25.10.2024
Ümit Aktaş, indyturk.com’da “Barış: Yitirileni Bulmanın Sevinci” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
40 (veya 100) senedir süren savaş ve işte gelinen nokta… O da şayet hakikaten de bir noktaya gelindiyse.
Bunca savaş ve yıkım, boşaltılan köyler, şehirlere yığılan işsiz güçsüz insanlar, katledilenler, ölenler, yitenler, silahlar için sarf edilen imkânlar…
Onca senenin yarattığı kötümserlik duygusu, kargaşa, hınç, üzüntüler ve yılgınlıklar.
Sürecin böylesi bir sonuca geleceğini görmek çok mu zordu?
Değildi ama bu bir akıl işi.
Kimi toplumlar işlerini akılla sürdürür, kimisi de zorla, zorbalıkla, şiddetle, savaşla sorunlarını çözmeye çalışır.
Ne var ki bu yolda atılan her adım tarafları ister istemez daha çözümsüz, daha çıkılmaz noktalara savurur.
Kahramanlık efsanelerinin arkasında ne trajik öyküler vardır.
Acılar, yoksunluklar, çıkmazlar ve en sonunda, denenen her ihtimalin sonunda yeniden başlangıca dönülür.
Daha işin başında müracaat edilmesi gereken aklın, barışın kapısı çalınır.
Ama utançla, yüzü eğik olarak, nasıl yapacağını bile bilemeyen bir beceriksizlikle.
Çünkü tüm insani değerler tüketilmiş, tüm krediler harcanmıştır.
İnsanlığa dair ne varsa hiçe sayılmış, barbarlığın, vahşetin adı kahramanlık olarak baş tacı edilmiştir.
Uzun sözün kısası, kolay yol zorlaştırılmıştır.
İnsani değerlerin hiçe sayıldığı bu süreçte, ister istemez her şeye tersinden bakılmış, insanların olumlu yönde gelişmesinin, özgürleşmesinin ve ahlaki değerlerin yükseltilmesinin yerini baskı, korku, zorbalık ve vahşet almıştır.
Rastgele atılan bombaların yarattığı dehşet, baskı ve korku altında yaşamanın yarattığı travmalar, barışık bir ortamda yaşamak yerine düşmanlık ve nefret hisleriyle yaşamanın yarattığı o zehirli iklim, insani değerleri çürüten bir kabalık.
Oysa barış kolaydır, insanidir, onarıcıdır, umutlandırıcıdır, hayırlıdır, değerlidir, sevindiricidir, etrafına muştu saçar, insanları kardeş kılar, kimseyi ötekileştirmez, hiçbir dili hor görmez, hiçbir rengi aşağılamaz, karşısındakini anlamaya çalışır, sorunları müzakere eder, dertleri paylaşır, yardımlaşır, dayanışır, sıkıntıları çözmeye çalışır.
Bıçağın kemiğe değdiği yerde değil, bakışların uzlaşısında, yüreklerin duyarlılığındadır.
İnsanlığımızın hiçe sayılan, görmezlikten gelinen özündedir.
Bir bağış, bir ihsan, bir gönlünü indirme değil, eş hizada durmadır.
Acısını duyma, sevincini paylaşmadır.
Renkler, diller ve diğer farklılıklar Allah’ın ayetleridir; her biri ayrı bir güzelliktir, zenginliktir, bilenler için ibretlerdir.
Ama bilmek, anla(ş)mak için basiretini yitirmemiş akıllara ve duyarlı yüreklere ihtiyaç vardır.
Bunun anlaşılması için harcanan yıllara, sarf edilen imkânlara ve heba edilen hayatlara gerek var mıydı?
Bu zaten insanlığımızın alfabesi değil miydi?
İşte bunun için, kanlar döken bir varlık olmamak için yaratılmamış mıydık?
Yüzyıllarca birlikte yaşamış insanları birbirine bu kadar düşmanlaştıran ne olabilir ki; izansızlıktan, anlayışsızlıktan, akılsızlıktan başka?
