“O, yedi güzel adamın görünmeyen, ama varlığı ve etkisi hissedilen sekizincisi idi.”
Öteden beri maksadı anlamak ve işi de anlaşılır kılmak açısından türküyü Türklere, masalı (çirok) büyük oranda Kürtlere, irfanı Farslara, felsefeyi (hikmet) Yunanlılara hasrettiğimiz üzere şiiri de Araplara hasrederiz.
Bu formlar, aynı zamanda bu saydığımız kavimlerin kültürlerinde az ya da çok belli bir oranda var olduğu halde, bu yargı adeta kanıksanmış ve kabul görmüştür.
Şiir, İslam öncesi Arap toplumunda, önemi reddedilmeyecek oranda kendine hatırı sayılır bir yer bulabilmiştir.
Bunun, o toplum açısından birçok dâhili, harici, sosyal, kültürel, tarihi vb. sebepleri vardır mutlaka. Bunlardan birisi ve belki en önemlisi, Arapların söz (kelam) ustası olmaları ve bu ustalıklarını, kendi kabilelerini, çevrelerini hemen her alanda savunma ihtiyacına binaen şiire sarılmaları ve onun gücüne sığınıp inanarak onunla kendi varlıklarını berdavam ettirmeleri cihetiyledir.
Her ne kadar Şuâra suresinde şiir değil, şairler (bazı sebeplerden dolay) kınanırken, Hz. Peygamber’in (s) şairi, sahabe Hasan Bin Sabit örneğinde de görüleceği gibi şiirin gücünün cahiliye döneminde olduğu üzere İslam döneminde de etkili bir yol, yöntem olduğu bilinmektedir.
Bununla birlikte başlı başına bir hidayet kitabı olan Kur’an’ın mesajının, gerek diziliş ve gerekse de inzal olduğu üzere nesir formunda değil de nazım formunda karşımıza çıkması, işi, bir noktaya indirgemeden söylersek şiirin kültürümüzde önemli bir yer kapladığı kabul görecektir.
Öyle ki, sosyoloji gibi, bizim açımızdan bir hayli yeni olan ve çetelemizi tutan disiplinlerin hayatımızda pek yer almadığı klasik dönemlerde; doğumdan ölüme kadarki süreçte şiirin -çoğunlukla destan şeklinde- başlı başına bir disiplin görevi ifa ettiği söylenebilir.
Şiirin, çoğunluğumuz itibarıyla 20. yy’da doğmuş, yaşamaya devam eden bizlerin hayatında öyle ya da böyle yer ettiğini söylememiz gerekir.
En başta resmi bayram törenlerinde bazı Türk büyüklerini anlatan, cumhuriyet gibi formları fazilet gibi algılatan şiirlerden başlamak üzere, maalesef buna rağmen, çok okuyan ve okuduğunu anlayan bir toplum olmadığımız halde şiir hepimizin hayatında şu ya da bu oranda yer tutmaktadır.
Tabii ki resmi müsamereler nedeniyle ilk okuduğumuz şiir merhum Mehmed Akif’in “İstiklal Marşı” şiiridir.
Bu şiir dahi, tek başına şiirle olan ilişkimizi belirlemeye devam etmektedir.
Bunlarla birlikte, şiiri, birer kültürel özelliği bulunan birçok formdan ziyade felsefe ile kıyasladığımızda, onun bize ne demek istediğini, ancak, şairinin kendisine has poetikasına (şairin, şiiri hakkında oluşan düşünce biçimi) vâkıf olmamızla mümkün olduğunu söylemeliyiz.
Şiir vesilesiyle Sezai Karakoç…
Sezai Karakoç’un yıllar içerisinde yazdığı siyasi portre yazıları (Yaser Arafat ve Turgut Özal) günlük siyasi fıkra yazarlığı ile hikayeciği yanında en önemli vasfının, şuura varan, onun vasıtasıyla Müslüman kişiliği vücuda getiren ve oradan da medeniyete ulaştırmaya çalışan şairliği olduğu kabul görmüştür.
Bizim de hayatımızda bir teşehhüt miktarı şiirle uğraşımız olmuştu. O da yukarıda belirtmeye çalıştığımız üzere; İstiklal Marşı üzerinden, ortaokul yıllarında, kendimizi ortaya koymak adına, anlamlı kılmaya çalıştığımız şiir çalışmaları ile…
Bazılarımızın uğraşısı kalıcı oldu, bazılarımız yarı yolda bıraktık, bir kısmımızın ise, o konuda kalem oynatmasak da ona yönelik var olan ilgimizin devamı şeklinde sürüp gitti.
