Ekopolitik Düşünce Merkezi’nin Kurucusu Tarık Çelenk “İrfan, hikmet, düşünebilme ve eleştirebilme, özgüven gibi değerler hususunda ağabeyler model tavır gösterebilmiş midir?” sorusunu yöneltiyor.
Geçenlerde mahallenin maruf ağır ağabeylerinden bir büyüğümüzün beni eklediği sosyal medya grubunda, Türkiye’de 5. Kol faaliyetlerini yürüten Ermeni Pakrudiniler ve dönme Sabateistler hakkındaki gönderimlerine göz atıyordum. Bu gönderimleri ilk değildi, son da olmayacaktı. Bir şeyler yazıp cevap vermek istedim. Sonra kırılacaklarını ve bazı hususlarla yüzleşemeyeceklerini düşündüğümden görüşlerimi paylaşmakta vazgeçtim.
Hayatın tabi döngüsü olarak Türk Sağ ve düşünce hayatının özellikle 68 kuşağının popüler temsilcileri bir bir dünyalarını artık değiştiriyor. Siyasetçiler bu tip cenazeleri ve anmaları fırsata çevirip camianın yaslarını paylaşıyorlar. Entelektüel özeleştiri sorgulama cesaretini bulamayan gençler ise kafalarındaki soru işaretlerini bir yana bırakıp sadece yas süreçlerine katılıyorlar. Yoklamalarını bu vesilelerle anma törenleri ve sosyal medyada Türk Sağının büyüklerine veriyorlar.
Böyle bir yazıyı kaleme almadan defalarca düşündüm. Zira bu kritikleri üstüne alınabilecek 68 kuşağından hayatta kalanlar rencide olabilirdi. Niyetimiz de Ahiret’e çoğunluğu intikal eden ve bir kısmı hayatta kalan bu büyüklerimizin aziz hatıralarına saygısızlık yapmak da değildi. Ancak böyle bir mirası sırtlarında taşıyan geleceğe bakan bir genç kuşak da söz konusuydu. Bu genç kuşağın aldığı entelektüel miras evrensel değerlerle rekabet edemiyordu. Düşünen ve sorgulayan gençlerin kafası karışıktı. Kendimce bu konuya dikkat çekilmeli ve yazı yazılmalıydı.
Metin Toker’in değimiyle “Sağ’da ve Sol’da vuruşanlar” hep ülkesini düşmanlara karşı korumaya çalışan ama birbirlerini vuran çoğunlukla taşra Anadolu gençleriydi.
Bu Anadolu gençlerinden Sağ’a dahil olanlar Cumhuriyet tarihinde ilk tepkilerini Mareşal Fevzi Çakmak’ın cenaze töreninde göstermişlerdi. Sorun Mareşal’e gerekli saygı gösterilmemesiydi. Bu nedenle cenazeyi dini yönü ağır basan bir siyasi bir gösteriye dönüştürmüşlerdi. 1968’deki 6. Filo hadiselerinde ABD’yi protestoya giden sol gruplarla çatışan da bunlara benzer gençlerdi.
***
Taşranın bağrından gelen yetenekli bu gençler çiçeği burnunda Cumhuriyetimizin açabildiği yeni üniversiteler ve öğretmen okullarında ancak okuyabiliyorlar genelde öğretmen, avukat veya çok özelleri mühendis olabiliyorlardı.
Bu gençler, sistem ve sınıf sorunları nedeniyle dil öğrenme imkanlarından pek faydalanamıyorlardı. Bu durum da bu gençlerin dış dünyanın her türlü bilgi ve görgü-sosyalleşme imkanlarına kapalı yetişmesine neden oluyordu. Bir bakıma bu durum ciddi bir vizyon sorunu doğuyordu.
Dış dünya ile eğitim, görgü ve ticaret köprüsü olan Galatasaray, Robert ve Boğaziçi gibi kurumlara ise daha çok moda tabirle orta sınıf eğitimli ve beyaz elitlerin çocukları ulaşabiliyordu. Saygı duyduğum merhum bir ağabeyimiz özeleştiri kapsamında 60’lı yıllarda Robert koleji nasıl bastıklarını da bana anlatmıştı.
***
Anadolu gençleri barınma ve burs gibi ihtiyaçların yanı sıra sosyalleşme süreçlerinde M.T.T.B, Mücadeleci, Akıncı, Ülkücü hareketler ve İskenderpaşa gibi cemaatlerden destek alıyorlardı. Bu gençlere daha çok Cevat Rıfat Atillan, Ziya Uygur ve Haluk Nurbaki gibi aydınlar ve eski devlet bürokratları fikri önderlik yaparlardı. Mentorları ise Emin Alpkan gibi gönül ehli orta halli idealist Anadolu esnaflarıydı.
Tanzimat ve İttihatçı İslamcı ve Türkçü Osmanlı aydınları bu kuşağa göre çok iyi yetişmişler dünya görmüşler, dil bilirler ve kaynağından kitapları orijinal okuyabilmişlerdi. Muhtemelen Cumhuriyet devrimlerinin yan etkileri dindar gençleri Tanzimat- Meşrutiyet seleflerinden nitelik olarak oldukça geriye bırakmıştı.
