31.05.2024
Ümit Aktaş, indyturk.com’da “Fırtına Öncesi Sessizlik” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Tabiatta olduğu gibi tarihte de kimi zamanlar etrafa olağanüstü bir durumla karşılaşılacağına dair bir hissiyat hatta bir gerilim yayılır.
Fırtına öncesi sessizlik denilen o bir lahza içinde her şey altüst olur ve fırtına başlar.
Toplumsal hayatta da bunun gibi olağanüstü durumları haber veren gerilimli durgunluklarla karşılaşılır.
Tıpkı rüzgârın aniden kesilmesi gibi bir an durur her şey. Ama bu her zamanki olağan durgunluklara benzememektedir.
Dipteki değil de zirvedeki bir durgunluktur. Adeta adımınızı atsanız ya cennete ya da cehenneme gidecekmişsiniz gibi gerilim dolu bir andır o.
İran İslam Devrimi’nde de, devrimden bir yıl kadar önce, benzeri bir kritik an yaşanmıştır.
Aslında bu olay, uzun zamandır polisle halkın çatıştığı olağan karşılaşmalardan birisidir.
Ama bu defaki karşılaşmada hiç kimsenin öngörmediği ve beklemediği bir farklılık vardır.
Herkesin farkında olmadan durakaldığı öylesine kritik bir an yaşanır ki o andan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
İnisiyatif artık polislerin elinden çıkmış ve devrimcilerin eline geçmiştir.
Şimdi en önemli an gelmiştir, ülkenin, Şah’ın ve devrimin kaderini tayin edecek olan an, bir polis memurunun kalabalığın kenarında duran bir adama doğru yürüdüğü ve sesini yükselterek ona evine gitmesini emrettiği andır.
Bu iki adam sıradan, isimsiz kişilerdir, ancak, karşılaşmalarının tarihsel bir önemi vardır. Her ikisi de yetişkin, bazı olayları görmüş geçirmiş ve kişisel deneyimleri olan kişilerdir.
Polisin deneyimi: Bir insana bağırıp sopamı kaldırırsam, o önce korkudan uyuşup kalır, sonra koşarak kaçar. Kalabalığın kenarındaki adamın deneyimi: Yaklaşan bir polis gördüğüm anda ödüm kopar ve koşmaya başlarım. Bu deneyimlere dayanarak iyi bir senaryo hazırlayabiliriz: Polis bağırır, adam kaçar, diğerleri toz olur ve meydan boşalır. Fakat bu kez her şey farklı bir biçimde gelişiyor.
Polis bağırıyor fakat adam kaçmıyor, orada dikilip polise bakıyor; bu bakış yalnızca tedbirli ve korkulu değil, aynı zamanda sert ve cüretli. İşte durum bu merkezde. Kalabalığın kenarında duran adam üniformalı yetkiliye küstahça bakıyor. Polis kımıldamıyor. Etrafına göz atıyor ve aynı bakışı diğer yüzlerde de görüyor.
O adamınki gibi diğer yüzler de uyanık, hâlâ biraz korkak, fakat daha şimdiden metin ve sert. Polis bağırmaya devam ediyor, ama hiç kimse kaçmıyor; sonunda o da sesini kesiyor. Bir anlık sessizlik. Polisle o adamın olup bitenlerin farkında olup olmadıklarını bilmiyoruz.
Adamın korkusu geçmiştir, bu da kesinlikle devrimin başlangıcıdır. Şimdiye dek bu iki adam ne zaman birbirine yaklaşsa, bir üçüncü şahıs hemen araya girmişti. Üçüncü şahıs korkuydu. Korkuysa polisin dostu, adamın düşmanıydı.
Korku kendi kurallarını dayatıyor ve her şeye karar veriyordu. Şimdi ise iki adam ilk defa yalnız, yüz yüze. Korku yok oluyor. Şimdiye dek bütün ilişkileri heyecan, saldırganlık, hakaret, öfke ve terörle doluydu hep. Ancak şimdi korku yok olmuş, bu sapık ve nefret dolu birlik ansızın yıkılmış, sanki bir ateş söndürülmüştür.
Bu iki adam artık birbirine karşı kayıtsız ve ilgisiz hale gelmiştir; bu yüzden kendi bildiklerini okuyabilirler. Böylece polis ağır ağır karakola dönerken, adam orada dikiliyor ve gözden kaybolan düşmanına bakıyor. 1
Böylece devrimci sürecin inisiyatifi artık sokaktaki adamın eline geçmiş, Devrim uzun bir süredir güçbela tırmanmaya başladığı zirveden aşağı doğru hızla akmaya başlamıştır.
