Ümit Aktaş: Savaş ve barış

13.04.2022

Ümit Aktaş, indyturk.com’da “Savaş ve barış” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz. 

Fotoğraf: Filippo Monteforte/AFP

Emperyalist bir paylaşım savaşı olan Birinci Dünya Savaşı sonrası toprakları parçalanan ve paylaşılan Osmanlı İmparatorluğu sonrasında Ortadoğu‘da sular nasıl ki bir türlü durulmadıysa, Sovyetler Birliği’nin parçalanması akabinde Doğu Avrupa, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya da bir türlü sükûnete eremedi.

Tabi ki bahsi edilen coğrafyadaki statüko da, büyük ölçüde yine bir emperyalist bölüşüm kavgası olan İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşmuştu.

Üstelik burada doğrudan Sovyet (Rus) işgaline uğrayan ülkeler kadar Yugoslavya da bu statükonun hinterlandında ve büyük ölçüde Sovyet (Rus) hegemonyası altındaydı.

Ve her iki savaşta da Rusya, İngiltere-ABD-Fransa ittifakının, yani kazananların bileşenlerinden birisiydi.

Dolayısıyla etkileri hâlâ süren bu egemenliğin altından kurtulma çabalarını doğrudan NATO merkezli bir operasyonun sonucu olarak yorumlamak, Macaristan’ı, Çekoslavakya’yı, Doğu Almanya’yı, Polonya’yı, Kafkasya’yı ve hatta Türki cumhuriyetlerin işgallerini unutmak demektir ki bu da soruna göz atarken bir gözünü kapamaktan başka bir anlama gelmez.

Bu savaşlar sonrasında hâlâ istikrara ulaşamamış olan bu bölgelerde süregiden savaşların merkezinde olan Rusya ve Ortadoğu ülkeleri, Batılı ülkelerin ve özellikle de çokuluslu şirketlerin çok önemli bir ihtiyacı olan fosil yakıtlarının da en büyük tedarikçileri.

Bu nedenle başta ABD olmak üzere saldırgan ülkelerin ellerini bu ülkelerden çekmemeleri, özellikle de Türkiye etrafındaki coğrafyayı bir savaş ve sorun alanı haline getirmekte.

Öte yandan ise nasıl ki 1979 yılında, İran Devriminin hemen akabinde Afganistan savaşı, Sovyetlerin önüne atılmış bir yemse ve İran etrafında oluşturulmaya çalışılan kuşatmanın başlangıcıysa, bugün de Ukrayna’ya karşı girişilen Rus işgalini, benzeri bir tarihsel tekerrür olarak okumak da mümkün.

Bu ise sorunları çözmede savaş dışı seçeneklerin kullanılamamasındaki basiretsizliği de ele vermekte.

Türkiye ise, bu sorunsallık içerisinde, bir yandan doğrudan fosil yakıtlarına sahip olamamanın ve buna karşı alternatifler üretememenin iktisadi sıkıntısını yaşarken, öte yandan bunun üzerine tuz biber eken bir biçimde, hem yıllardır süren Suriye savaşına doğrudan, hem de ürettiği savaş gereçleriyle Ukrayna’nın tedarikçisi olarak bu savaşa da dolaylı bir biçimde müdahil.

İşin ilginci, AK Parti’nin yirmi yılı aşkın bir süredir devam eden iktidarı süresince üretilen yegâne teknoloji ürünü de bu savaş gereçleri.

Oysa tarımsal açıdan giderek dışa bağımlı hale gelinirken, alternatif enerji kaynakları konusunda da yeterli bir performans ortaya konulabilmiş değil.

Ve üstelik barışçı bir biçimde çözülebilecek Suriye meselesinin bir sorun yumağı haline gelmesinde de önemli bir payı var ve gerek burada konuşlanmış olan silahlı gücün finansmanının, gerekse bu vesile ile kabul etmek zorunda kaldığı göçmenlerin de, içerisine girdiği iktisadi krizde önemli etkileri bulunmakta.

Kamuoyunun günümüzdeki sessizliğine karşı, Irak‘ın 2003 yılındaki işgali yüzbinlerce insanın tepkisine yol açmıştı.

ABD askerlerinin topraklarımıza girmesine dair teskere, bu tepkilerin de etkisiyle TBMM’de reddedilirken, gerçekte savaş karşıtı olmasa da, barışçı bir adım atılmıştı.

Ama süreç içerisinde bu adımlar geriye çekildi ve Türkiye çeşitli vesilelerle savaşçı siyasetlerin bir parçası haline geldi.

Gerçi Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi karşısında en azından tarafsız bir strateji izlemek gibi görece barışçı bir siyaset sürdürülmeye çalışılmaktaysa da, bu kez de süreç, bu tutumu doğrulayacak ve barışa sabitleyecek sivil toplum destelerinden yoksunlukla malûl.

Daha doğrusu bu “sivil toplum”, AK Parti’nin 20 yıllık iktidarı süresince büyük ölçüde tasfiye edilmiş veya sessizleştirilmiş bir durumda.

Öyle ki bu oldukça trajik savaşın 51 günü geride kalırken, kitlesel bir tepki gösterilemediği gibi, bildiriye dayanan protestolar bile ancak son günlerde ortaya çıkabildi.

Yayımlanan ilk savaş karşıtı bildiri, Dünya barışının baş düşmanı NATO ve emperyalizmdir! başlığıyla yayımlandı.

Buna göre emperyalist savaşların odağı NATO öncülüğündeki ülkelerdir. Dolayısıyla da Ukrayna’daki savaşın müsebbibi de NATO’dur.

