16.09.2021
Ümit Aktaş, hertaraf.com’da “Kamusal Dil ve Kamusal Akıl” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Atasoy Müftüoğlu’nun her karşılaşmamızda, şüphesiz kendisini ihmal ederek dile getirdiği toplumumuzdaki “kamusal aydın”ın eksikliği (mesela M İkbal, Ali Şeriati, Aliya İzzetbegoviç veya M. Heidegger, J. Paul Sartre, M, Foucault… gibi) meselesi ve buna duyulan ihtiyaç, toplumumuzu derinden bölen fay hatlarının imkânsızlaştırdığı bir “kamusal dil”in ve vicdanın teşekkül edemeyişine de işaret etmekte. Kısmî itirazlarla da olsa mesela Mehmet Akif veya Nazım Hikmet’in toplumu birleştiren, toplumsal duyarlılıklar kadar tepkileri de ifade eden şiirleri, kamusal vicdanın diline tercüman olsa da, yaşayan aydınlarımız anılan ozanların toplumun vicdanı olan seslerine kavuşabilmiş değil. Kaldı ki bu sesler, sözgelimi Ahmet Altan, İlber Ortaylı gibi isimler, toplumun geleceğini kuran o birleştiricilikten olduğu kadar kurtarıcı edadan da yoksun.
Kamusal aydın ihtiyacımızı ifade eden şu kavramsal dil (düşünce) sorunsalımız, irfanı âraf’a dayandıramayan kafa karışıklığımızla, sokaktaki insanı aydına karşı kuşkulu ve işkilli kılan bir yüzeyselliği ve zihinsel bölünmüşlüğü de ele vermekte. Zira âraf, İlahî Komedya’nın irfan ehline haksızca yaklaşımına ve onları bir “arada kalmışlık”a iliştiren bakışına karşı, Kuran’ın irfan ehlini mutenalaştıran o “yüksek bakışı” ifade eder. Toplumun hak ve adalete dayanan bakışını ortaya çıkaran bu düşünsel yükseklik (irtifa) ise, arada kalmış olmak bir yana, kurucu ve kurtarıcı bir temyiz yeteneğine ve bunu mümkün kılan bir düşünsel derinleşmişliğe; yani toplumun vicdanı olan bir duyarlılığa ve kamusal bir dil kadar akla da işaret etmektedir.
Bu düşünsel yükselmişlik (irfan) hali, kamusal aydını toplumun fay hatlarını, ahlaki zaaflarını, siyasal kırgınlıklarını, etnik veya dinî ayrılıklarını derinden bir bakışla kavrayarak, “arada oluş”u “arada kalmışlık”tan çıkararak, aydınlatıcı ve özgürleştirici bir dille aşar ve dili buna dair kıylükalden, suçlayıcı edasından ve ötekileştiriciliğinden kurtarır. Toplumsal travmaları dile getirişindeki hassasiyetleri gözeten irfanıyla birlikte, geleceği de dikkate alan bir duyarlılıkla topluma seslenir. Bu seslenişin gönüllerde karşılığını bulabilmesi, anlaşmanın salt sözcüklere indirgendiği biçimsellikten kurtarıldığı o yalınlığına da bağlıdır. Onun da ötesinde bu dil, ortaya koyduğu kavrayışın derinliğiyle, tıpkı bir tabip edasıyla canı yaksa da gönlü kırmayan bir inceliği de haizdir.
Bu irfanın toplumsal sorunlara değinişi, mahkûm etmekten ziyade, toplumsal gerçeklikten yola çıkarak kurtarıcı ve özgürleştirici tutumları öğütler. Dolayısıyla da Âraf Suresindeki anlatı, ilahî yargılama sahnesine atıfta bulunsa da, anlatılan daha çok günümüzün gerçekliğidir. Yani Doğu ile Batı, geçmiş ile gelecek, kadın ile erkek, iyilik ile kötülük, dünya ile ahiret, zulüm ve adalet arasındaki sıkışmışlığı ve hatta kararsızlığı ile insanlığın hâlihazırdaki gerçekliğidir. Bu insanın ihtiyacı olan o irfanî olduğu kadar kamusal dil, anlaşmanın da ötesinde uzlaştırabilen, karşıtlıkları kamusal bir akıl ve vicdan ile gözler önüne sererek oradan geleceğe seslenen bir edaya sahiptir.
