05.10.2024
Ümit Aktaş, indyturk.com’da “Sömürgecilik” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Sömürgecilik sürüyor!
Sömürgecilik, haberlerin ağından silahların ağına, oradan siber saldırılara, sosyal medya bağlantılarına, içimizdeki ihbarcılara ve umutlarını Batılı işgalcilere bağlamış olanların üstesinden gelinememiş madunluğuna değin sürüyor.
Sömürgecilik işgal ettiği coğrafyaların tüm olumluluğunu berhava etti, yüz milyonlarca insanı katletti ve tüm değerlerini sömürüp kendi ülkelerine aktardı.
Ardında bıraktığı toplumlara en büyük kötülüğü, onları umuttan ve olumluluktan yoksunlaştırması oldu.
Stratejik olarak çekilse de ardında sömürge halkların zihinlerine, edimlerine, kılcal damarlarına değin sirayet eden bir çaresizlik duygusu, işe nereden başlayacağına dair bir hissiyattan yoksunluk, meflûç halklar bıraktı.
100 yıl önce içimizdeydi sömürgeciler, şimdi ise içimize ektikleri fitne odaklarıyla sürdürmekteler egemenliklerini.
En kötüsü ise bunun kanıksanması, içselleştirilmesi; kısacası gönüllü kölelik.
Acımızın bile sahiciliğini yitirmesinde, bırakın bir taş atmayı, protesto için sokaklara çıkmayı, serzenişte bulunma hissiyatını bile yitirmişliğimizde sürmekte sömürgecilik.
Bakışlarımızda, davranışlarımızda, kelimelerimizde, umudumuzu yitirmişliğimizde, boynumuzu büküşümüzde, yenikliğimizi kabullenişimizde sürmekte.
Bir dünyamız yok.
Yaşadığımız, bastığımız yer bize ait değil.
Devletlerimizin, bayraklarımızın, sınırlarımızın bize ait olmadığını bilmekteyiz.
İleri doğru bir adım atmaya kalkışsak karşımıza çıkanın kendi kardeşimiz olacağını bilmekteyiz.
Yüreğimizdeki pürüzlerin sebebini bilmekteyiz. Ama bu kıymıkları temizlemeye mecalimiz yok.
Çünkü “biz”e dair bir tahayyülümüz yok. Her adımda önümüzü kesen kendi gölgemiz, kendi umutsuzluğumuz, hesaplaşma cesaretini yitiren kendi boş vermişliğimiz.
Kendiliğimize dair kuşkular içimizi bir kurt gibi kemirmekte.
Öyle ki Sarte’ın, Fanon’un, Malik bin Nebi’nin, Said’in, Kutub’un, Aliya’nın sözleri bile sadece özel günlerde tekrarladığımız nakaratlardan ibaret.
Birbirine eklemlenemeyen sözcükler anlamsızca kulaklarımızda çınlamakta.
Bu yüzden sorunlarımızla yüzleşmeye mecalimiz yok.
İçimizdeki o sarsaklığı def edemeden başkalarını suçlamak ne işe yarar.
Ürettiğimiz karşı figürlerin cesaretsizliğimizin bahaneleri olduğunu bilmekteyiz.
Kıpırtılarını yitirmiş bir yüreğin, düşünsel yaratıcılıktan yoksun bir aklın ancak yük olduğunu bilmekteyiz.
Bildiklerimizin vebalini yüklenmenin bedelini bilmekteyiz. İmanını yitirmiş bir bilmenin ne rezil bir şey olduğunu da bilmekteyiz…
Sorunun bilmemek olmadığını da bilmekteyiz.
Bizi bir kuyuda bile yalnız ve umutsuz bırakmayacak olan bir tahayyülden yoksunluğun acısını da bilmekteyiz.
Bizi yollara düşürecek bir umudun eksikliğinin ne menem bir şey olduğunu da bilmekteyiz.
Sürekli geçmişi sayıklamanın, kendine acımanın insanı sürüklediği o duygudan öte, asıl yenikliğin silahlarını değil, düşlerini yitirmek olduğunu da bilmekteyiz.
