Ulaş Boz: Selahattin Demirtaş’a açık mektup: Size tarihi bir görev düşmüyor mu?

15.05.2022

Ulaş Boz, serbestiyet.com’da “Selahattin Demirtaş’a açık mektup: Size tarihi bir görev düşmüyor mu?” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz. 

Ben Frankfurt’ta yaşayan Dersimli bir gazeteciyim. Mektubumun size ulaşıp ulaşamayacağını bilemiyorum. Selahattin Bey, size tarihi bir görev düşmüyor mu? Artık sivil siyasetin silahların emrinden çıkma vakti gelmedi mi? PKK’nin yürüttüğü savaştan bir hayır geleceğine hakikaten inancınız kaldı mı? Bir çıkış yapmak tarihi bir zaruret değil mi? Bunu siz değil de kim yapacak, kim yapabilir? Sizi dinozorlara karşı dikilmeye ve tarihsel bir rol üstlenmeye davet ediyorum.

Sayın Selahattin Demirtaş,                            

Size bu mektubu Almanya’nın Frankfurt şehrinden yazıyorum. Mektubumun size ulaşıp ulaşamayacağını bilemiyorum; ben bu satırları yazıyor, zarfı bir belirsizliğe havale ediyorum, umarım elinize geçer.

Sayın Demirtaş,

Masaya oturmadan, bu satırları karalamadan önce çok düşündüm: Selahattin Demirtaş’a yazacağım mektupta nelerden bahsetmeliyim nelerden kaçınmalıyım? Kendime otosansür uygulamalı mıyım yoksa içimden geçenleri evirip çevirmeden, kıvırmadan direkt mi söylemeliyim?

Zor bir durum. Bu satırlarımı okuduğunuzda şunu deme ihtimalinizi hayal ettim şimdi: “Güzel kardeşim, biz ne çektiysek sansürden çekmedik mi, siz Avrupa’da yaşayan insanlarsınız, hadi burada sansür oluyor da, siz neden kendinize otosansür uygulama gereği duyuyorsunuz ki? Hem benle yazışırken yazacaklarınıza otosansür uygulamak da nerden çıktı? Ne yazmak istiyorsanız, istediğiniz gibi yazınız.”

Hayali cihana bedel diyorum ve kendime çok da otosansür uygulamadan, sizin de sinirlerinizi zıplatmadan bu mektubu noktalayabilmeyi umuyorum. Bunu yapmadan evvel bir paragrafla önce kendimden bahsedeyim ki, size bu satırları yazanın kim olduğunu ve size neden bu mektubu yazdığımı bilesiniz istiyorum.

1975 yılında Dersim’de doğmuşum. Sekiz kardeşin en küçüğüyüm. İlkokulu memlekette, orta ve liseyi İzmir’de, üniversiteyi de İstanbul’da Marmara Üniversitesi Radyo Televizyon Sinema Bölümünde okudum. Üniversiteden sonra İstanbul’da bazı televizyon kanallarında kameraman olarak çalıştım. 2009 yılında ise evlenerek Almanya’ya geldim. Yaklaşık 13 yıldır burada, Frankfurt’ta yaşıyorum.

1990 yılının ortasında ortaokulu okumak üzere İzmir’e geldiğim o tarihten beri Kürt sorununa dair sürekli okumaya, öğrenmeye çalışıyorum.

Siz benden iki veya üç yaş büyüksünüz, sizinle aynı kuşağın insanı sayılırız. Tahminimce geçmişte sizinle okuduğumuz gazeteler aynıydı, takip ettiğimiz yazarlar ortaktı; günün sonunda yüreğimiz aynı acılara  kanıyordu. Velhasılı, siz bir avukat olarak siyasete girdiniz, daha sonra genel başkan oldunuz, gayet de başarılı, sevilen bir kişi olarak halkımızın gönlünde taht kurdunuz. Sonrasında bildiğimiz Türkiye klasiğiyle aydınların, siyasetçilerin zorunlu ikametgahı olarak hapishaneye konuldunuz.

