13.03.2022
Sedat Bozkurt, gazeteduvar.com’da “Memleketin en önemli iki meselesinden biri” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Türkiye’nin meseleleri çok fazla değişmez. Hemen hemen ilk 10 hep aynıdır. Devlet aygıtı da siyaset de bu meseleleri ancak tespit eder, bunlardan söz eder ama çözmez, çözemez. Süleyman Demirel’in o ünlü “meseleleri mesele etmezseniz mesele kalmaz” sözü belki de bugüne kadar bu meseleler için yapılmış en somut çözüm önerisidir. Demirel’i anmışken bir başka sözünü de tam da bu söylediklerime katkı sağlaması için hatırlayalım; Türkiye yönetilemez idare edilir…
Türkiye’nin önemli sorunlarından biri olan Kürt Sorunu bu “meseleler” arasında bazen birinci bazen de ikinci sırada gösterilir, sonuçta neresinden bakarsanız bakın hep ilk ikide yer alır. Başbakanlık koltuğuna oturan Mesut Yılmaz da Tansu Çiller de Abdullah Gül de Recep Tayyip Erdoğan da ilk olarak bu sorun ile tanıştılar. Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan ve Turgut Özal’ı saymadım, onlara göre “yeni jenerasyon” siyasetçileri saydım. Zira onların, devleti de meseleyi de çok iyi bildiklerini biliyoruz. Nitekim Başbakanken Mesut Yılmaz, “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” demiş, Başbakanlık koltuğuna oturan Demirel ise “Kürt realitesini tanıyoruz” demekle yetinmişti. Bu önemli bir ayrımdır.
Erdoğan Başbakanlık koltuğuna tam yerleştikten sonra, ki bu yaklaşık 3 yıl sürmüştü, Diyarbakır’a giderek “İlla her soruna bir ad koymak da gerekmez. Çünkü sorunlar hepimizindir. Ama illa ‘ad koyalım’ diyorsanız Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepimizin sorunudur. Benim de sorunumdur” demiş, devlet adına da özeleştiride bulunmuştu. O dönemde AB üyelik süreci ve yurtdışında aranan meşruiyet nedeniyle sorunun çözümü için radikal sayılacak adımlar atıldı. Meselenin ele alınacak kıvama da geldiği konuşulmaya başlandı. Hakkını yemeyelim, bu dönemde AKP bu meseleyi sadece konuşmadı, niyetleri tartışmalı da olsa çözüm adıyla birkaç hamle de yaptı.
Gazetecilik hayatımda pek çok partinin ve devlet kurumunun meselenin çözümüne yönelik çözümler öneren pek çok rapor yayınladığını bildiğim için arşivi taradım. Raporların bazılarına göz attım. Kürt meselesi ile ilgili ilk çalışma, Meclis Başkanı Abdülhalik Renda’nın 1925 yılında hazırlayıp İsmet İnönü’ye sunduğu rapordur. Raporun en önemli tespiti Kürt milliyetçiliğinin yayılma potansiyeli olduğunu ifade etmesidir. Ben, kendi arşivimden bu meseleyle ilgili en eski belgeyi başlangıç olarak kabul etmeye karar verdim. Belgenin adı “EK RAPOR 2- CENUP – ŞARK ANADOLU HAKKINDA BAZI NOTLAR (15 /09/1947)” Raporu yazan Maliye Müfettişi Burhan Ulutan, yaz turnesinde Kurtalan istasyonundan Van’a oradan da Irak- İran hudutlarının kavşak noktasında Şemdinli’ye kadar yolculuk yaptığını aktarıyor. Raporda Dersim adı da var. Halk ve yaşayış kısmında, mıntıkanın “Kürt dediğimiz Kürtçe konuşan insanlarla meskûn” olduğu belirtiliyor ve “ev denilmeyecek yerlerde” yaşandığı kayıt altına alınıyor. Yiyecek bulunamadığı ve halkın aşiret ağaları ile askerden korktuklarına yer verilen raporda sert tespitlerin yanı sıra “Kendi vatanımızda, kendi kardeşlerimiz arasında adeta bir müstemleke devleti gibi yaşamamızın, silah kuvvetiyle halka hâkim olmaya çalışmamızın sebepleri üzerinde ısrarla durmak ve onları bertaraf etmeğe çalışarak vazifeye başlamak hedefimiz olmalıdır” gibi çok ileri öneriler de yer alıyor. Bir maliye müfettişinin hazırladığı 1947 tarihli bu rapor, “Bu mıntıkanın sahibi değiliz. İyi idare, halka benliğini iade ve onunla kaynaşma bizi bu toprakların sahibi yapacaktır” önerisiyle bitiyor. 75 yıl önce bir devlet görevlisinin tespitleri bugün okuyanları şoka sokacak kadar etkili. Bu tespitlerin bugün halen, farklı içerik ve cümlelerle yapılıyor olması da bir o kadar hüzünlü.