Sömürgeciliğin alt edilmesi için asıl gerekli olanın coğrafyaların arındırılmasından öte, yüreklerin ve akılların, en önemlisi ise düşlerin arındırılması olduğunu da.
Sömürgecilik kovulurken bizi güçlü kılan silahlarımız değildi; aşağılanmaya karşı duyduğumuz tiksinti ve kendimize dair o sarsıcı güvendi.
O ise bir mevsim gibi çekilip gitti içimizden. O delişmen iklimin ardılları şimdilerde sömürgeciye kapılanmanın peşinde.
Neoliberalizm sadece bir saldırganlıkla belirmedi, yerlerinden edilen mültecileştirilmiş halkların sömürüsü, bir tür iç sömürgecilik biçimiyle de kendisini yeniledi.
Irklar arası bir asimetri yaratarak sömürüsünü bu yeni biçimiyle de doğallaştırdı.
Ulusallaştırılmış halkların oluşturduğu kargaşaya dayanan bir iç sömürü mekanizması, sömürgecilikten çıkamayan halkları da bu alanlara doğru emerek köleliği ücretlendiren yeni bir sömürü biçimi yarattı.
Sömürgeciliğin sınırları artık kaybolmuş, sömürge halkı egemen kozmopolis tarafından emilmiştir.
Irk kavramı ise artık bir rengi değil, egemenlerle ötekiler arasındaki ayrımı işaretlemekte ve dünya hızla bu yönde türdeşleşmektedir.
Sınır artık sömürge halkları bölen ve birbirine düşüren ulusallaşmışlığın ayracı değil, sermayenin çizdiği sanal bir hat haline gelmiştir.
Bu durumda hukuk, istilacı ırk ve köleleşen ırk arasında bölünmüş belli bir insanlık düşüncesini yasal temele yerleştirme tarzıdır. 1
Hatta bu, giderek belli bir sosyolojiye özgüleşen egemen ırk(çılık), faşizmi yenileyen küresel bir bakışa dönüşmektedir.
Artık eskisi gibi statü olarak emekçiler yok. Sadece iş göçerleri var. Eğer geçmişte bireyin dramı sermaye tarafından sömürülmek idiyse, bugün çokluk için trajedi artık sömürülemez bile olma durumunda olmak, sermayenin artık hiç ihtiyaç duymadığı, bir kenara terk edilmiş ‘fuzuli insanlık’ içinde sürgün nesnesi olmaktır. 2
İçimizi kemirmekte olansa kendimize dair duyduğumuz o tuhaf aşağıla(n)ma hissiyatı ve sömürgeciye duyulan garip hayranlık.
Dahası onun içimize yerleştirdiği avatar(lar)ına dair duruşumuzdaki ikircim, sarsaklık, kararsızlık ki bu da temelde kendimize dair bir karardan yoksunluğumuza dayanmakta.
Bugün elbette sömürgecilerin işgalinde olduğumuz günlerden daha iyi durumdayız. Ama daha iyi olmak yetmiyor.
Çünkü sorun salt psikolojik bir sorun değil. Hatta sorun, bu meselenin bir psikoloji meselesi olmaktan çıkarılamaması.
Sorun, ellerimizle kovduğumuz sömürgeciyi yüreklerimizden ve aklımızdan da kovamayışımıza dayanmakta.
Kuşkusuz bu, ötekine karşı duyulması gereken bir düşmanlık, bir hınç meselesi değil.
Bu, içimizdeki bütünleşmeyi sabote eden bir saldırganlığa boyun eğmeme meselesi.
Hatta bu, asıl sömürgecinin hıncını alt edememesi, düşmanlığını ve aşağılamasını unutamaması; dolayısıyla da bu saldırganlığa bir karşı koyma ve bunu bir cevaplama meselesi.
Sorun sadece bizim maduniyetimizi çözümleme meselesini aşan bir sömürgecinin de terbiyesi, insanlaştırılması meselesi.
Verdiğimiz mücadelenin tarihselliği sömürgecilik sorununa düğümlense de, temelde bir hakkaniyet ve insaniyet mücadelesi verildiğinin asla ve asla unutulmaması meselesi.