Benim böyle bir kariyerim yok. Ben, ortalama bir Kürt gencinin yaşadıklarını yaşadım. Size yukarda, siyasete ilgimin başlangıcı olarak 1990 yılının yaz aylarını işaret etmiştim. İzmir’e geldiğim sene yani.

Çatışmaların giderek arttığı, gençlerin okulunu, ailelerini bırakıp dağların yolunu tuttuğu yıllar. Benim de gözüm hep gazetelerde, televizyonlardaydı. Kafam allak bullaktı. Büyük bir merakla kitap ve gazeteleri okuyor, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum. HEP-DEP ve HADEP’e sempati besledim o yıllar. Bulunduğum İzmir’deki bekar evimizde büyük abilerimizin bir numaralı sohbet konusu Kürt sorunu-PKK-Beşikçi’nin yazdıkları, Şivan Perwer kilamları vs idi.

Dörtlerin Gecesi isimli kitabı okumuş, tarumar olmuştum. Zaman akıyordu ve benim de bilgilerim yavaş yavaş artıyordu. Uzatmayayım… 1990 ile 1999 arasındaki bu 9 yıllık süreçte keskin bir iki dönüş yaşadım. 90’lı yılların başında nasıl ki bu harekete (yasal olarak kurulan HEP ve sonrasındaki DEP ve HADEP’i kastediyorum) hızla yaklaştıysam, 90’lı yılların ortalarından itibaren de bu hareket içinde yaşananlar ve abilerimizin konuşmalarıyla, analizleriyle aynı hızla kafam karman çorman olmaya başlamıştı.

90’lı yılların sonuna yaklaşırken, o güne dek kulaktan kulağa bize kadar gelen kimi hadiseler artık kitaplaşmış, o kitaplar gizliden gizliye bize kadar ulaşmıştı. 90’ların başında son sürat içine daldığım, gazetelerini, dergilerini okuduğum bu hareket bana huzur vermiyordu. Şehirdekiler de dağdakiler gibi Öcalan’ı tanrılaştırıyor, kendisine tek bir eleştiri yapamıyorlardı.

PKK, kendi içinde muhalifleri susturuyordu. En fedakar insanların “hain” damgası yemesi bir kişinin iki dudağı arasından çıkacak söze bağlıydı. Dörtlerin Gecesi nasıl beni bu hareketin sempatizanı yapmışsa, 1998’de okuduğum Apo’nun Ayetleri de aynı hızla beni bu hareketten koparmıştı. 1999’da Öcalan’ın yakalanması ve takındığı tavır da bu kitabın teyidinden başka bir şey değildi. Artık hiç ama hiç tereddüdüm kalmamıştı. Bitmişti.

Bir süre ÖDP’ye takıldım üniversite yıllarımda… Sonra oradan da koptum ve hiçbir partiye bağlanmadan, hiçbir lideri kutsamadan yoluma devam ettim. Tek tabanca takılmaya karar kıldım. Bunun artısı nedir derseniz veya bu bir marifet mi diye soracak olursanız, evet derim, hiçbir kimseye, hiçbir partiye angaje olmadan eğriye eğri, doğruya doğru diyebilmenin rahatlığını yaşıyorum şimdilerde.

Selahattin Bey,

Benim bahtsızlığım sizin gibi zeki, nüktedan, genç yaşında onca tecrübeyi edinmiş, siyasette başarılı olmuş ve çok da sevilmiş bir siyasi figüre yazmak. Birazdan yazacaklarım bu bakımdan beni zorluyor; üstelik de sizden yaşça küçük biri olarak yazıyorum! Kabul etmem gerekir bu “hadsizlik” olarak da algılanmaya müsait bir pozisyon. Ama “af ola” diyerek birkaç şeyi sansürsüz yazmak istiyorum.