Dayatmadan, hor görüden, hiçe saymadan gayrı. Sanki bunlar insanlığımızın koşuluymuş gibi.
Oysa işte bunlar yüzünden yitirdik en soylu değerimizi, birbirimizin yüzüne bakamaz, konuşamaz bir hale geldik.
En önemli yönlerimizi kaybettik.
En büyük umutlarımızdan yoksun kaldık.
Her birimizin yüz akı olacak onca güzide insanımızı hiç yoktan kaybettik.
Bütün bunlardan sonra ve tüm bunlara rağmen bu noktaya gelmek yine de önemli, asla küçümsenemeyecek bir kazanım.
Keşke diyebileceğimiz birçok şey var kuşkusuz. Ama ile başlayacak bir yığın cümle. Kırgınlıklarımız, acılarımız, kabuk bağlamış yaralarımız…
Oysa şimdi barış zamanı, hepsinin üzerine tuz basarak önümüze açılan bu kıymetli yolda yürümeli, yürüyenleri şöyle veya böyle demeden desteklemeliyiz.
Hayra ve umuda giden her adımın önemini ve değerini bilmeliyiz.
Arızaları ve kusurları bağışlamayı ve görmezlikten gelmeyi de bilmeliyiz.
Vaktin vacibi bu.
Var ise şayet bilgeliğimiz, o da işte bu noktada göstereceğimiz sabırdır.
Elbette meseleye siyasal, ideolojik, hukuki açılardan bakanlar olacaktır.
Bunlara karşı ama demesek de lütfen diyelim, lütfen şimdi barışı konuşma vakti, şimdi yaraları tazelemenin, geçmiş defterleri açmanın sırası değil, şimdi barışı konuşmalıyız ve her sözümüz barış için olmalı, dualarımız barışa adanmalı.
Olan bitenin ardından çok şey var elbette söylenecek.
Acılarımız gelip boğazımıza düğümlenecek belki.
Yine de her şeye rağmen unutmak ve her şeye rağmen gelinmiş olunan barışma imkânının ve ihtimalinin kıymetini bilmek, barışın başımızın üstünde taşıdığımız bir güvercin kadar ürkek olduğunu bilerek davranmak gerekir.
Hesap sormaya ya da hesap vermeye değil, geleceğin nasıl inşa edileceğine karar vermek için bir an önce müzakere süreçlerini başlatmak gerekir.
Bağışlamak barışmanın olmazsa olmazıdır; tıpkı özür dilemenin de bir başka olmazsa olmazı olduğu gibi.
Yitirilen değerleri geri getiremeyeceğimiz ortada.
Onlara verebileceğimiz yegâne kıymet, bu imkânın berhava edilmemesi; tam da umudumuzu yitirmeye başlamışken, adeta Allah’ın lütfu gibi gelen bu fırsatın bir daha harcanmamasıdır.
Barışma süreci de belki savaş süreci kadar zorlu ve meşakkatli olabilir.
Ama bilmekteyiz ki atılan her adım artık insanlığımıza dairdir, olumludur, hayırlıdır.
Asıl değerini bilmemiz gereken de işte budur: barıştır, silahların susması, dillerin konuşmasıdır.
Barış çabası sorunları sıfırlamak gibi bir hayalperestlik içerisinde de olmamalı, sadece toplumsal bir denge mimarisi kurmaya çalışmalı.
İçinde herkesin kendine göre bir yer bulduğu, bir yaşama alanına sahip olduğu, farklılıkların imkânının reddedilmediği bir mimari.
Dilin, kıyafetin, kültürün, umudun ve hayalin başkalığına dair imkânların reddedilmediği bir tutum.
Bunun bir bağış, bir lütuf, bir ihsan olduğuna dair bir îmânın dahi edilmediği bir uzlaşı.
Kimsenin yenilmediği, mecbur bırakılmadığı, gönül indirmediği bir buluşma.
Barışın bile adının edilmediği bir kabulün kendilindenliği.
Kimsenin misafir ya da ev sahibi olmadığı bir konukseverlik.
Mütevazı bir biçimde sahiplenilen, o yitirileni bulmanın sevinci.