29.05.2024
E-komite.com’da “Yeni Öğrenci Radikalizmini Savunmalıyız” başlıklı bir yazı yayınlandı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Çeviri: Emre Yeksan
Özgün Metin: In defence of our new student radicals
1960’larda muhafazakarların radikal öğrencilere çamur atması kolaydı. Yalnızca devlet düşmanı olmakla kalmıyorlardı, yaşam tarzları da adabımuaşereti aşacak şekilde oluşturulmuş gibiydi. Bırakın barikat kurmayı, bir çadır direğini bile doğrultamayacak kadar kafaları dumanlıyken devrimden dem vuran, uzun saçlı, gevşek tiplerdi. Özgürlük özgür aşka indirgenirken, bir hafta boyunca üzerinde saç bandından başka bir giysi olmadan yatakta yayılmak burjuvazinin çalışma fetişinin bir eleştirisi oluyordu. Kesinlikle hiçbir şey yapmayarak düzene kafa tutabilirdiniz. Ya da orta sınıf değerlerine karşı mücadele etmek yerine, yalnızca okulu bırakarak baskıcı düzeni reddedebilirdiniz. Pasiflik bir aktivizm biçimine dönüşmüştü. Barış, düpedüz tembellik demekti. Ütopya uzak bir gelecekte değil de, o sırada tüttürdüğünüz esrarlı sigaranın dumanındaydı.
Ne var ki bu gevşek tipler aynı zamanda siyasi militanlar da olabiliyorlardı çünkü militanlıkları tam olarak gevşekliklerinde yatıyordu. Onlar için kontağı kapatmak ve boş boş takılmak en az sandık başında oy saymak kadar politikti. Asıl mesele, pek çok siyasi krizde olduğu gibi, siyasetin tanımının kendisiyle alakalıydı. Siyaset sandıkta başlayıp sandıkta mı bitiyordu, ne yediğinizi ve nasıl seviştiğinizi de kapsamıyor muydu?
Tüm bunlar, 1960’ların sonundaki öğrenci isyanlarının sadece siyasi değişimi değil, kültürel devrimi de hedeflediğini gösteriyor. Onlar, hakiki siyasi dönüşümün sadece tarım politikaları ya da dış politikaya ilişkin görüşlerde değil, insanların yaşadıkları deneyimlerde kök salması gerektiğinin bilincindeydiler. Gelenekler, değerler ve duygusal alışkanlıklarını kapsayan geniş anlamıyla kültür, siyasetin yatacağı topraktı. Yatmak fiili bu farklı anlamda da bu kadar önemli bir şey idiyse eğer, bunun nedeni kısmen seksin eğlenceli olması kadar, adına yakışır herhangi bir siyasi değişimin yeniden var etmesi gereken o içsel, kişisel alana ait olmasıydı.
Bu konuda hippiler ve yippiler, birkaç yüzyıl önce Avrupa’da kendi uzun kültürel devrimlerini başlatmış olan, o esef duydukları orta sınıflardan ilham alıyorlardı. Ahlak ve görgü kurallarında ortaya çıkan bu yeniliğin en büyük başarılarından biri de realist romandı, ancak bu zengin kaynak bile bilim olarak bildiğimiz güçlü entelektüel devrimin yanında sönük kalıyordu. Eski aristokratik değerler olan nezaket, hiyerarşi ve can sıkan köylüleri kırbaçlama etkinliği yerini tutumluluğa, vicdana, özdisipline, çalışkanlığa ve evlilikte sadakate bırakırken, değişime uğrayan şey sadece hisler değil, aynı zamanda duyarlılıklardı. Meşrutiyetçiler, mutlakiyetçileri yavaş yavaş deviriyordu.