Selahattin Bey,

Uzuun uzadıya PKK-Apo analizleri yapmak, PKK içinde işlenmiş binlerce Kürt gencinin infazını konuşmak, Öcalan’ın “duruşunu” veyahut Kandil’dekilerin 40 yıllık süreçte nasıl Öcalan’ın kuklası haline geldiklerini size izah edecek değilim. Siz bunları duymamış biri de olamazsınız. Daha kestirmeden buraları geçmek isterim.

Sayın Demirtaş,

Defalarca İmralı’ya gittiniz, onu gözlerinizle gördünüz, söylediklerini kulaklarınızla dinlediniz…. Soruyorum size, Allahınızı severseniz, elinizi vicdanınıza koyarak söyleyiniz, içinize sindi mi Abdullah Öcalan?

Demokrat mı kendisi?

Paylaşımcı mı?

Çok seslilikten yana bir tavrını gördünüz mü?

Onun devlet başkanı olduğu bir ülkede yasama, yürütme, yargı bağımsız olabilir, basın sansürsüz bir şekilde kamuoyu adına kendisine soru sorabilir mi?

Televizyonlar istedikleri tartışmacıyı ekrana çıkarabilir, gazeteler diledikleri manşetleri atabilirler mi?

Şayet Öcalan ve PKK’sinin tasavvur ettiği Kürdistan kurulacak olsa, O’nun başında bulunduğu bir rejimde yaşamak ister misiniz?

Lütfen ama lütfen dürüstçe söyleyin, Öcalan’ın kurduğu rejimde özgür olabilir misiniz, o rejimde yaşamak ister misiniz?

Mehdi Zana İstanbul MKM’de Salih Dündar’a 90’ların başında ne demişti bilir misiniz? Aynen şöyle: “Çocuklar, siz bugün örgüt olarak bir mücadele veriyorsunuz, bugün sizinleyim, ama yarın Kürdistan’ı kursanız, ertesi gün ilk kalkacak uçakla ülkeyi terk ederim.”

Siz de aynı fikre gelmiş olabilir misiniz diye hakikaten merak ediyorum?

Milyonlarca insan size inanılmaz bir sevgi gösteriyordu. Sizinle meydanlar dolup taşıyor, katıldığınız televizyon programları reyting rekorları kırıyordu. Hazır cevaplılığınız, dik duruşunuz takdir edilesiydi.

Soruyorum size: Milyonların oy verdiği bir partinin başkanı olarak siz içeri düştüğünüzde kaç insan ayaklandı? Kaç bin kişi sizin için yürüdü?

Bu soruları HDP’deki milyonlara sormak isterdim tek tek!

Selahattin Bey,

Yoksul Kürt gençleri artık anlamını çoktaaaan yitirmiş bir savaşta boşu boşuna ölüyor. Bir dönem için anlam yüklediğimiz o ölümler artık hiçbir şey ifade etmiyor. At izi it izine karışmış. Hainle kahraman yer değiştirmiş. Yüreğimiz buna yanıyor, sözlerimiz bundan sert.

Selahattin Bey,

Tarihte az sayıda Kürde nasip olan bir ilgi, alakayla karşı karşıyasınız. Milyonlarca Kürt sizi yürekten seviyor, sizi dışarda bağırlarına basmaya hazır bekliyor. Bunu burada Avrupa’da da görüyorum. Bugün sizinle aynı fikirde olmasam da, aynı partide olmasak da bu gerçeği söylemek durumundayım.

Size bu mektubu yazmak isteyişimin sebebine geliyorum.

Selahattin Bey,

Benim gibi düşünenler size sert bir şekilde yüklenseler de şöyle bir gerçekle de karşı karşıyayız. Milyonlar size çok büyük bir sevgi besliyorlar. Size çok güveniyorlar. Diyebilirim ki ilk kez, Kürt siyasetinde (HDP kitlesi içinde) size duyulan sevgi Öcalan’a olan sevgiyi geride bıraktı. Elimde bir anket çalışması yok, istatistiki bir bilgi de yok ama somut gözlemlere dayanarak bunları söylüyorum. Öcalan’ı “out” sizi “in” yapan çok somut olaylar var, bu olaylara dayanarak söylüyorum.