Michel Foucault’ya göreyse devrim, halkın “sırtına binen korkunç yükü, tekmil dünya düzeninin yükünü silkelemek isteyen silahsız insanların ayaklanmasıydı. Belki de bu, gezegensel kuvvetlere karşı gerçekleştirilmiş ilk ayaklanma, en öfkeli ayaklanmanın en modern bir biçimiydi.” 2
Ve hatta bu, bir devrimden ziyade isyan, bir tür sivil itaatsizlikti. Bu durum ise onu desteklenebilir kılmaktaydı…
Ama o günler çok geride kaldı ve devrimci coşkuyla birlikte adalet ve özgürlük arayışları da baskılanarak tarih yeniden olağan mecraında akmaya başladı.
Foucault, Savak’ın işkencelerine karşı çıktığı gibi, Devrim’den sonraki idamlara da karşı çıkar.
Ona göre başlangıçta ayaklanan ve ölüme gidenlerin izlediği maneviyat, din adamlarının rejimiyle ilgisizdir.
Asıl olarak reddedilen Şah’ın aptalca ve topluma oldukça pahalıya mal olan modernleşme projesidir; “despotik silahlarıdır, kokuşmuş sistemidir…”
Ama bu kadük tarihsel sistem, bir süredir cilalanarak yeni bir mizansenle sahnelenmeye çalışılmakta.
İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi‘nin ölümü beni bir kez daha o günlere, uzaktan izlediğimiz devrimin o coşku ve umut dolu günlerine götürdü.
Ne var ki giderek tersine dönen süreçte, Şahın polisinin yerini devrimin polisi aldı. Kısa süren itidal ve özgürlük havası, yerini, farklı da olsa baskıcı bir sürece bıraktı.
Bir dönem ABD’nin bölgedeki jandarmalığını yapan İran bu kez yüzünü Doğu’ya döndü ve bölgedeki tarihsel hegemonya mücadelesini güncelleyen farklı bir stratejiye yöneldi.
Özgürlük tutkusu yerini egemenlik arzusuna bıraktı. İslam Devrimi idealinin yerini Şii reelpolitiği aldı.
Cumhuriyet fikri ilerletilemediği gibi, bir dönem başbakanlık yapan Mir Hüseyin Musevi gibi devrimci muhalifler ya ev hapsinde (veya hapiste) kalmaya boyun eğerek susturuldular ya da Abdülkerim Süruş gibi ülkeden kaçmak zorunda bırakıldılar.
Ülkenin kaynakları başlangıçta öngörüldüğü gibi halkın refahı, geliştirilmesi, sosyal adalet ve dayanışma için kullanılmak yerine bölgesel ve hatta küresel bir hegemonya savaşına ve buna destek olacak atom bombası üretmek gibi astarı yüzünden pahalıya mal olan abes alanlara hasredildi.
Kapuscinski İran’ı hiç de beklenmedik bir devrimci sürece getiren şartlara dair gözlemlerini şöyle sürdürür:
Bir despot, insanın alçak bir yaratık olduğuna inanır. Sarayını alçak insanlarla doldurur, çevresini alçaklar oluşturur. Dehşete düşmüş bir toplum, uzun süre, düşünme yeteneği olmayan, her şeye boyun eğen bir serseri gibi davranacaktır. Ona denileni yaptırmak için yiyecek vermek yeterlidir.
Eğlendirilince mutlu olur. İnsanlığın hayli küçük olan politik hileler hazinesi bin yıllık bir dönemde pek değişmemiştir. Kendilerine yetki verildiği takdirde nasıl idare edeceklerini bildiklerine inanan bir sürü amatör politikacıya sahip olmamızın nedeni de budur. Yine de, şaşırtıcı olaylar meydana gelebilir.
Bir bakarsınız, iyi beslenmiş ve epeyce eğlendirilmiş bir kalabalık söz dinlememeye başlar. Eğlenceden fazlasını talep eder. Özgürlük ister, adalet ister. Despot şaşırıp kalır. O, bir insanı, olduğu haliyle, bütünlüğüyle ve şerefiyle görmenin yolunu bilmez. Böyle bir adam sonunda diktatörlüğü tehdit edecek ve onun düşmanı olacaktır. Bu yüzden diktatörlük, o adamı yok etmek için tüm gücünü toplar. 3
Toplumların, özellikle de Doğu toplumlarının kaderiyse bu devrimci süreçlerin, öfke patlamalarının arkasını getir(e)memek, devrimin sonrasına dair ideallerin arkasında durmamaktır.
