezler için geçerlidir.
Genel olarak şunu söyleyebilirim. Dinler hiçbir zaman kendi başına aydınlanmazlar. Dinlerin bağnazlığı veya insancıllığı onları yaratan ve sonra araç olarak kullanan sınıfların konumuyla ilişkilidir. Dinler sonuçta öyle veya böyle yorumlanan ideolojilerdir. Toplumlar o kitapları nasıl yorumlarsa öyle biçimlenirler. Dolayısıyla toplumların aydınlanmasıyla, aydınlanmış insanların toplumsal bir kuvvete dönüşmesiyle, dinler de konumları gereği değişikliğe uğratacaktır. Güçlü bir ilerici-halkçı iktidar, din ve inancı, Tanrı ile inanan arasına hapsedebilir ki tarihte bunun çok örnekleri vardır.
Aydınlanma Çağı’nın Voltaire gibi filozofları, “eğer dinsel hoşgörü olursa, insanlar hangi inançtan olursa olsun, barış içinde bir arada yaşayabilirler” tezini savunurlar. Dinsel hoşgörünün yeşermesi ve aydınlanmış bir din için aklını kullanma cesaretini gösteren, aydınlanmış kişilere/din adamlarına ihtiyaç var sanırım: Voltaire, Martin Luther gibi kişilere. Ne dersiniz? Mümkün mü?
Bu soru çok önemli bir sorudur. Neden? İnsanlar Aydınlanmanın birkaç dehanın veya büyük düşünürün eseri olduğunu sanıyor. Birinci ve ikinci ciltte bunlara değindim. Tarihte büyük düşünürler, toplumsal koşullar onların ortaya çıkmasını zorunlu kıldıkları için vardır. Tarih kadri bilinememiş veya keşfedilememiş büyük dehaların, büyük adamların çöplüğüdür aynı zamanda. Toplumlar tarihi ilerleten düşünceleri ne zaman keşfederler? Büyük düşünürler ne zaman ortaya çıkarlar? Bu sorunu beşinci ciltte etraflıca tartıştım. Araplar ellerinin altındaki Yunan eserlerini, yani tarihi ilerletecek düşünceleri 6’ncı yüzyılda değil 9’uncu yüzyılda keşfettiler. Bu eserler Urfa, Halep, Şam, Gundişapur’daki kütüphanelerde 5’inci yüzyıldan beri vardı. Fakat bu eserler Arapların dikkatini çekmedi. Ya da Batılı toplumları ele alalım. Araplardan aldıklarını söyledikleri Yunan eserlerinin neredeyse tamamı, Hıristiyan manastırların mahzenlerinde ve çatı aralıklarında çürümeye terk edilmişlerdi. Umberto Eco’nun Gülün Adı romanı da bunu anlatır. Batı bu eserleri ne 6’ncı ne 9’uncu ne de 11’inci yüzyılda keşfetti. Ne zaman ki ekonomik ve toplumsal gelişmelerinde yeni düşüncelere, yeni tarzlara, evreni ve dünyayı yeni bir bakış tarzıyla yorumlama ihtiyacı duydular işte o zaman o eserleri ve düşünceleri keşfettiler. 15’inci yüzyılda Hümanizm ve sonra Rönesans’la keşfettiler ki Rönesans Yunan hümanizminin yeniden doğuşudur. İlk başta ne Araplar ne de Batı toplumları bu eserlere ihtiyaç duyuyorlardı, çünkü toplumsal gelişmişlik düzeyleri bunları gerekli kılmıyordu. Fakat ne zaman ki Araplar, Çin Seddi’nden Cebelitarık Boğazı’na kadar olan büyük bir coğrafyayı, birbirinden farklı kavimleri yönetmek zorunda kaldı, işte o zaman bilime, felsefeye, siyaset bilimine ihtiyaç duydular. Çünkü ekonomiyi, kentleri, üretimi, tüketimi, dinsel ritüelleri ve savaşları örgütlemek zorundalardı. Aynısı Batı toplumları için de geçerlidir. Bunları beşinci ciltte etraflıca tartıştım. Bunları şunun için söyledim: Toplumlar belli bir gelişmişlik düzeyine eriştiklerinde, ihtiyaçları farklılaştığında ve mevcut konumlarının ötesine geçmek durumunda kaldıklarında sadece felsefeye, siyasete, bilime, edebiyat ve sanata değil, büyük siyasetçilere, filozof, bilim insanı ve düşünürlere de ihtiyaç duyarlar. Bunlar birbirinden beslenen olgulardır. Bunu unutmamak lazım. Neticede Voltaire, “toplumların akılla bilgeliğe ihtiyaç duyduklarında bunların inlerinden çıktıklarını fakat ortalığı bağnazlık kapladığında da bunların yeniden inlerine çekildiğini” söyler. Toplumların içinde bulundukları koşullardır Aydınlanmayı sağlayan veya gericiliğin gelişmesine izin veren. Her dönemde büyük dehalar, büyük düşünürler çıkacaktır, fakat bugün insanlık derin bir kriz içindedir ve bir çukurun içinde debelenmektedir.
