03.03.2023
Ümit Aktaş, indyturk.com’da “Kültürel iktidar ve sansür” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Birkaç yıl önce kaleme aldığım Fikrî İktidar başlıklı yazıda, iktidarın kapatamadığını itiraf ettiği kültür açığına dikkat çekmiştim:
Artık neredeyse hayatın her alanına egemen olmuş ama bir tek şeyi elinden kaçırmış olan bir hayıflanma. Fakat öyle bir şey ki, egemenliğin öteki biçimlerini anlamsızlaştırıyor ve boşa çıkarıyor.
Belki şöyle bir zan da var dilin altında yatan: İktidarı elimden kaçıran ne? Dahası gerçekte iktidar kimin? Veya bir imkânsızı isteme; öyle ki Hakikat benim denebilsin: Mutlak iktidar.
Bu nokta belli belirsiz bir itirafı da getirmekte. Öyle ya, bunca seneden ve bunca hengâmeden sonra ikame edilemeyen o eksiklik, damaktaki o asla giderilemeyen buruk tat…
Aslında bu bir açıdan da kendisini Hakikat yerine koymaya şartlanmanın aldanmaya teşne yanılgısı ve yalnızlığı değil midir?..
İktidarını mutlaklaştıramamaya dair bu hayıflanma, Tanrı’ya özenmenin, her şeyi elinin altında tutma arzusunun, yani tüm otokratları kavuran bir imkânsızı istemenin de itirafı değil midir?
Ancak bu heves açısından siyasal ve iktisadi iktidar yetmemekte, zihinler de fethedilmeye çalışılmaktadır. Bu ise bildiğimiz şu firavun kompleksi, kalplere de egemen olma arzusudur.
Öyle ki özgür olan sadece firavun/hükümran olsun, diğerleri de bu özgürlüğe tâbi kullar haline gelsin.
Mutlak egemenliğin kendisi etrafında kurgulandığı bu otoritaryan heves, Tanrı’nın insanlara bahşettiği özgürlükten, bunun askıya alınamazlığından bihaberdir.
Bu yüzden olsa gerek ki, kendisinden doğru tüm devlet erkine yayılan bir egemenlik tutkusu, talimatçılık, gerçekte bunun imkânsızlığına dair o sınıra da yaklaşmakta.
Toplumu Engizisyona, Mihneye tâbi tutma raddesine gelen bu abes arzu, gerçekte iktidarın sonunu da işaretlemekte.
Buna dair bir yığın hikâye yaşanmış olsa da, kendini bilmezlik, tarihten ders çıkarmasını da bilememektir.
Âkif’in de söylediği gibi şayet yaşananlardan ibret alınsaydı, tarih tekerrür eder miydi?
Bu kendini bilmezliğin son örneği Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB)’nın bu engizisyon/mihne hevesine girişmede oynadığı araçsal rol oldu.
Kültürel iktidarın olumlu yönden sağlanamamasına karşı bu kez bu arzunun olumsuz yönden, yani yasakçılıkla ve baskıcılıkla gerçekleştirilme çabasına girişildi.
Bilindiği üzere DİB’in Mushafları tetkik ve onay yetkisi var. Burada da sorunlar var ama buna girmeyelim.
Ama bu yetki bir KHK ile genişletilerek çeviri, yani meal ve anlama bahsine de yayılmakta.
Böylece bir zamanlar Kilisenin girişmiş olduğu kanonik ve apokrif, yani makbul ve sapkın metin ayrımı meselesi, Kuran metninin anlaşılmasında da resmi bir ölçüt getirecek biçimde meallere (Türkçeleştirilmeye) de taşınmakta.
Bilindiği üzere Cumhuriyete değin Kuran’ın Türkçeleştirilmesi bile, istisnai birkaç girişim dışında yapılmamış, halk sadece Arapça metni okumuş ya da dinlemiş, dolayısıyla da anlama sorunuyla yüzleşmemişti.
Cumhuriyet sonrası yetkili kişilerce çeviriler yapılsa da, çeviriler geleneksel anlayışa dayalı ve biçimseldi.
Ancak özellikle Muhammed Esed mealinin çevirisi, Türkçe mealler konusunda bir çığır açarak, neredeyse birbirinin kopyası olan, adeta kanonik tercümelerin yerine daha anlaşılır, anlama meselesini güncelleyen, metni günümüzün sorunlarına ve tartışmalarına da yansıtan bir biçimde anlamlandırmaya çalışan çeviriler de yapılmaya başlandı.