Selahattin Bey,

Size tarihi bir görev düşmüyor mu?

Artık sivil siyasetin silahların emrinden çıkma vakti gelmedi mi? PKK’nin yürüttüğü savaştan bir hayır geleceğine hakikaten inancınız kaldı mı? Hendek rezaletini gördük, Öcalan’ın durumu ortada. Bir çıkış yapmak tarihi bir zaruret değil mi? Bunu siz değil de kim yapacak, kim yapabilir?

Öcalan’ın kafa yapısıyla, Kandil’dekilerin aklıyla bu toplum özgürleşmez, aksine Saddam’ın Irak’ı, İdi Amin’in Uganda’sına benzer ucubeliklerin altyapısı hazırlanır. Siz ya bu gidişata dur diyecek ya da Öcalan’ın yerleştirdiği emir komuta sisteminin iyi bir rütbelisi olacaksınız. Onun size çizmek istediği dairede görevli bir “genel başkan” olursunuz. Tüm sizden öncekiler gibi. Birinciyi seçmek zor, ikinciyi seçmek kolay olandır.

Birinciyi seçmek riskleri de beraberinde getirir. Nedir o riskler? Mesela birdenbire kendinizi “hainler, alçaklar” arasında görebilir, hakkınızda karalama kampanyaları açılabilir, kitaplarınız tu kaka ilan edilir, kimilerince “Serok’a destek” kampanyaları düzenlenebilir, ağabeyinizi bir açmaza düşürebilirsiniz. Birinci yolda bunlar var.

Ama şu da var: İlk kez popülaritesi, karşılığı olan bir Kürt siyasetçisi PKK ve Öcalan sistemine YETER ARTIK deme cüretini kendi içinden göstermiş olacak. İşte, gerçek anlamda, birilerinin vesayeti altında olmadan, “Aman İmralı ne der, aman Kandildekiler ne der” korkusuna kapılmadan, vicdanınızla konuşmanın, siyaset yapmanın, yanlışa yanlış demenin huzuruna kavuşursunuz. Siz siz olursunuz artık. Tarihi rolünüz asıl o gün ortaya çıkar. Stalinist yapının bir dişlisi olmaktan çıkıp gerçek manada lider olursunuz.

Bu neyi mi gerektirir? Bugünkü rejime karşı dik durmanızdan daha öte bir dik duruşu gerektirir.

İkinci yolu seçer, araziye uyar, HEP-DEP-HADEP-DEHAP-DTP-BDP-HDP genel başkanlarının izlediği yolu izlerseniz tarih sizi yine yazacaktır ama vesayetçi bir genel başkan olarak yazacaktır. Tek farkınız kişisel olarak diğer başkanlardan farklı bazı performanslarınız olacaktır.

Yazık etmeyin kendinize ve bu halka Selahhattin Bey. Gerçekten yazık etmeyin.

Selahattin Bey,

Böyle bir mektubu yazdığım için beni bağışlamanızı rica ediyorum. Ben liberal, çoğulcu, renkli, bireyin hiçbir baskı altında kalmadan kendini ifade edebildiği, çağdaş, Batı standartlarında bir demokrasi istiyorum. Hepsi bu. Dersimli oluşumuza verin.

Sizi de, bütün cesaretinizi toplayarak, artık köhnemiş, anlamsızlaşmış ve artık kime hizmet ettiği ayan beyan ortaya çıkmış dinozorlara karşı DİKİLMEYE VE TARİSEL BİR ROL ÜSTLENMEYE davet ediyorum.

Sizi en içten duygularla selamlıyor, en kısa zamanda tatlı kızlarınıza, eşinize, ailenize kavuşmanızı canı gönülden diliyorum. Almanya-Frankfurt’tan dostça selamlar. 

Freelancer gazeteci bir kardeşiniz, Ulaş Boz.

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.