“Çoğunluğun/sürü insanının/cüce insanın” elinden din/tanrı da alınırsa tutunacak başka bir dalı kalmayacağını, nihilizme kapılacağını, boşluğa düşeceğini ifade eder Nietzsche. Dostoyevski, Karamazov Kardeşler’de çoğunluğun mucize, sır ve otorite (bir din adamı, anne-baba, bir efendi vs.) istediğine, özgürlük denen ağır yükü kaldıramadıklarına işaret eder. Din/tanrı inancı, nihilizm ve özgürlük denen ağır yük arasındaki ilişki hakkında neler söylersiniz? O tutunacak dal nasıl bir dal olmalı ki insan, özgür kişi olmayı da başarabilsin?
Din, inanç, özgürlük gibi durumlar hep görecelidir. Bu nosyonlar çok köklüdür. İnsan sonuçta toplumsal bir varlıktır. Her zaman bir “inanç” etrafında örgütlenmiştir. İnanç derken de sadece dinleri kastetmiyorum, her türlü ideolojik yapıyı kastediyorum. İnsanoğlu varlığını anlamlandırırken buna bir kutsallık atfetmeye ihtiyaç duyar veya buna eğilimlidir. Bu nedenle insanlığın bir gün, bütün bu olumsuz olduğu varsayılan değerlerden kurtulacağını düşünmek bir hüsnü kuruntudur. Çünkü bu değerler, iyisiyle kötüsüyle toplumları toplum yapan ortak değerlerdir. Sadece bunların farklı yorumlanması ve anlamlandırılması gerekir. İnsan hiçbir zaman tam özgür olamayacaktır. Çünkü mücadele, insana yaşam enerjisi vermektedir. Ancak şu da bir gerçektir ki bu değerlerin olumsuz etkisi gericileşme dönemlerinde daha da ağırlaşır. İnsan bu dönemde zihinsel ve ruhsal açıdan cüceleşir ve kendine hayali-kutsal bir dayanak arama gereği duyar. Bu yüzden Kant, “Aydınlanma Nedir?” başlıklı makalesinde bu soruna dikkat çekmek için “sapere aude!”, yani “aklını kullanmaya cesaret et!” der. Kısacası, insanoğlu toplumsal devrimlerle özgürleşir veya karşıdevrimlerle esaret altına alınır. Toplumsal koşullardan soyut, bağımsız bir özgürleşme yoktur. “Vardır” diyen de derin bir yanılgı içindedir.
Çok kapsamlı bir çalışmanın/okumanın/araştırmanın ardından ortaya çıkmış bu kitap. “İslam felsefesi” hakkında bu araştırma/okuma süreci öncesinde ne düşünüyordunuz? Sürecin sonunda nereye vardınız? Böyle bir felsefe var mı, varsa felsefeye ve İslam’a/dine ne katmıştır/katacaktır?