Birçok şair ismi duyduk, elimize geçen şiirlerini okuduk, onlardan etkilenerek çeşitli şiirler yazmaya koyulduk; aşk şiirleri, lirik, pastoral, didaktik ve devrimci, direniş şiirleri kendi mecrasında sürüp gitti.
Bu şiir türleri ile haşır neşir olduğumuz yıllarda, en azından biz “devimci” safta bulunuyorduk. Sırasıyla; aşk, lirik, pastoral ve didaktikten devrimci, direnişçi şiirde karar kılmış; yaz(a)masak da, bu tarz şiirler bize daha anlamlı ve “kalıcı” gelmişti.
Şuura erince ise, bu saydığımız şiir formları ile birlikte Sezai Karakoç’un bir aşk şiiri şaheseri olan “Mona Roza” şiiri vasıtasıyla aşkla ve tekrardan şiirle tanışmış olduk.
Birçok insana göre, “altı üstü bir aşk şiiri” olarak kabul görüp değerlendirilse de “Mona Roza” içerik olarak, insanı zinde tutan birçok özü barındırmaktaydı.
Mona Roza
Mona Roza, siyah güller, ak güller
Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah, senin yüzünden kana batacak
Mona Roza, siyah güller, ak güller
Ulur aya karesi kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa
Mona Roza, bugün bende bir hal var
Yağmur iğri iğri düşer toprağa
Ulur aya karşı kirli çakallar
Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Roza, ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek.
Şiire ait bu ilk üç dizenin yorumunu işin ustalarına ve üstadın poetikasına, yani onun şiir düşüncesine; şiirden ne anladığına, ona yönelik kurgusuna zamanla muttali olmuş işin erbabına bırakalım.
Mona Roza şiiri ile birlikte, tarihten bugüne anlatıla gelen “Leyla ile Mecnun”un aşkı üzerine Sezai Karakoç’un konu ile ilgili bu dizeleri de, aşkın onda önemli bir yer tuttuğuna işaret ediyor:
Gün geldi, Kays’ın bu hali son ucuna vardı
İçindeki sevgi toprağı verdi ulu yemişini
O öyle yaratılmıştı sevmek ve sevgisine kendini vermek üzere
Sevgide yanmak, yok olmak ve bir daha onmamak üzere
Aşağıda ilk dizelerini aldığımız şiir, şairin Hz. Peygamber’e (s) olan hasretini ve o’na kavuşma isteğini dile getirmektedir. Gerçi, dünya bir sürgün yeri olmadığı hâlde, üstad onu, belki de çeşitli duygular içerisinde kendisi için sürgün yeri olarak değerlendirmiş. Zira Kur’an’da “O, hem ölümü, hem de hayatı yaratmıştır ki sizi sınamaya tâbi tutsun [ve böylece] davranış yönünden hanginiz daha iyidir [onu göstersin] ve yalnız O[nun] kudret sahibi ve çok bağışlayıcı [olduğuna sizi inandırsın].” (Mülk Sûresi, 2)” diye buyrulmuştur.
Ey Sevgili…
Ey Sevgili
Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim
Biz, başka bir izden hareketle yürüyüşümüze farklı bir şekilde yürüyelim…
Teneke Uygarlık Sahibi İnsanların Bilemeyeceği…
Bu şiir dahî, aşkın, teneke uygarlık sahibi insanların asla anlayamayacağı işaretler ihtiva eden ne yüce bir şey olduğu ve üstadın da bu yüceliği en içtenlikle ve belli ki çektiği ve tarifi imkânsız acılarla birlikte anlam kazanmıştır.
