Ümit Aktaş: Gözyaşları ve azizler

06.10.2023

Ümit Aktaş, indyturk.com’da “Gözyaşları ve azizler” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

Görsel: ArtStation

Şems ile Mevlana tanıştıkları ilk üç ay içinde, günler boyu hiç evden çıkmayarak denize kavuşan ırmaklar gibi söyleşirler.  

Kim bilir, belki de hiç konuşmamışlardır. Sözün kalpten kalbe aktığı, sükûtun sözü aştığı bir lahzâdır belki bu üç ay. Sükût halindeki söyleşmeye başkaları da değinirler.

Foucault, Angelopulos, Tarkovski ya da Kurusova; mistikler ve şairler. Söylenecek o kadar çok şey vardır ki oysa.

Ama söze ilk başlayacak olan bilir bütün sihri altüst edeceğini, seçemez bu yüzden sarf edeceği o büyülü ilk sözcüğü.

O yüzden sarsmaz yüreğindeki dinginliği, sevincini bastırır ve o haliyle konuşur hiçbir sözcüğü terennüm etmeksizin.

Varlığın uğultusuna bırakır sözü, hayatın o sarsıcı ritmine. Susarak konuşmanın, bir bakışla yetinmenin ve o hiçbir şeyi ürkütmemenin kaygısıyla; sadece dostun yüzüne bakmanın tevazuuyla yetinerek, kavuşmanın büyüsü bozulacakmış gibi daha ilk sözcükle, bir güvercin tedirginliğiyle… 

Öylesine coşkuludur gönüller çünkü bunca hasretten sonra ve tedirgin, sanki bir tufan kopacakmış gibi daha ilk sözcükte.

Kristalize olacakmış gibi hayatın akışı ve çökecekmiş gibi bir koyultu uzanıp gitmekte olan mesafelere.

Ki aslında telaffuz edilmeyen sözler gidip gelmekte ve anlaşmaktadır yürekler o duyulmaz fısıltılarla; ürkütmemeye çalışarak kalpler arasındaki o gizemli iletişimi.

Belki de dile gelmez bir coşkudur alevlenen bu boşlukta; yok, hayır, bir boşluk değil bir cennet iklimidir o, bir türlü vasfedilemeyen. Ya da susuldukça söyleşilen, uzaklardan bile bilişilen.

Konuşmak hele ki dostluklar için gereksiz bir külfettir. Söyleşmeden konuşmak, söze ihtiyaç duymadan anlaşmak, belki de tüm bu araçları silip atan bir muhabbetin iklimini yakalamakla mümkün.

Yazı da benzeri bir işlevi görebilir; tabii yazılmaması koşuluyla.

“Yazıdan medet umulmamalı fakat öylesine saf bir yaşam sergilemeliydik ki maneviyatın lütfu ruhumuzda kitapların yerini almalı, kitaplara işlenen mürekkep gibi işlemeliydi kalplerimize. Bu lütfu kendimizden esirgediğimiz içindir ki ikincil bir seyrüsefer teşkil eden yazıyı kullanmak icap eder.” 1

Sokrates da yazmamış, tilmizine bırakmıştır o işi. Tıpkı Peygamberler gibi.

Onlar da hayatın içinde dalgalanan, yankıları toplumları sarsan ve gönülleri aydınlatan bir akışa bırakmışlardır sözü.

Ki içerisinde vücut buldukları o iklim, durup oturmaya, yazının durukluğuna, okumanın oturukluğuna elvermemektedir.

Yazanlar ise geride bir hoş sadâ bırakmak için takip ederler sözün ritmini. Sonuçta ise “usta sözünü bırakıp gider ve yapıt kendi bağımsız yazgısını yaşamaya başlar.” 2

Bir anlamda vekâlettir yazı ama ondan ayrıldığınızda artık inisiyatifinizi de kaybetmişsiniz demektir.

Vahyin o sonu gelmeyen yorumları da sözü kendi inisiyatifine almak değil midir?

Kim bilir, belki de Allah yorumlar çoğalsın ister, tıpkı maddi dünyanın da sürekli çoğalması gibi.