Beşinci cildi yazmadan önce İslam uygarlığının olduğunu, özgün bir İslam felsefesinin olduğunu düşünüyordum, çünkü buna ilişkin okumalar yapmıştım. Fakat bu kitabı yazma sürecinde kavrayışım daha da netleşti ve derinleşti. Kısaca belirteyim, 8-13’üncü yüzyıllar arasında inşa edilen İslam felsefesi özgün bir felsefedir. Felsefenin gelişmesinin önünü açmıştır. Kitabımda da vurguladığım gibi felsefenin sıçrama dönemlerindeki katkılar esas olarak küçük katkılardır. Hem Platon hem Aristoteles hem Descartes hem Kant hem de Marx için geçerlidir bu. Her filozof, yaşadığı çağda tıkanmış olan felsefeye bir akışkanlık kazandırmıştır. Bu İslam felsefesi için de söz konusudur. Bunu inşa edenler el-Kindi’den başlamak üzere Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd’tür. Din ve felsefeyi birleştiren tılsımlı cümle “din ve felsefe iki süt kardeştir” ifadesidir. 6’ncı yüzyıldan sonra düşünce tarihinden sürülen felsefe, İslam düşünürleri sayesinde yeniden zihinsel etkinliğin başat uğraşı haline gelmiştir. Tam 400 yıl boyunca Avrupa üniversitelerinde er-Razi, Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd idol olarak okunmuş ve baş tacı edilmişlerdir. Hangi dönemde böyle bir şey olmuştur? Descartes, Kant ve Marx henüz 200 yıldır düşüncemizi belirliyor. Ama İbn Rüşdler 400 yıl boyunca idoldüler. Bunu hep unutuyoruz. Rönesans veya Aydınlanma belli bazı toplumsal koşulların ürünü olarak ortaya çıkmış toplumsal-kültürel hareketlerdir. Fakat bu hareketlerin temelini felsefi açıdan Batı’ya Aristoteles’i taşıyarak er-Razi, İbn Sina ve İbn Rüşd atmıştır. Roma’da yakılan ve 16’ncı yüzyılın en ünlü filozofu G. Bruno şunları söyler: “Mekânsal genişlemeyle ortaya çıkan varlığın ve doğal biçimlerin kaynağı maddedir ve onlar oradan çıkarlar. Bunu Averroes [İbn Rüşd] de böyle söylerdi. O bir Arap olduğu ve Yunanca bilmediği halde, Aristo’yu Yunanlardan çok daha iyi kavramıştı; eğer o Aristo’ya bir efendiye tapar gibi tapmasaydı bu yeteneğiyle çok daha derinlemesine analizler yapabilirdi.” Dante boşuna bu büyük İslam filozoflarına, ölümsüz eserinde Aristoteles’in yanı başında yer vermez.
Muhammed peygamberle ilgili de yerli-yabancı sayısız kaynağı elden geçirmişsiniz. “Hz. Muhammed’in dünyayı değiştirmeyi başaran çok az sayıda insandan biri olduğu şüphe götürmez” diyorsunuz. Karşılaştırma şansı bulduğunuz onca kaynağa baktığınızda, Muhammed’le ilgili doğru bilinen hangi yanlışlara (ya da tam tersi), hangi bilinmeyenlere ulaştınız? Ne konularda kafa karışıklığı yaşadınız/yaşıyorsunuz?
Kitapta Hz. Muhammed’e uzun bir yer ayırdım. Hz. Muhammed hakkında bildiklerimiz çok yüzeyseldir. Peygamberliğini ilan ettikten sonra Mekke’de ona ve taraftarlarına zulüm uygulanmıştır. Taraftarlarının bir kısmı Habeşistan’a göç etmek zorunda kalmıştır; bugünkü devrimcilerin ülkelerini terk ederek dünyanın başka ülkelerinde yaşamak zorunda kalması gibidir bu. En sonunda kendisi de Mekke’yi terk etmek zorunda bırakılır. 20 yıl boyunca mücadele eder; sadece Mekke’nin hakim sınıflarına karşı değil, Medine’deki yerleşik ve büyük servetlere sahip Yahudi ve pagan aşiret liderlerine de karşı. Karşısına çok sayıda peygamber adayları ve güçlü liderler çıkmıştır. Savaşlar yönetmiş, Uhud Savaşı’nda ölümle yüz yüze gelmiş ve ölü numarası yaparak hayatta kalmıştır. O Medine’ye hakimdir: Mekke’yi dize getirmişti, birçok aşireti kendine biat etmeye zorlamıştı, fakat öldüğünde Arap Yarımadası henüz tam olarak Müslümanların denetiminde değildi. Bu zorlu mücadelenin sonunda yaratılan birikimin, devletleşip devletleşemeyeceği bile belli değildir. Sonuçta Hz. Muhammed’in yarattığı bu hareket, henüz yarı-barbarlık aşamasında yaşayan Arap kabilelerini devletleştirmekle kalmaz, bu devletten muazzam bir uygarlığın çıkmasını da sağlar.