Anlamaya çalıştığımız kadarıyla Mona Roza’yı eğer salt bir aşk şiiri olarak kabul ettiğimizde, üstadın sadece aşk temalı şiirlere önem verdiğini düşünürüz. Ama onun insanı bir bütün olarak değerlendirdiğine inandığımız şiirlerine baktığımızda “hayat boşluk kaldırmaz” yargısına uygunluk içerisinde, insanı insan kılan değerleri şiirleştiği görülür:
Anneler ve Çocuklar
Anne ölünce çocuk
Bahçenin en yalnız köşesinde
Elinde bir siyah çubuk
Ağzında küçük bir leke
Çocuk öldü mü güneş
Simsiyah görünür gözüne
Elinde bir ip nereye
Bilmez bağlayacağını anne
Kaçar herkesten
Durmaz bir yerde
Anne ölünce çocuk
Çocuk ölünce anne
Diriliş Şairi…
Sezai Karakoç ismi zikredildiğine her ne kadar akla “Mona Roza” gelmekte ise de, onun en önemli vasfının şiirinde diriliş nesline seslenmesi, onu yeniden inşa çabası ve izleri geçmişte kalan ama günümüzle birlikte, özlem ve yaşamak açısından geleceğe vurgu yapılarak şuur plânında şekillendirilen ve eskimeyen değerler üzerinden elde edilmeye çalışılan medeniyet tasavvurudur; bir yandan Mekke, Medine, bir yandan İstanbul, Tahran; bir yandan Bağdat, Kurtuba, Kahire, Diyarbekir, Urfa, Maraş vb.
Diriliş olgusu ve medeniyet…
Sezai Karakoç medeniyet olgusuna onun tekrardan ihyası için sürekli vurgu yapar. Medeniyete vurgu yapması, adeta onun alâmet-i farikası kabilinden değerlendirilebilir: “Günümüzde, ülkemizin yaşayan en önemli düşünür ve şairidir. Durdurulan, önü kesilen bir medeniyetin, bu durduruluşunun insanlık için hangi acı ve yıkımlara sebep olduğunu, sahne alan Batı orijinli medeniyetin, diğer tüm yerel hayat tarzlarını yok ederek, kendi hayat biçimini dayatıp sömürüsünü sürdürdüğünü, bu uğursuz çarkın kırılmasının yolunun da, durdurulan medeniyetin yeniden harekete geçirilerek insanlığı aydınlığa çıkaracağını savunur. Ve bu mücadelenin adını Diriliş olarak koyar.” (Bir Medeniyet Mimarı Sezai Karakoç, Mahmut Kaçarlar, medeniyetvakfi.org)
Dünya gözüyle görmek…
Yukarıda belirtmeye çalıştığımız üzere, şiirle ilgimiz önceleri yazmak, daha sonrasında ise ilgiyle okumak seviyesinde seyretmişti. İşe solcu şairlerle başlamıştık; en başta Nazım Hikmet, Ahmet Arif ve diğerleri.
Nazım Hikmet’in,
Hava kurşun gibi ağır!!
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun
kurşun
erit-
-meğe
çağırıyorum…”
dizelerinden, Ahmet Arif’in Utuz Üç Kurşun” şiirinin ilk kıtasına kadar:
“Bu dağ Mengene dağıdır
Tanyeri atanda Van’da
Bu dağ Nemrut yavrusudur
Tanyeri atanda Nemruda karşı
Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur
Bir yanın seccade Acem mülküdür
Doruklarda buzulların salkımı
Firari güvercinler su başlarında
Ve karaca sürüsü,
Keklik takımı…”
Birçok İslamcı (Afganistan cihadı döneminde hayali olarak ellerinde mitralyözler ve dillerindeki inkılabî dizelerle düşmana karşı mücadele edenler) ve muhafazakâr şairler geçidi içerisinde, bana en yakın duran şairlerden biri Elbette, aynı zamanda medeniyetçi düşünceleri ile ön plânda duran şair Sezai Karakoç’tan başkası değildi.
Bu minvalde sayarsak Necip Fazıl, İsmet Özel, M. Akif İnan, Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu gibi şair ve yazarlarla birlikte Sezai Karakoç’tu.
Bunların içerisinde Necip Fazıl kendine özgü “din ve hayat anlayışı” ile farklı bir yerde durmakla birlikte, İsmet Özel’i de kendine özgü şartlar açısından yine farklı bir yerde tutarsak; Nuri Pakdil, M. Akif İnan’la birlikte Sezai Karakoç bana yakın duruyordu.
Bu salt ve indirgemeci bir mantıkla ele alınmayacak kadar dar bölgeci bir anlayışın eseri olmayıp aynı coğrafyayı tarihsel, kültürel, acılar, imkânlar ve imkânsızlıklar açısından değerlendirildiğinde “kalpten kalbe bir yol vardır” inceliğine işaret ederdi.
O, bizdendi ve bizi anlatıyor, halimizi, ahvalimizi betimliyordu.
Rahmet dilekleriyle…
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.