O yüzden kimi yerde muğlak bırakır sözü, müteşabih bir dille, çok anlamlılıkla konuşur; her gönül kendi kabını kendi sığasınca doldursun ister. 

Kimileri ise Tanrı adına konuşmayı, tanrısal sözleri ve edimleri bir ilahiyatla çerçevelemeyi ilim sayarak kalpleri yorar.

Tanrı’yı ilahi bir bilimin (ilahiyatın) nesnesi yapmaktır bu.

İlahiyat Tanrı’nın inkârıdır. Tanrı’nın varlığını kanıtlamak amacıyla delil aramak gibi tuhaf bir düşünce! Bu kitapların tümü azize Teresa’nın bir hayretinin değerinde değildir. İlahiyat var olalı beri hiçbir bilinç fazladan bir kesinlik kazanamamıştır çünkü ilahiyat imanın tanrıtanımaz bir versiyonundan başka bir şey değildir. Son mistik kekeleme Tanrı’ya Summa Theologica’dan daha yakındır. 3 

İbadetin özü de O’nu, incelikli ve akıl almaz yaratıcılıklarını yad etmeye dair bir tefekkür değil midir?

Yaratımda dile gelen bir espriyi, gizemi, yüceliği veya güzelliği gönül gözüyle temaşa etmek, dillendirmek değil midir?

Akılla kalbi birleştiren o incecik yol üzerinde mesafe alırken hayret nazarıyla bakabilmek değil midir şu bir nebze de olsa tanığı olduğumuz acuna?

Bir derenin akışını, rüzgârın söğüt dallarındaki uğultusunu dinler gibi ya da bir ıstırabı paylaşmak ki acıya ortak olmak sağaltımıdır kalplerin de.

İnsanı hakikate yakın kılan, düşüncesini derinleştirmesi yani yaratıcı düşünmedir ki Deleuze bunu “göçebe düşünce” olarak da tanımlar.

Göçebelik belli bir nesneye veya olguya bağımlanmamak anlamıyla düşünsel çabanın özgürleştirilmesidir.

Bu açıdan filozof ve şair (ressam, bestekâr…) farklı güzergâhlarda sürdürür yolculuklarını.

Şair imgelerle dile getirirken duyduklarını, düşünür kavramlarla ifade eder düşüncelerini.

Bu “yaratıcı düşünme”nin Spinoza’daki karşılığı “etik”tir. Ahlakın halk (yaratma) kökünden geldiğini düşünürsek bunun da yaratıcı bir faaliyet anlamına geldiğini söyleyebiliriz.

Bergson’un elan vital (yaratıcı çaba)’i de bu anlama gelse gerek. Nietzsche içinse düşünmek “şen bilim”dir. Daha doğrusu çekiçle felsefe yapmak.

Çünkü önce tepkin güçlerin tasfiyesi gerekir; yani zeminin nadanlardan temizlenmesi. Ancak ondan sonra bakabiliriz sevinçle gökyüzüne.

Kötülüklere karşı mücadele iyiliklerin gerçekleştirilmesine göre önceliklidir çünkü. 

Derrida için bir vaattir Tanrı; bir gelecek. Varoluş geleceğe doğru bir akış değil midir zaten?

Çoğumuzun yüzü geçmişe dönük olsa da Hakikat geleceğe kalanlar ve olmakta olanlar değil midir?

Onu beklemek insanı huzursuz kılsa da, bu, yaratılışın o sessizce işleyen ritmini duymanın vecd dolu huzursuzluğudur.

Usulca işleyen ilmiklerin örgüsündeki o yaratıcı tınıyı duyarak yürümek sessizce, hiçbir şeyi huzursuz kılmamak için ardında bırakacağı.

Bir kıvanç belki, bir umut, muştu? Çarpan bir kalp yalnızca, acıları kadar sevincini de bastıran.

Oysa paylaşmalı değil mi, bu bir söz ya da bir yudum su da olsa?

Yormalı değil mi bakışlarını geleceğe dair duyduğu kaygıyla?

Yoksa bırakmalı mıydı kendisini o ebedi akışa. Hiçbir şeyi tedirgin etmemeye çalışan mistikler gibi.