Şu anda Batı’nın kampüslerini işgal eden öğrenciler arasında kafası kıyak halde “savaşma seviş” diyerek dolaşan pek fazla tip yok. Barış için bunca feryat ediyorlarsa, bunu gelecekte şiddetin aşıldığı bir dünya adına değil, Gazze’de hemen şimdi ateşkes olması için yapıyorlar ve katliamın sona ermesinin devasa bir aşk çemberini ortaya çıkaracağına dair hezeyan içinde değiller. Kısacası, 1960’lardaki atalarından daha akıllı, pragmatik ve daha az idealist oldukları gibi, kafayı bulmanın ve sevişmenin cennete giden yol olduğu inancına da daha şüpheci yaklaşıyorlar. Bu anlamda, soğukta uyumaları ve polisten dayak yemeleri dışında, günümüzün diğer öğrencilerinden pek de bir farkları yok. Thatcher ve Reagan döneminden bu yana, hemen hemen her yerde öğrenciler daha temkinli, çıkarcı ve menfaatçi oldular; bu kısmen içinde bulunduğumuz siyasi dönemin genel eğilimlerine, kısmen de yükseköğretime özgü değişikliklere bağlanabilir. Bugünlerde öğrencilerin neredeyse tamamı, hemen herkes gibi, büyük bir borç içinde ve bu da bizi muhafazakarlığa itiyor, statükoya bağlıyor ve çizginin dışına çıkma olasılığımızı azaltıyor.
Bu nedenle, siyasi radikalizm açısından böylesine karamsar bir dönemde, birkaç yıl öncesine kadar üniversite olduğu bile belli belirsiz anlaşılan, şirket kapitalizminin ve yönetsel saçmalıkların kaleleri olan bu okullarda muhalefetin böylesi büyük bir ölçekte patlak vermesi çok etkileyici. Zira, adalet talebi uykuya yatmış olsa da henüz ölmedi. Aslında tüm insani dürtüler arasında söndürülmesi en zor olanlardan biri o, bütün bu polis şiddeti onu bastırmaya çalışsa da.
Şu anda Gazze’de masumların katledilmesini protesto eden öğrenciler en temelde bu okulların birer müşterisi. Göz kamaştırıcı ücretler karşılığında, öğrenme değerinin yerini çoktan paranın aldığı kurumlardan eğitim denen bir meta satın alıyorlar. Ben de eski bir üniversite profesörü olarak, edebi eserler hakkındaki görüşlerimi karşılayabilecekleri miktarlar oranında öğrencilere sunarak akademinin para odaklı hale gelmesinden faydalanırdım. Örneğin, sadece beş dolar verenler Macbeth karakteri üzerine kısmen ilginç ama dünyaya pek de faydası olmayan yorumlarımdan birine sahip olabilirken, bu miktarın dört ya da beş katını ödeyebilecek olanlar Uğultulu Tepeler‘in şaşırtıcı derecede orijinal bir analizine sahip olabilirlerdi. Hatta eleştirel yorumlarım için tek seferde ödeme yapamayanlar için her hafta küçük bir ödeme ya da bir çikolatalı kek, Aran örgüsü bir kazak gibi takas ürünleri karşılığında Jane Austen hakkındaki fikirlerimi paylaştığım bir taksitli satış programı bile oluşturmuştum.
Üniversiteler, ne kadar ayrıcalıklı ve mesafeli olurlarsa olsunlar, bir zamanlar sosyal düzenin önceliklerini uzun süredir bünyesinde toplayarak bilgelik ve uzmanlığın testine tabi tutan insani eleştiri merkezleriydi. Günümüzde ise, her ne kadar ürünleri daha az elle tutulur olsa da, Tesco kadar piyasaya hapsolmuş durumda oldukları söylenebilir. Bugünün öğrencileri bu sistemin yarattığı kitleler ve bugüne kadar onun herhangi bir alternatifiyle tanışmamışlar. Çok sayıda İngiliz öğrencinin katıldığı son büyük ölçekli siyasi olay, Irak işgaline dair protestoları saymazsak, 1980’li yılların başındaki madenci greviydi, yani bugün yaklaşık 40 yıl geride kalmış bir olay. O zamandan bu yana, öğrencilerin daha politik olanları enerjilerini ya ekolojiye ya da kimlik siyasetine kanalize ettiler.