“Ama buna rağmen de bugünkü durumla mukayese için geçenlerde kızımla ziyarete gittiğimiz Türk Sağı geleneğinden gelen mümtaz ve maruf bir aydının elini kızımın omuzuna koyup içten ifade ettiği, “Kızım bizim kuşak Cumhuriyeti çok eleştirdi ama bizler hep bu Cumhuriyet sayesinde buralara geldik. Şimdi siz gençler ise artık bu ülkede kendi geleceğinizi görmüyor dışarı gitme arayışlarına giriyorsunuz ne acı değil mi?”
***
O dönemin gençleri zamanın ruhuna uygun olarak 40’lı yılların Alman Aryan ideolojisinden ve antisemittik akımdan etkilendiler. Birileri adeta koltuklarına el kitapları olsun diye “Siyon önderleri protokolünü” yerleştirmişlerdi. Dünya tarihini bu kuşak yıllarca bu protokolün gözünden okumaya çalıştılar. Muhtemelen komplocu düşünce bu kuşaklara bu şekilde bulaştı.
Maalesef bugünün Türk Sağ ağır ağabeyleri, 50, 60 ve 70’li genç kuşak olarak felsefe, evrensel hikmet ve içkin tasavvuftan ziyade Ali Bulaç’ın başka bir bağlamda dediği üzere şairler, edebiyatçılar ve hikayecilerin etkisinde kalarak duygu yüklü yetiştiler.
Davaları kutsaldı ama ne olduğunun felsefik içeriği net değildi. Kafaları karışıktı. Eylem adamlarıydılar ve teşkilatçıydılar ama neyi savunduklarını pek bilmezlerdi bu açıdan diyalektik materyalizme hakim devrimci gençler-Komünistler(!) ile pek tartışamazlardı.
Devlet kutsalları ve fetişleriydi.
Freudyen psikologlar gerektiğinde ergenlikte babaya dik durmayı ruhsal olgunluğun sağlık işareti olarak görürler. Belki de bu nedenle John Locke vatandaşın haklarını baba figürü karşılığı olan devlete karşı savunmanın esas olduğunu vurgulamıştı. Bu bağlamda Amerikan devrimi ve anayasası sağlıklı oluşmuştur denir. Amerikan ve İngiliz Aydınlanmasının ve Batı liberalizminin yapıtaşlarından olan John Locke ve Thomas Hobbes gibi 17’inci yüzyıl filozoflarının temel eserleriyle dilimizde 1993’ten itibaren tanışabildiği ülkemizde 60 ve 70 li yıllarda bu gençlerin birey ve devlet ilişkisinin bu açısına nasıl haberleri olabilirdi ki?1 Belki de söz konusu kuşaklarda derin devlet düşüncesiyle sıkça füzyona girme, bu sürecin sonucuydu.
***
Rivayet olur ki Nurettin Topçu’nun Paris Sorbon’da kafası oldukça karışmıştı. Sıkça Fransız mistik filozof Maurice Blondel ve Giritli tanınmış molla sonradan Vatikan’da kardinal olan Paul Molla ile sıkça buluşur ve istişare ederdi.
Topçu’nun, Kazan entelektüellerinden Nakşibendi Şeyhi Abdülaziz Bekkine ile tanışınca kendini toparladığı ve zihnin netleştiği söylenir. Bekkine vefat edince Topçu entelektüel alt yapısı olmayan halefi Hoca efendiyi dinlemeye talebeleriyle gidiyor. Vaazı 15 dakika dinledikten sonra talebelerine artık bizim bu dergâhta işimiz kalmadı ayrılalım diyor. Medrese ve camiden gelen manevi tasarrufu dahi olabilen hoca efendilerin empirik dünyaya ilişkin entelektüel bir gelenekten gelmemeleri bugün olduğu gibi o dönemin aydın ve arayışta olan gençleri için bir yetersizlik ve şansızlıktı. Metaforik bakarsanız Topçu dışında dergâhta kalan Türk Sağının bugünkü önemli bir kısmıydı da diyebiliriz.
İnsan istemeden soruyor değil mi? Hala bu kadar gence ağabeylik yapan Türk Sağı ağır ağabeylerinin bu kadar gencin gelecek hayalleri içinde verebilecek neleri kaldı acaba?
Siyonistler, derin devlet, pakrudiniler, dönmeler, kriptolar, fıkıh İslamı dışında söyleyecek söz var mıdır?
İmparatorluk bakiyesi temel sorunlar ile yüzleşebilen değerli ağabeyler tanıdım. İstifade ettim. Ancak hiçbiri ne yazık ki mahalle baskısından bu yüzleşmeleri gençlerle açıktan gerçekleştiremedi.
İrfan, hikmet, düşünebilme ve eleştirebilme, özgüven, ötekine yapılan haksızlıklara karşı vicdani tavır gibi değerler ve aklın kullanılması hususunda bu ağabeyler model tavır gösterebilmişler midir? Kendileri bu durumun öncelikle vicdanen idrakindeler midir?
Bir başka husus da birtakım ağır ağabeylerin kurumlarda gençlerin önünü açmaması huzursuzluğudur. Beklenen ağabeylerin, gençlerin sadece makam olarak değil vizyon ve görgü olarak da önün açması ve teşebbüsü gereğidir.
Türk Sağının ağır ağabeylerinin hikayesi aslında 60 ve 70’li yıllardaki Anadolu evlatları kuşağına o dönemlerde verilemeyen sosyal, entelektüel görgü, yüzleşememenin ve özgüvenin bugüne ilişkin gölgesinin öyküsü değil midir?
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.