Örgütlü din bastırır kaygıları, mistik ise acıların sarhoşudur. Yaralı, muhtaç ve yoksun bir kalp ise arayışlar içindedir.

Kulak kesilmiştir her sese ve acıyla kavrulmaktadır. Kavramlara değil belki ama düşlerine ve umutlarına tutunmaktadır.

Belki de sadece odur yaşayan, sadece o bilmektedir hayatın ne olduğunu, nasıl izler bıraktığını ardında.

Ve sadece o beklemektedir hiç ummadığımız bir yönden ve hiç ummadığımız bir biçimde gelmekte olanı.  

Arda kalan nedir oysa? Nedir dili kesilenlerin söyleşeceği?

Bir hayal değil mi izlediğimiz şu pırıltılar, yaratıcı desteklerden çoktan uzaklaşmış sözcükler gibi.

Peki, nasıl yakalamalı o ritmi ki Hakikate yakınlaştırsın bizi?

Umudumuzu pekiştirecek o sevinci hangi yüzde bulmalı, hangi sözcükte?

Bir kelebek gibi çırparak kanatlarını uçmaktasın, dalgaların üstünde dans eden yakamozlar gibi ve alevlerden uzak tutarak kanatlarını.

Bir insansın çünkü ve bilmektesin yanmanın ne anlama geldiğini. Belki de demektesin ki yanmak nedir ki ölümlü olduğunu bilmenin yanında?

Hem de yüreğindeki fırtınaları dindiremeksizin bir türlü, dahası ise anlayamaksızın sonsuzluğu, kanmaksızın susuzluğa.

Bırakın onu, bir damla gözyaşını teskin etmenin yolunu bulamaksızın, sökemeksizin kalbinden kini ve doğrultamadan özündeki eğrilikleri; işte tüm bunları bilerek ölmek var ya! Yanmak nedir ki?

***

Ardından kaygıyla bakarken şöyle dedi: Rabbim daha çok genç ve aldanmalara teşne.

Bakakalmaktaydı yüzünde çarpık bir gülümsemeyle. Farkında değildi hayatın belki.

Sıradan ışıltılara kanacak denli aymazdı bakışları ve yürüdü gitti kaderin onu nereye sürükleyeceğini bilemeyen esrik ozanlar gibi.

Ne bıraktınız geride aldıklarınızı bağışlatacak ve bir umut bahşedecek ardıllarınıza?

Hangi muştuyla coşturacak yüzleri o esrik gülüşten, aldatıcı yemişten gayrı.

Sarsıcı bir kelime, bir gün dönümü, bir bahar ve o boşluk; bir geminin iskeleden ayrıldıktan sonra geride bıraktığı o boşluk gibi ve dalgaların bir vuruşta sildiği izler.

O hafif mırıltı suları dalgalandıran. O sebepsiz uğultu sanki yeni bir aydınlık doğar gibi harap olmuş ekinlerin üstüne.

Yenilemeli dedi biri hayatı umursuzca bakarak silinen ufuklara, yeniden atmalı zarları her ihtimali deneyerek, sanki böylesi bir hakkı varmış gibi.

Yine de şansını denemek için bakındı etrafına o yıkıntıların arasından. Çalkalanmaktaydı sözcükler avurtlarında yeni bir doğuma gebeymiş gibi.

Sarsabilirmiş gibi geleceği, adımlarının izini silebilir ve yeni bir çığırı açabilirmiş gibi yitenlerin ardından.

O diriltici soluktan yoksundu oysa; yoksundu umutlardan ki sürükleyecek kim vardı ardı sıra, bakışlarını bölen bir yalnızlıktan başka.

Uzaklaşıp gitti “Olmasaydı sonumuz böyle” diyerek; Ahmet Kaya’nın o trajik yalnızlığıyla.

Yanılsamalarını bir beklentiye çevirerek belki, belki de bir daha ardına bakamayacak denli utançla gözyaşlarına boğularak. 

 

Kaynaklar:

1.  J. Derrida, Yazı ve Fark, Metis Y. s. 22.
2.  Derrida, age, s. 137.
3.  Cioran, Gözyaşları ve Azizler, Jaguar Y. s. 51.

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.