Tıpkı Arap Baharı gibi istisnai ve hiç de beklenmedik anlarda tarihe müdahale ederek iktidarın karşısına çıkanlar, iktidar değişince yeniden kendi hayatlarına dönmekteler.
Toplumsal denetimden ve siyasal katılımdan uzak olan iktidarlar ise ister devrimle ister darbeyle isterse seçimlerle işbaşına gelsin, bir süre sonra verdikleri sözleri unutup giderek yerel alışkanlıklara, iktidar olmanın kolaycılığına, dahası iktidarlarının ebedileştirilmeye çalışıldığı baskıcı bir stratejiye yönelirler.
Karşılarında onları dikkatle takip eden, eleştiren, denetleyen, iyiliği destekleyip kötülüğe karşı koyan bir toplum da olmayınca, ortalık fırsatçılara kalır ve sular yeniden eski yatağında akmaya devam eder.
Böylece yönetim, kendisini eylemleriyle ve oylarıyla destekleyen halkın inisiyatifinden çıkarak keyfi ve kişiye özgü tutumlara yönelir.
Bir süre iyi giden işler bu gidişat sonucu olumsuzluğa doğru dönünce, bu kez de iktidarın sağlama alınması için despotik mecralara yönelinir.
Dolayısıyla da içerisinden gelinen halkla mesafelenerek, iktidarın ömrünü uzatmak için zorbaca yöntemlere başvurulur.
Sokaklardan kovulan (para)militer güçler yeniden sokaklara egemen olur ve “tarih tekerrürdür” sözünü doğrularcasına oyun bir kere daha tekrar eder.
Şah’ın yok olmasının bir nedeni de, kendi ülkesini doğru dürüst tanımamasıydı. Bütün ömrünü sarayda geçirdi. Saraydan ayrıldığı zaman sıcak bir odadan dondurucu soğuğa çıkmış birine benzerdi.
Şöyle bir etrafına bakıp çabucak içeri çekilirdi. Aslında bütün saraylarda, yıkıcı ve saptırıcı yasaların geçerli olduğu bir yapı varlığını sürdürür. Çok eski zamanlardan beri bu böyle olmuştur, böyledir ve böyle olacaktır.
On tane yeni saray yaptırabilirsiniz, ancak yapım biter bitmez sizin sarayınız da, beş bin yıl önce yapılmış saraylarda hüküm süren yasalara tabi olacaktır. Tek çare sarayı, tramvay ya da otobüs gibi geçici bir mekân olarak kullanmaktır. Binilir, bir süre gidilir, sonra inilir. Doğru durakta inmeye ve fazla uzağa gitmemeye dikkat etmek çok önemlidir. 4
Platon da Yunan demokrasisini eleştirirken, ideal bir yönetim olarak tasvir ettiği “bilge krallık” modelinde yöneticinin süresini 10 yılla sınırlar.
10 yılın sonunda yeni biri seçilir ve eski “bilge kral”, hayatının sonunu kitapları arasında tamamlamak üzere sakin bir köşeye çekilir.
ABD’de ise başkanların süresi 4 yıldır ve bir kişi arka arkaya en fazla iki kez başkanlık yapabilir, yani 8 yıl.
Belli ki bir insanın hem verimli olması hem de yoldan çıkmaması için azami on yıllık süre en uygun süredir.
Ama İran’da, 1989’a kadar cumhurbaşkanı olan Ali Hamaney, o tarihten beri dinî lider olarak yönetimin başında.
Türkiye’de ise Recep Tayyip Erdoğan 2002 yılından itibaren başbakan ve cumhurbaşkanı olarak ülkeyi yönetmekte.
Etrafımızdaki Rusya, Azerbaycan, Suriye, Ürdün, Filistin, Mısır, Arabistan, Körfez Ülkeleri… gibi ülkelerin hali de ortada.
Belki aşırı bir iddia gibi gözükebilecektir ama gerek komplo teorisyenlerini bir kere daha harekete geçiren İbrahim Reisî’nin uğradığı kaza ve gerekse İsrail’in Gazze katliamına karşı bu ülkelerde verilen tepkinin Batılı ülkelere göre oldukça sönük olması gibi göstergeler de bu genel toplumsal karakteristiğin bir parçası değil mi?..
Kaynaklar:
1. Ryszard Kapuscinski, Şahların Şahı, Metis Y. s. 89, 90.
2. Eric Paras, Foucault, Öznenin Yitiminden Yeniden Doğuşuna, Kolektif Kitap, s. 107.
3. Ryszard Kapuscinski, age, s. 94.
4. Ryszard Kapuscinski, age, s. 96, 97.