11.06.2024
Tercüman Gazetesi’nde, Elif Özkan, Cihan Aktaş ile bir Röportaj gerçekleştirdi. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
- Yazarlık hayatınızın 40. yılını tamamladınız, bu 40 yılda neler değişti yazma ediminizde?
Kırk yıl uzun bir süre sevgili Elif Hanım, zaman içinde yazarlığımın çeşitli merhalelerden geçmiş olduğu muhakkak. İlk gençlik yıllarımda, basılı kitaplarım da olduğu hâlde, kendimi ‘‘Yazar’’ diye tanıtmaz, tanıtamazdım. Beni etkilemiş, üzerimde hakkı olan yazarlara haksızlık etmiş olurdum sanki… Bu dönemde iki çocuk büyütmenin ve yurt dışında yaşamanın izlerine rastlanabilir kitaplarımda. Türkiye’yle bağlarımı korumak için, yanımda iki küçük çocuk, yıllarca İran ve Türkiye arasında gidip geldim otobüsle. Parçalı yaşantım yüzünden roman yazmayı ertelemiştim, 90’larda hemen her yıl bir öykü kitabı yazdım. Oysa her zaman bir romancı olarak düşündüm kendimi, evvela.
Başörtüsü yasağına karşı mücadele ise beni bu alanda karşıma çıkan sorulara cevap vermeye sevk etti. Kamusal yasaklılığın sorunları, alternatif kamular, kamusal dil ve maduniyet gibi meseleler üzerine düşünmem kaçınılmazdı. Kadın meseleleri üzerine 80’lerde yazdığım kitaplar, yepyeni öğrenmelerin aceleci paylaşma hevesini yansıtırlar. Hani ilk gençliğinde insan kurduğu bir cümleyle bütün haksızlıkları düzelteceğini sanır veya o cümleyi ilk kendisi kurmuş sanır ya, öylesine bir heyecan içinde çalakalem yazıyordum. Öykü yazarken de iç seslerime çok kulak vermişimdir hep ama edebi niteliklerin varlığı konusunda en başından itibaren dikkat göstermişimdir. Bir öyküye en az on kez yazmadan bitti gözüyle bakmadım hiç.
Ancak 2000’lerde, yani ilk kitabımın yayınından 15 yıl kadar sonra yazarlığımı dile getirme cesaretini buldum. İlk yirmi yılda bir bakıma kadın olarak yazma hakkımı savunuyor gibiydim. Kamusal yasaklar dilimi ve faaliyetlerimi belirliyordu. İkinci yirmi yıla girerken bu alanda söylenmiş hiçbir şey kalmadığı için belki de, edebiyata daha bir ağırlık verdim. Tahran’da bir üniversitede dört yıl Türkçe dersler verdim. Bu beni Türk edebiyatı konusunda daha oylumlu düşünmeye sevk etti. Şirin’in Düğünü, Şair ve Gecekuşu, böylelikle yazdığım iki roman. Elli yaşından itibaren dil olarak daha bir özgürleştiğimi söyleyebilirim. Bununla birlikte çalışma saatlerim azaldı. Eskiden günde on saat masa başı çalışması yapabilirdim, şimdilerde -okuma saatleri dışında- altıya indi bu. Dil ve üslup konusunda da değişmeler geçirmişimdir muhakkak ki ve aslında hiç değişmeyenleri de merak etmiyor değilim.
2- Bir yazar olarak beslenme kaynaklarınız nelerdir?
Yürüyüş, okumak, müzik, sinema, şehirde bir başına dolaşmak, eş dostla dereden tepeden hasbihal ve yine, okumak, okumak. Bir süredir torunlarım da dahil oldu bu halkaya.
Ses, söz veya görüntü halinde bize çarpan konu aslında açık olduğumuzdur. Göçmenler, mülteciler, şehir yoksulları… Hak ve adalet talebi için yükselen sesler zihnimde kendime yönelik sorular oluşturacak şekilde yankılanır sürekli.
Oldum olası sokağın seslerine açıktır kulaklarım ve yaşlılarla konuşmaya da önem veririm. Sokaklardaki yaşlıları tanımaya, onlarla iletişim kurmaya çalışmışımdır, ilk gençliğimden beri. İlk röportajlarımdan birinin mekanı Süreyyapaşa Huzurevi’ydi. Giderek ben de yaşlılar halkasına dahil oluyorum, bunu şaşkınlıkla karşılamaktan vazgeçemesem de…
Dolayısıyla, hatıralarımla da beslenmeye devam ediyorum. Çekmeceler dolusu ajandaya yazılı bir not düşüyor aklıma an geliyor ama kolay kolay bulamıyor, hatırladığım kadarıyla yetiniyorum o notu. Albüm sayfalarına dalıyor, mektup destelerini karıştırıyorum. Bir düğüm halinde benliğimi tıkadığını fark ettiğim konulara dönüyorum, onları kurcalamaya cesaret edebileceğim zannıyla. Edebiyatın sağaltıcı gücüne çok şey borçluyum yazar olarak.
3- 40 yılda tıkanma, durma evreleriniz oldu mu, yazma motivasyonu yeniden nasıl sağlıyorsunuz?