Yine de aralarında, ödedikleri ücretlerin İsrail’in açtığı savaşı desteklemek için kullanıldığını görmek istemeyenler var. Şunu da belirtmek gerekir ki, bu taleplerde öğrencilerin kendileri için istediği çok az şey var ya da hiç yok. Özgecilik politik olarak revaçta olmayabilir, ancak zenginlerin tüm çabalarına rağmen soyu tükenmiş de değil. Eşcinsel, engelli, feminist ya da etnik bir azınlığın parçasıysanız, siyasi faaliyetiniz büyük ölçüde başkalarına hizmet eder ancak bunun doğrudan sizi de içeren kişisel bir boyutu olması olasıdır. Fakat Filistin hastanelerinin bombalanmasını protesto eden beyaz orta sınıf bir Amerikalı için durum kesinlikle bu değil.
Yine de Ortadoğu’daki savaşın New York ve Kaliforniya’da kimlik siyasetine dönüşme tehlikesi yok denemez. ABD’deki Filistin yanlısı protestocuların bir kısmı bu tehlikeye karşı oldukça dikkatli görünüyor. Aslında postmodern Amerika’nın bir kimlik sorununa dönüştüremeyeceği herhangi bir şey yok gibi. Bu protestocuların küçük bir azınlığı gerçekten de rezil antisemit tipler, dolayısıyla bu suçlamayı hareketin tamamına yüklemek de zor olmuyor. Bazı Yahudi öğrenciler açısından da mesele masum sivillerin parçalanmasından ziyade Yahudilik bağlamında yeniden çerçevelenebiliyor. Bugünlerde buna “söylemi yönetmek” deniyor. İsrail’in yürüttüğü terör kampanyasını ahlaki olarak savunamıyorsanız, o zaman karşıdan karşıya geçme hakkınız gibi bambaşka bir şeyden bahsedin. Günümüzün moda taktiği dikkat dağıtma ve uzaklaştırma. Öğrenci kalabalıkları çeteler olarak yeniden tanımlanırken, öğrenci olmayanlar da dış mihraklar olarak damgalanıyor. Bazı ABD’li politikacılar kendi aralarında açlıktan ölen çocuklardan değil, ifade ve toplanma özgürlüğünden bahsediyorlar. Amerikalı eylemci öğrencilerin de belirtmek istediği gibi, Gazze’deki üniversitelerin harabeye döndüğü bir dönemde Amerika’daki akademik özgürlükler konusunda pek çok tartışma yürütülüyor. Batı Şeria’daki şiddetten bahsedilmezken, Columbia’daki şiddet manşetlere taşınıyor.
Bu esnada “ama”yla başlayan laf salataları da bütün hızıyla yayılıyor. Evet, Gazze’deki toplu katliamlar üzüntü verici, ama Hamas’ın kökünü kazımanın tek yolu bu! En temel etik ilkelerden birini çiğneyerek, amaçlar araçları meşrulaştırır hale getiriliyor. Peki, düşmanı yok etmek için bir milyon Filistinliyi yok etmek ilke olarak kabul edilebilir mi? Evet, şu anda İsrail’i yöneten sağcı fanatikler bir utanç kaynağı olabilir, ama İsrail devleti her ne pahasına olursa olsun savunulmalıdır! Evet, Filistin’i savunanların seslerini duyurmaya hakları var, ama çocuklarını Kennington ve Walworth’tan Londra’nın merkezindeki yürüyüşlere getiren öğretmenler ve sosyal hizmet uzmanları da dahil olmak üzere, bunların çoğu kılık değiştirmiş Hamas yanlısı fanatiklerdir!
Geleneksel olarak öğrenciler hem hakarete uğramanın hem de alay edilmenin çifte yükünü taşırlar. Toplumsal asalaklar olarak yaftalandıkları gibi, kafaları bulutlarda idealistler olarak da alay konusu edilirler. Oysa 1960’ların sonundaki ABD’deki öğrenci hareketi ulusal siyasette hesaba katılmak zorunda kalınan bir güçtü, Fransa’daki muadili ise emekçi kitleleri sokaklara dökmüş ve neredeyse hükümeti devirmişti. Platon ya da pankreas çalışan bir grup insan için bu hiç de fena sayılmaz.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.