Hz. Muhammed’i yıllarca laik yazarlardan öğrendik. Onlar bize Kur’an ve Muhammed’in getirdiği kuralların ne kadar saçma, ne kadar insanlık dışı ve geri olduklarını anlatıp durdular. Fakat bir şeyi gözden kaçırdılar: Uygulamaya sokulan bütün bu kuralların (miras hakkı, kadının konumu ve hakları, ceza hukuku, kölelik-cariyelik durumu, üretim ve bölüşüm ilişkileri) hangi koşullarda ortaya çıktıkları, o dönemde Arabistan’ın toplumsal koşullarının ne olduğu, bu kuralların eskiye göre ilerleme mi yoksa gerileme mi olduğu, İslam devletinde uygulanan kuralların ve yasaların o günkü Hindistan, Çin, Orta Asya, Orta ve Kuzey Avrupa’nın koşullarına göre ileri mi yoksa geri mi olduğu bilinmiyordu. Bütün bunları gözden geçirince Hz. Muhammed’in aynı zamanda döneminin büyük bir devrimcisi olduğunu da daha derinden kavradım. O günün koşullarını bugünün bilinciyle, bugünün uygulamalarıyla karşılaştırırsanız sadece barbarlık görürsünüz, fakat bu uygulamaları o günün koşulları içinde değerlendirmelisiniz. O günkü Arabistan’ın koşullarını, Afrika’nın, Orta ve Kuzey Avrupa’nın, Hindistan ve Çin’in koşullarıyla karşılaştırdım ve kanıtlarıyla ortaya koyduğum gibi İslam, aynı zamanda o gün muazzam bir çağdaşlaşma hamlesidir. Fransız tarihçi Maurice Lombard, “Arapların fethettikleri yerler kısa bir süre sonra uygarlaşırken, fethedemedikleri yerler çağlar boyunca barbarlık koşullarında yaşamıştır” der. Bunun verileri çok açık. İslam uygarlığı yıkılırken dünya çapında gelişme kaydeden, eğer Osmanlı’yı saymazsak üç bölge ve ülke var. Portekiz, İspanya ve İtalya. Nedeni ise basittir. Bu bölgeler İslam uygarlığının uzun süre etkili olduğu bölgelerdir. Fransa’nın, İngiltere’nin ve Almanya’nın gelişmesi çok sonradır.
Fakat şunu da belirtelim ki İslam tarihinin ilk 150 yılı karanlıktır. Kur’an’dan başka herhangi bir metne sahip değiliz ki onun bile ne zaman kitaplaştırıldığı bilimsel olarak kanıtlanmış değildir. Kur’an’ın ayetlerine ve düzenlenmesine ilişkin daha Muhammed döneminde itirazlar var. Bu itirazlar bugün bile Batı’da ciddi İslam bilimcilerinin araştırmaları üzerinden devam ediyor. Bunlara ilişkin somut bilgiler var ve bunların önemli bir kısmı bilinmiyor. Kitabımda bunları da özetledim.
Kitapta “Metinler ve Rubailer” başlıklı sayfada Ömer Hayyam’a ait olan şu sözler oldukça önemli: “Günümüzde aydın geçinenlerin büyük bir çoğunluğu hakikati yalanla örtbas ederek ve ellerindeki bilgiyi sadece küçük ve maddi çıkarlar için kullanarak görüntüde aydın olmanın sınırlarını da aşamıyorlar. Gerçek anlamda bilgiye ulaşma ve hakikati elde etmeyi aşk derecesinde amaç haline getirmiş; kibri ve yalanı kendisinden uzak tutan; aldatıcı ve göz boyayan görüntüye kapılmayan herhangi birine rastladıklarında da onu hemen karalamaya başlıyor ve onunla alay ediyorlar.” Geçmişten bugüne hiç değişmemiş durum. Ne dersiniz?
Buradan da öğreniyoruz ki bin yıl önce durum neyse bugün de aynı. Demek ki insanoğlu, belli başlı sorunlarının etrafında tarih boyunca dönüp dolaşıyor. Sadece uyguladığı yöntemler, konulara yaklaşımı ve ele alış tarzı değişiyor. Sorunlarımızın özü gerçek anlamda hiçbir zaman ortadan kalkmıyor.
- Bu söyleşi, 22 Aralık 2019 tarihinde Gazete Duvar’da yayınlanmıştır.