Bu dilin toplumsal vicdanda yankılanması, dünya hayatını adeta ilahî bir mahkeme önüne çıkaran temel adalet duygusu ve arayışı ile tüm karşılaşmaların önkoşulu haline getiren hikmet’te, yani çıkarılan hükümlerin kıyıcı değil kurtarıcı niteliğindedir. İşte ancak o zaman ki kamusala sesleniş, bir kamusal dilin ortaya konulmuşluğu ile bu sesi tanrısal bir niteliğe, yani kamusal aydının irfanına dayanan o yüksek (âraf’taki) bakışa ve seslenişe ulaştırır. Ancak o zaman karşıtlıklar, örtük de olsa bir uzlaşı ile içerisinde bulundukları halin farkına vararak, adımlarını kendilerini olduğu kadar toplumu da kurtaracak bir yöne doğru yöneltebilir. O da şayet bu uyarılardan ders alma kabiliyetlerini yitirmemişlerse ve kalpleri henüz bu seslenişler karşısında körelmemişse.
Körelmek ise elbette ki görememek ya da duyamamak değil, görse ya da duysa da aldırmamakla ilgili bir tüm vicdani kapasitesini yitirmek anlamına gelir. İçerisinde bulunduğu sosyoloji hangisi olursa olsun, her tür kötülüğe ve zulme karşı hissizleşmek, bulunduğu halin konformizmine teslim olarak adalete ve vicdana dair tüm duyarlılıklarını derin bir aldırışsızlıkla yitirmek; ve hatta kendisine olduğu kadar topluma ve dünyaya da yabancılaşarak, kendisini adeta bir başkasını izler gibi uzaktan izlemektir. Oysa sorumlu şahsiyetler (ârifler), kendilerinden önce ötekilerin sorumluluğunu hissederek onlarla birlikte olmayan bir kurtuluşu ve özgürleşmeyi kendilerine de çok görenlerdir.
Dolayısıyla kamusal dil, toplumsal taraflara özgü bir dil (jargon) olmanın edasından sıyrılırken, anlaşılamaz bir soyutluğun uzaklığına (fildişi kuleye) çekilmek yerine, dili toplumsal/kamusal sorunların özgüllüğüne tercüman kılan bir nesnelliği ifade eder. Bu durumda ise anlaşmak, her şeyden önce toplumsal duyarlılıklara kendisini taraflaştıran bir yerellikle değil de, bu tür dar bakışları aşan bir ortaklaşalıkla yaklaşabilmenin nesnelliği ve evrenselliğine ulaşabilmeyi gerektirir. Tıpkı 28 Şubat döneminde kendilerini başörtülülerin maduniyetine hemhal kılan sol ve liberal aydınlar gibi, günümüzde de bu maduniyeti aşan kesimlerin mutenalaştıkları kendi toplumsal konforlarını terk etme pahasına, Kürtlerin, mültecilerin, FETÖ mağdurlarının, ezilmişlerin… çığlıklarını duyabilen ve bu seslenişlere tercüman olan bir kamusal vicdanın sorumluluğunu üstlenebilmeleri gerekmekte değil mi?
Ama bunu yaparken de bu temel sorumluluğu bir borcu öder ya da bir lütufta bulunur edasıyla değil de, bunun bir insanlık borcu olduğunun irfanıyla, izzetiyle ve sessizliğiyle ifa edebilmeliler. Çünkü bu, eksiltilmiş bakışların ister istemez örselediği adalet duygusunun tahkimi olarak, kamusal dile ve akla da sirayet eden bir zaafa karşı da savaşmaktır. Zulüm ve adaletsizlik karşısında sessiz kalınması halinde ortaya çıkan bu örselenmişlik, tanrısal rahmetin içimizden çekip alınmasına ve dolayısıyla toplumsal bir tefessühe de yol açacaktır. Kamusal bir akıldan ve dilden yoksunluğun asıl sebebi ise işte bu toplumsal vicdandan, yani hak ve adalet duygusundan ve sorumluluğundan uzaklaşmış olmaktır.