Demokrat Parti iktidarının son yıllarında ortaya çıkan ve 61 Anayasası sonrasındaki özgürlükçü ortamdan yararlanan Kürt siyasi hareketi, 60’ların ortasından 70’lerin sonuna kadar, dönemin politik kimliği olan sol ve sosyalist hareketlerle yol almaya çalıştı. 80’lerden sonra, 12 Eylül darbesinin faşizan uygulamalarının da katkısıyla, tam da iddia edildiği gibi “bu meselenin bir sonucu” olarak şiddeti araç olarak kullanan PKK’yı ortaya çıkardı, büyüttü. PKK, 1978 yılında önce kendisine rakip gördüğü Kürt örgütlerini hedef aldı, sonra kendisine taban yaratacak hedeflere yöneldi. Bu anlamdaki ilk silahlı eylemini Siirt, Eruh ve Hakkâri Şemdinli’de gerçekleştirdi. Bu eylemler hemen yankı buldu. Çünkü 12 Eylül dönemi uygulamaları ve Diyarbakır işkenceleri bölgenin konuşulan tek konusuydu. Yani zemin bir nevi hazırdı. Bu hazır zemin sivilleri bile hedef alan terör eylemlerine kadar hoyratça da kullanıldı.
Kürt meselesinde devletin fonksiyonunu, çok farklı bir perspektiften bakarak farklı bir çıkarımla başka bir yazıda anlatacağım. Şimdi yine devlet tarafından meselenin nasıl görüldüğünü anlamamız için 2 ayrı belgeden söz edelim. Birisi MİT’in hükümeti bilgilendirmek için hazırladığı bir PKK faaliyeti ve açıklamaları analizi içeren bilgi notu diğeri MGK tarafından muhtemelen sık sık yayınlanan “Terörle mücadelede sorunlar ve çözüm önerileri” raporu. 1994 tarihinde hazırlandığı anlaşılan MİT analiz bilgi notunda Abdullah Öcalan, Kani Yılmaz ve PKK yöneticilerinin açıklamaları satır satır değerlendiriliyor. Burada, PKK tarafından organize edilen “Uluslararası Kuzey Kürdistan Konferansı”ndaki açıklamalar ele alınıyor. Bu bilgi notunda PKK’nın meseleyi uluslararası boyuta taşımak için izleyeceği yol haritasının, niyetleri de içeren detayları en ince ayrıntısına kadar analiz ediliyor. Devletin kurumları çalışıyor yani. 1996 yılında hazırlanan MGK raporunda terörle mücadeledeki teknik eksiklikler ve ihtiyaçların yanı sıra, ilginç bir biçimde güvenlik güçlerine ait istihbarat birimlerinin koordinasyonsuzluğundan yakınılıyor. İlginç, zira 3 Kasım 1996’da patlak veren Susurluk meselesinde, bu raporda yer alan güvenlik birimlerinin istihbarat çalışmalarının, koordinasyonsuzluğu aşarak birbiri ile mücadeleye dönüştüğü ortaya çıkmıştı. Raporda bölgenin ekonomik durumuna ilişkin tespitler yapılmakta, HADEP örgüte eleman temin etmekle suçlanmakta ve nüfus artışına dikkat çekilmektedir. Rapor, 2010 yılında Türkiye nüfusunun yüzde 40’ının, 2015 yılında ise yüzde 50’sinin Kürtlerden oluşabileceği “uyarısında” bulunuyordu. Raporun tamamında pek çok öneri yer alıyordu. Bu öneriler içinde asayişle ilgili olanların zaman içinde gerçekleştiği ilk bakışta anlaşılıyor. Ekonomik ve sosyal hayata ilişkin öneriler ise muhtemelen yeni raporlarda tekrarlanıyordur. Devlet adına oluşturulan 3 ayrı belgeden söz ettim. 75 yıl önce bir maliye müfettişinin hazırladığı belge bence en değerlisi. O belge dikkate alınsaydı bugün bu yazının başlığı “memleketin en önemli iki meselesinden biri” olmazdı.
Mesut Yılmaz Başbakanken de 1996 yılında milletvekilleri Naim Geylani, Sebgetullah Seydaoğlu ve Ömer Ertaş’ı bölgede inceleme yaparak rapor hazırlamaları için görevlendirir. Hazırlanan rapor 1947 yılındakinden çok farklı değildir. Ek olarak köy boşaltmalar ve faili meçhuller vardır. Bu köy boşaltma ya da göçe zorlama, Osmanlı’nın sık uyguladığı demografik yapıyı değiştirme alışkanlığının devamıdır. Bölge dışında yaşayan Kürt nüfusunu arttırarak coğrafi bölünmeyi zorlaştırmaktı muhtemelen amaç. Bu kısmen sağlandı, en büyük Kürt ili artık İstanbul. Ama göç, Kürt meselesinin Türkiye geneline de yayılmasını sağladı.
Refahyol döneminde Başbakan Erbakan’ın talebi üzerine bölge milletvekilleri bir toplantı yapıyorlar bunu rapor olarak ona sunuyorlar. Diyarbakır Milletvekili Haşim Haşimi, tam da bugün olduğu gibi “dünya bu meseleyi konuşuyor biz niye konuşmuyoruz?” diye soruyor ve Öcalan’ın “beni sistem güçlendiriyor” sözlerini aktarıyor. RP’li milletvekillerinin kafalarının bu meseleyle ilgili çok karışık olduğu da bu toplantı notlarıyla ortaya çıkıyor.