Bu yüzden, “Putin’in milliyetçi ve devrim düşmanı politikaları NATO karşıtı mücadeleden geri durmamıza sebep olmayacaktır… Bizler ülkemizin bu suç örgütünün üyesi olmasını istemiyoruz! Memleketin ve dünyanın geleceği için sorumluluk almak isteyen herkesi Türkiye’nin NATO üyeliğine, ülkemizdeki NATO üslerine ve askeri varlığına karşı mücadele etmeye; NATO’ya karşı aklını, öfkesini ve gücünü birleştirmeye çağırıyoruz.”

Görüldüğü üzere bu bildiri doğrudan ve yalnızca NATO karşıtı olduğunu beyan etmekte, bu savaşın müsebbibinin NATO olduğunu vurgulamakta ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgalindeki saldırganca barbarlığı kınamaktan ise uzak durmakta.

Doğrudan savaş karşıtı olmayıp, NATO karşıtıdır ve dünyamızdaki tüm kötülükleri de NATO’ya atfetmektedir.

Rusya’nın değil, “NATO’nun ve faşist çetelerinin” Ukrayna’dan çekilmesi talep edilmekte; hâlâ Sovyetlerin ve devrimci işçi sınıfının bulunduğu bir dünyada yaşanılmaktaymış gibi, insanlık adına değil de devrimci işçi sınıfı adına konuşulmaktadır.

Rusya’nın ve Çin’in emperyalist, işgalci ve savaşçı politikalarından söz edilmemekte ve hatta bunlardan söz etmenin bile bir tür NATO’culuk olduğu ima edilerek, Türkiye’nin de, geçmişte ülkemizdeki birçok karanlık olayın müsebbibi olan NATO’dan bir an önce ayrılması vaz edilmektedir.

Ukrayna’da Savaşa Hayır başlıklı ikinci bildiride ise Rusya’nın Ukrayna’yı işgali emperyalist güçler arasındaki çelişkilere dayandırılmakta ve Ukrayna halkının yanında olunduğu beyan edilmektedir.

Hiçbir savaşın ve işgalin haklı olmadığını vurgulayan bu bildiri, savaşın kazananı, barışın ise kaybedeni olamayacağını belirterek, “amasız ve fakatsız” bir barış talep etmektedir.

“Savaşlara, işgallere, nükleere, fosil yakıtlara, jeostratejik rekabet için sürdürülen askeri çatışmalara karşı herkesi, büyük insanlığı harekete geçmeye” çağıran bu bildiri, “Ukrayna Savaşına Hayır Platformu’nun kuruluşu”nu da bu vesile ile duyurmakta.

İlkinin NATO’ya karşıtlığa ve bu savaşı da NATO stratejilerine bağlayan “devrimci” ve “sosyalist” vurgulu diline karşı, ikincide bu vurgular yerine insanlık ve çevre felaketi ihtimalleri üzerinde durulmakta; NATO’dan ise açıkça söz edilmemekte.

Ve yine ilkinde sermaye ve finans çevrelerinin yayılmacı heveslerinden, nükleer felaket ihtimalinden hiç söz edilmezken, ikincisinde ise daha çok bu sorunlara değinilmekte.

Kısacası her iki bildiriye hâkim olan dil ve eğilimler, Türkiye’deki barışa, savaş karşıtlığına ve bu konulardaki işbirliğine dair önceki kuşaklarla yeni kuşaklar arasındaki farklılaşmaları ortaya koymakta.

“Devrimci” kuşağın ayaklarının altından kayan zemine, her ne olursa olsun diline ve duruşuna bağlılığına özen göstermeye çalışan söylemine karşı, ikinci bildiri bu “devrimci” söylemin yerine yeni kuşakların hassasiyetlerini ikame ederken, perspektifi kadar bileşenlerini de genişletmeye çalışmakta.

Ama yine de doğrudan ve her türlü savaşa karşı olmak yerine, Ukrayna savaşına karşıtlıkla kendisini sınırlandırmakta.

Bu da yeni nesil sivil toplumculuğun bir gereği olsa gerek.

Dünya değişmekte ve bu değişim söylemlerimiz kadar eylemlerimize de yansımakta.

Ne var ki savaş gerçeği bir türlü değişmemekte ve insanlığın daha ilk yola çıktığında eleştiriye uğrayan ve kaygılandıran yönü, yani “kanlar döken ve fesat çıkaran” hikâyesinde belirgin ve umutlandırıcı bir gelişme göze çarpmamakta.

Adorno’nun deyişiyle, “vahşetten insaniyete doğru giden bir ilerleme olmazken, sapandan atom bombasına doğru giden bir ilerleme”, insanlığın ve dünyamızın geleceği hakkında kaygılarımızı çoğaltarak devam ettirmekte.

Bunu bir ilerleme mi yoksa felakete doğru giden adımların ayak sesleri olarak mı görmeliyiz sorusu ise apayrı bir tartışmanın konusu.

Kuşkusuz ki bu oldukça temel sorunu aşacak olan ise “bilen/düşünen” insanın/toplumların zuhuru ve gidişatı barıştan ve insaniyetten yana doğru çevirebilme konusundaki yeteneği ve iradesidir.

Bu ise hepimizin sorumluluğunda; nasıl bir dünya devraldık ve kendimizden sonra geriye nasıl bir dünya bıraktık sorusunun cevabı yani. Soralım bunu kendimize ve çevremizdekilere. En önemlisi de siyasilere tabi.

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.