Meallerde ise temel sorun metnin sadece Türkçeye çevrilmesi sorunundan ibaret olmayıp, asıl olan metnin anlaşılırlığının sağlanmasıdır ki bu mesele sadece bizim gibi öte-dilliler için geçerli olmayıp, Arap dilliler için de, o da sadece günümüze mahsus olmayan, metnin nasıl anlaşılması gerektiğine dair kadim bir anlaşılma sorunudur ki yapılan serbest çeviriler bunun da gündeme gelmesine yol açtı.
Zira metnin anlaşılmasında asıl sorun, teknik bazı anlaşmazlıklar, mesela abdestte ayağın meshi veya yıkanılması gibi sorunlar bir yana, müteşabih ayetlerin nasıl anlaşılacağı ve özellikle metaforik ifadelerde metnin anlamının nereye kadar zorlanabileceğine ilişkindir ki bu da aslında yeni bir mesele değildir.
Nitekim geçmişte de özellikle Bâtıni eğilimler bu konularda oldukça uç yorumlar yapabilmişlerdi.
Ancak bu gibi netameli sorunlar ne mütercimi ne de okuyucuyu anlama sorunun dışında ve adeta çocuksu bir durumda tutmaya mecbur kılamaz.
Anla(şıl)ma meselesi Hakikatten sarfı nazar edemez ve o ise ancak tartışmalar ve farklı anlaşılma çabalarıyla belirginleşir.
Kaldı ki hakikat ve anlamalar tekil dayatmalarla da sonuçlandırılamaz ve anla(şıl)manın çoğulluğunda kendince bir rahmet de vardır.
Beri yandan Avrupa’da ortaya çıkan hermenötik/yorumsal anlama çabaları da, anlama sorununu derinleştirmiş, bunun etkileri Kuran’ın anlaşılma ve çevirisi çabalarına da yansımıştır.
Ne var ki dini devlet işine sokmaktan men eden ama kendisi dine her açıdan müdahale etmekten kaçınmayan Türk usulü bir laiklik biçimi ki buna Ortodoks laiklik de diyebiliriz, öteden beri Kuran’ın anlaşılmasına da kendisinin karar vereceğine dair bir tutum içerisinde.
DİB’in varlığı ve devlet içindeki konumu da en başından beri tartışılmakta. Öyle ki bu kurum laik devletin olduğu kadar özünde ruhbanlığın olmadığı İslam’ın mantığı içerisinde de anlamlı bir işlevi haiz değil.
Hâl böyleyken gerek DİB’in gerekse bazı tarikat yapılanmalarının, salt örgütlenmeyle sınırlı kalmayan bir biçimde dine müdahalesi, dinin anlaşılma ve yaşama çabalarını bir krize sokmaktadır.
Hatta daha düne kadar DİB’i Kemalizm’in bir dine müdahale aracı olarak gören kesimler bile şimdilerde bu aracı kendi iktidarlarına kullanışlı hale getirmekte hiçbir beis görmemekteler.
Bu ise temeldeki o fikrî iktidar mevzusunu da depreştirmekte. Zira olumlu yönlerden sağlanamayan bu iktidar zafiyeti artık olumsuzluklar, yani baskıcılıklar, yasaklamalar, ayar vermelerle; ve hatta ceza ve tehditlerle giderilmeye çalışılmaktadır.
Bunun İslam’a olduğu kadar demokrasiye aykırılığı bir yana, bir metnin çevirisi ve anlaşılmasını sınırlama ya da belirleme meselesine aykırılığı ve hatta abesliği ise oldukça açık.
Oysa olumlu açıdan yapılabilecek birçok şey var. Sözgelimi bu abes işlerle meşgul edilen DİB personeli çevirileri inceleyerek mukayeseli ve olumlu çeviri örnekleri ortaya koyabilirler ki buna DİB’in çevirisi de dahildir.
Sorunlu çeviri alanlarında sempozyumlar düzenleyerek çeviri ve anlam arayışlarına katkıda bulunabilirler.
Sadece Kuran’la sınırlı kalmayacak bir biçimde dinsel bağlamlı çevirilerle ilgili kapsamlı bir çeviri dergisi yayınlayarak yayıncılara doğru veya olumlu çevirilere dair bir ufuk kazandırabilirler…
Çeviri sorunu aslında bu konuyla da sınırlı kalmayacak ölçüde önemli bir mesele ve bu konuyla ilgili zaman zaman ben de yazmaktayım.
Türkçe, özellikle bilim ve felsefe açısından gelişmekte olan ve buna açık bir dil. Bu dil içerisinde bilim ve felsefe icra edilecekse dili ve anlama çabalarını zenginleştirmeye ve çeşitlendirmeye çalışmaktan başka bir çaremiz de yok.
Ne var ki DİB kadar üniversiteler ve yayıncılık çevreleri de bu konularda üstlerine düşeni ifa etmekte yetersiz kalmaktalar.
Bir metnin çevirisi ise salt biçimsel bir dil sorunu olmaktan öte, temelde bir anlama sorunudur.