Ayrıca 1993 yılında bugünlerde adı sıklıkla konuşulan Tansu Çiller’in ülkenin direksiyonuna geçtiği ve acayip işlerin olmaya başlandığı dönemde 13 Temmuz 1993 tarihinde “Güneydoğu’daki olayları” incelemek için TBMM araştırma komisyonu kuruluyor. Komisyon tarafından oluşturulan raporda yine uzun uzun tespitler yapılıyor, önerilerde bulunuluyor. 1947 tarihli rapor gibi yani. Bu komisyon raporunda da üye milletvekilleri anlaşamıyorlar, bazıları eksik buldukları yerleri karşı oy yazarak tamamlamaya çalışıyorlar.
Bu mesele ile ilgili en çok çalışmayı yapan parti SHP ve CHP. Birleşen bu iki parti, DSP ile birlikte ayrı ayrı 10’un üzerinde rapor açıkladılar. En önemlileri ve kurumsal olarak açıkladıkları 1990 SHP ve 2015 CHP raporlarıdır. 1990 yılında Parti Meclisi’nde oy birliği ile kabul edilen raporla ilgili olarak dönemin DGM Savcısı Nusret Demiral partiye yazı yazarak raporun kimler tarafından hazırlandığının bildirilmesini istedi. Dili çok ağır olan yazıya SHP yönetimi de aynı ağırlıkta yanıt verdi ve rapor davası konu olmadı. Son kurultay sonrasında da CHP bir Kürt raporu yayınlayacaktı ama iktidarın meseleyi manipüle etme yeteneği ve olasılığı nedeniyle bunu erteledi.
MHP’nin meseleye bakışı Alparslan Türkeş ve Devlet Bahçeli döneminde kısa bir dönem farklılık gösterdi. TÜSİAD’ın Türkiye’yi mozaik olarak tanımlayan raporuna Türkeş, “ne mozaiği ulan” diye yanıt vermişti. Bahçeli genel başkan seçildikten sonra meselenin antropolojik olarak ele alınmasını savunmuş ve “Türkiye çok çeşitli çiçeğin yer aldığı bir bahçedir, burada ayrık otu olamaz” diye farklı bir çizgiye gelmişti. Ama bu dönem çok kısa sürdü.
Devlet bu meseleye bilimsel de yaklaşmaya çalıştı. 1992 yılında kendisi de psikiyatrist olan Devlet Bakanı Yıldırım Aktuna’nın da talebiyle Başbakanlık’ta Türk Politik Psikoloji Merkezi kuruldu. Psikiyatri açısından hala tartışan bir kavram ve yöntem olan politik psikoloji, toplumları bir insan gibi kabul ederek muhtelif hatta travmatik meselelere verdiği tepkileri tespit edip bunu yine psikiyatrik yöntemlerle ortadan kaldırmayı amaçlıyor özetle. Özel çalışma alanı etnik çatışmalar. İlk toplantılarını 1994 yılında Başbakanlık binasında çok geniş bir katılımla yaptılar ve ortalık karıştı. Merkez, başbakanlık bünyesinden alındı MGK bünyesine taşındı ve 1997 yılında da faaliyetleri sonlandırıldı. Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olduktan bir süre sonra Beşir Atalay aracılığıyla tekrar devreye girdi politik psikoloji. Kurucusu Kıbrıslı Türk, ABD vatandaşı Prof. Volkan Vamık ile Türkiye’deki temsilcisi Prof. Abdulkadir Çevik, Gül ile görüştüler ve yeni bir sürecin devlet kurumlarının da katılımı ile başlatılmasına niyet edildi. Güroymak’ın Norşin olduğu dönem bu. Sonra PKK eylemlerini arttırdı ve süreç başlamadan iptal edildi. Ardından hemen kafasındaki kendi planını devreye sokan Erdoğan çözüm sürecini başlattı. Politik olarak yararlandıktan sonra yine politik olarak yararlanmak üzere süreçten vazgeçti. Erdoğan’ın ifadesine göre çözüm süreci rafa kalktı, çöpe atılmadı yani. Çünkü sorun çözülmeden süreç bitti, ya da sorun çözüldüğü için süreç bitmedi. Bir süre önce yaptığı konuşmada 2005 yılındaki açıklamasını hatırlatan Erdoğan, çözüm sürecini başlatanların kendisi olmasına karşın bitirenlerin kendisi olmadığını belirtti. Bir başka açıklamasında da sorunu çözdüklerini, Kürt meselesi kalmadığını söylemişti. Seçim yaklaştıkça yanındaki MHP’ye karşın bu konuda farklı söylemleri işiteceğiz.
Bu uzun yazının başına dönersek bulunduğumuz yer tam da Demirel’in söylediği yer aslında, “meseleleri mesele etmezseniz mesele kalmaz.”
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.