Ben hemen her zaman severek, coşku içinde yazdım. Bu, sürekli neşeli bir ruh haliyle yazdığım anlamına gelmiyor. İçimden taşarak yazdığım bir dönemi, bir disiplinle oluşan çalışmaların ağırlık kazandığı yıllar takip etti. 90’ların başlarında dört yıl Bakü’de yaşadım. Sovyetler yeni yıkılmıştı. Halk gelecek konusunda güvensizdi ve fakirlikten kırılıyordu. Bir taraftan da ayrıcalıklı bir kesime hitap eden zincir marketler açılıyordu şehirde. Azize’nin Son Günü’nü o yıllarda kaleme aldım. Bana Uzun Mektuplar Yaz’a başladım, sürdüremedim orada. Masa başına oturmak gelmezdi içimden. Ebeveynsiz kalmış çocuk misali bir panik sergiliyordu halk. Demir perdenin gerisinde yaşamanın getirdiği tüketim konusundaki bir tür saflık içindeki halk yoksulluk çekiyordu, böyleyken şehirde peş peşe dev AVM’ler açılmaya başlamıştı.
Hayat bazen sanatı, edebiyatı edilgen kılan bir ihtişam veya bir dehşet sergiler, o zaman da sanat geri çekilir. Bunu anne olduğum dönemlerde de hissetmişimdir. Esasında yazarlıkta gelişmeyi ustalık şeklinde anlamaktan uzağımdır. Acemiliğe özgü hatalar da içeren bir coşkuyla yazmayı daha sanatkarane bulurum. Yazarlığımın ilk yıllarında kendi kendime söz vermiştim, her yazdığımı bir ilk yazı heyecanıyla yazma konusunda. Yaşadığım tıkanma anlarını da o anlamda kendime dönük bir uyarı olarak anlamışımdır hep.
- Yazmaya yeni başlayanlar için neler önerirsiniz?
Sadece çalışmayı. Bu çalışma da bir tek saatlerce masa başında oturmakla sınırlı değil. Okumak, gözlemde bulunmak, not almak… Bir de başlangıç noktasındaki ruh hâline yönelik izlenimleri korumak. Mustafa Kutlu’dan bir zamanlar duyduğum gibi, asli kaynağımız her zaman iç dünyamızdır.
Kendi içine dalarak veya etrafı inceleyerek yürümek, yürümek. Kendi içine dalıp yazma tutkusuna yönelik ip uçlarını keşfedip onlara yönelik kazımalar yapmak. Masa başına bir hevesle oturup kısa bir süre sonra tıkansanız bile orada oturmaya devam edin, derim. Öykü konusu üzerine düşünmek de -ki bu düşünce sürekli çağrışımlara açık olmayı getirir- çalışmaya dahildir. Roman ise elbette uzun süreli bir atölye çalışmasını benimsemek anlamına geliyor. Hem öykü hem de roman yazarken akış içinde fazlalıkları fark edip onlardan vazgeçmeniz gerekiyor.
- Bir kadın olarak yazmak sizde bir özgürlük alanı oluşturdu mu? Kendinizi ifade etmek için yazmak hayatınızda nasıl bir role sahip?
Şüphesiz oluşturdu. Yazdıklarıma yönelik çeşitli olumsuz veya kötümser yargıları da yine bu alanda cevaplayabildim. Yazının hayatımdaki yerine bağlı olarak şekillendi zamanım, bu elbette başka bir açıdan bir kısıtlılıktır da. Eşimin desteğinin bu konuda bana büyük bir güven verdiğini belirtmeliyim.
Tesettürlü bir kadın olarak yazarken bir taraftan din adına kadınların sokaklarda dolaşmasını sorgu sual altına alan kesimlere, diğer tarafta da tesettürlü kadınlara kamusal alan faaliyetlerini hatta neredeyse herhangi bir sokaktan rastgele geçişleri dahi yasaklayan kesimlere karşı eleştirel metinler kalem aldım yıllarca. Yazmak benim için olaylar ve olgular üzerine düşünmenin de bir yolu oldu. Sadakatimizin kanaatlere ve olgulara değil de değerlere yönelik olmalı diye düşünürüm hep.
En sık karşılaştığım bir eleştiri (veya tepki) yazmanın bir kadın olarak içini açmak olmasının sakıncaları üzerineydi. Erkek değil de kadın yazarlara yöneltilir bu eleştiri. Oysa sırf öylesine iç dökümüyle gerçekleşmez bir kurgu, estetize etme herkes için bir hicap sürecidir. Beri taraftan yazma veya konuşmanın kamusal planda bir koruyucu gücü olduğunu da fark ediyorum yıllardır. Edebi birikimim hayatımın çeşitli dönemlerinde karşıma çıkan savrulmaya açık kılan durumlarda istikametimi korumama yardım etmiştir.
Samimiyetle yazmak her zaman bir riski göze almaktır, ancak elbette buna değer. Kamusal dili yeniden yapılandırma yürüyüşü, ‘‘rical’’ sıfatına özgü bir benimsemeyi de açıyor kadınların önüne. Maduniyet, kamusal dilin dışında kalma veya tutulma olgusundan bağımsız görülemez. Bu açıdan kadın öykücülerin sayısal artışı bir hayli anlamlı geliyor bana. Belki öykü, roman kadar okunmuyor, öyle de olsa içten yükselen yazma isteği, bunun peşinde gitmek ve böylelikle oluşan çağıltı, bir başına dönüştürücü bir güce sahip kanımca.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.