Nitekim yakınlarda yazdığım Çeviri Sorunu başlıklı bir yazıda bu konuya değinmiş, oradaki bir paragrafta bir çeviri örnekliğiyle anlama meselesinin önemini ortaya koymaya çalışmıştım:
Mevzuyu şu sıralarda okumuş olduğum bazı kitaplardan örneklerle somutlaştırmaya çalışayım. Bunlardan ilki Edward Gibbon’ın ‘Muhammed, Doğuşu, Karakteri ve Öğretisi’ adlı kitabı.
Önemli bir kitap ve benzeri birçok kitap gibi muhtemelen kitabın ilk ve son çevirisi. Daha önce benim de kısa bir redaktörlük uğraşım esnasında tanık olduğum bir hata, çevirmenin kitabın konusu olan ‘Muhammed’i ya da peygamberliği bilmediğini de göstermekte. Zira peygamberlerin ‘mürid’i olmaz. (s. 44)
Sahabileri, havarileri, takipçileri olabilir. Ama çeviri için sözlükteki ilk terim tercih edilince böylesi bir yanlışlık da ortaya çıkabilmekte.
Daha vahim olan bir başka hata ise aslında bu oldukça önemli kitabın yegâne çevirisini büsbütün anlaşılmaz kılmakta. Zira kitap görülebildiği kadarıyla oldukça incelikli bir çalışmanın mahsulü. Gibbon önemli bir tarihçi. Ama çeviride şöyle denmekte:
‘Muhammed’in zulmü çocuklarının mirasını gasp etti ve putperestliğin liderleri dininin ve imparatorluğunun en büyük başkanları oldu.’ (s. 113)
Bir biçimde ulaşabildiğim kitabın özgün metnindeki cümleden benim çıkarabildiğim anlam ise şu: ‘Putperestliğin önderleri, Muhammed’in mirasını gasp ettiler ve dini kadar imparatorluğuna da egemen oldular.
Burada da görüldüğü gibi çeviri her şeyden önce bir anlama, kaynak dil kadar kültürü anlama ve bunu hedef dilde ifade edebilme ve anlaşılır kılma sorunudur.
Dolayısıyla hedef dilin imkânları, sadece dille sınırlı kalmayan, kültürel açıdan da çeviriyi mümkün kılacak düzeyde olmalıdır.
Bu ise dilin içerisindeki araçların kavileştirilmesi gibi sorunları ortaya çıkarır. Sadece kelimeler ve kavramlarla sınırlı kalmayan bu çabanın ötesi ise dil ve kültür içerisindeki tartışmalar, eleştiriler, çoğulluklar ve çeşitliliklerle sağlanır.
Baskılar ve yasakçılıklarla değil, ki bu yöntem uzun dönem denendi ve hâlâ da denenmeye çalışılmakta.
Anlaşılmanın hakkıyla sağlanması ise düşüncenin derinleştirilmesiyle de ilgilidir ve bu ise yeni kelimeler, kavramlar ve ifade biçimleri oluşturularak, dilin güçlü dillerin baskısı altında kalması önlenerek gerçekleştirilebilir.
Bu bağlamda hiçbir dilin özünde güçlü, zengin ve kutsal dil olmadığı ise asla unutulmamalıdır.
Dünyanın en güçlü dili olan İngilizcenin bile neredeyse bütün kavramları Latince ve Fransızcaya dayanır. Arapça ise Allah’ın değil, Arapların dilidir.
Kısacası DİB ve benzeri kurumlar, yapabilirlerse şayet kendilerine verilen yetkileri yasakçılık veya baskıcılık yolunda değil, dilin zenginleştirilmesi ve etkinleştirilmesi gibi yollarda kullanmalı ya da susmalıdır.
Sözgelimi çeviri yarışmaları düzenlenebilir, gerek Türkçeye gerekse Türkçeden yapılan çevirilere ödüller verilebilir ve bu sorunların tartışıldığı dergiler çıkarılabilir.
Ama bu süreçlerde dahi sansürcü yaklaşımlarla hareket edilirse, sonuçta sadece dilin anlama kapasitesini genişletmeye dair olumlu adımların atılması, özgün ve yaratıcı fikirler ve yaklaşımların ortaya çıkması önlenmiş olur.
Bu konudaki olumluluklar dururken abesliklerle yani yasaklama ve baskılama ile iştigal ne devlete ne dine ne de millete bir şey kazandırır.
Asıl olan bir toplumu zorla bir şey oldurmaya çalışmak değil, Heidegger’in dediği gibi “olmaya bırakmak”tır.
Not: Bu hukuksuzluk bazı yazarlarca, yayımlanan bir bildiriyle protesto edildi.