Bölüp parçalayan ve bizi 100 yıl öncesinin o psikolojisi içinde tutmaya çalışan bu saldırganlığa boyun eğmemeli ve bizi buralara getiren koşulları gözden kaçırmamıza yol açan unutkanlığımızı lanetlemeliyiz.
Sorun Türk, İran ve Arap aksları arasında alevlendirilen çatışmayı, bizim kapattığımızı düşündüğümüz hesaplaşmanın bir siber savaşıma dönüştürüldüğü stratejiyi anlayamamamızda; merkezdeki bu çatışmanın çeperlere doğru yayılma istidadındadır.
Bakışlarımızı bölgesel kodların anısına ve gerilimlerine çeviren bu unutkanlığın arka plana ittiği o temel stratejiden kopuş, sömürgecilik sonrasına dair o asal hesaplaşmadan, insanlığın kurtuluşuna doğru olan o kaygıdan da uzaklaşmaktır.
Sorun her aşamasında terörize edilen kurtuluşçu çabaların sömürgecinin saptırıcı inisiyatifine tâbileşmesi ve çözümün silahların asimetrik savaşına havale edilmesidir.
Bu asimetri, küresel egemen payeli ABD ve İsrail’in terörist eylemlerini demokrasiyi savunmaya dönüştürürken, buna karşı direnenlerin el yordamıyla ürettikleri saldırıları ise lanetlenilesi bir terör haline getirir.
Bölgesel bir çatışma noktasının küresel bir savaş alanı haline gelmesi, bunun tam da bizim unutmakta olduğumuz evrensel bir sorunun belirtisi olmasıyla ilgilidir.
Öyle ki biz bundan ne kadar kaçmaya çalışsak da bu, asla kurtulamayacağımız bir yazgıdır.
O nedenle yapılması gereken el yordamıyla sürdürülen dağınık çatışmaların psikolojisinden sıyrılıp, ortak akılla yeryüzünü bu ifsat çetesinden kurtarmaya çalışmaktır.
Filistinlilere karşı ideolojik bir silah olarak işleyen 1980’lerin ‘terörizm endüstrisi’nin anayurdu İsrail’dir (bu yurtluk sonradan ABD’ye aktarılmıştır). 3
Yeryüzünü bir savaş alanı haline getiren bu tip bir stratejinin merkezi ise Pentagon’dur.
Amaç şiddetin yarattığı akıldışılığı stratejik bir aklın hizmetine sunmaktır.
Bu yeni sömürgecilik, düşmanın komünizmden İslam’a doğru evril(til)diği bir süreçte, Latin Amerika’dan İslam dünyasının merkezi coğrafyası olan Afro-Avrasya kıstağına kayar.
Burada hem muhtemel bir dirliğin önü kesilmekte hem de bu sürecin avatarı olan İsrail ayakta tutulmaktadır.
Bu sürecin yönetilmesi için ardı ardına piyasaya sürülen terör örgütleri (El Kaide, IŞİD…), Guantanamo’dan Tora Bora’ya kadar oluşturulan bir ağın parçasıdır.
Burada artık şiddet, Fanoncu bir klinik sağaltıcılığın oldukça naif kaldığı silah endüstrisinin karşısındakileri etkisizleştiren, fiziksel olmaktan öte psikolojik üretimidir.
Bunun karşısında ayakta durabilmenin direngenliği ise asıl imtihanını savaş meydanında değil, siyasal karşılaşmalarda verecektir.
O ise kör bir gücün baştan çıkarıcılığının olumluya ve yaratıcılığa yöneltilmesidir.
Sorun sadece düşmanın kavi olmasında değil;
bilerek ya da bilmeksizin bu stratejiye (terörizm endüstrisine) gösterilen uyumda ve giderek bunun bir parçası haline gelmektedir.
Aklımızla düşlerimiz arasındaki ahengin bozulmasındadır.
Sömürgecilikten maddi olarak kopsak da manevi açıdan kopamayışımızdadır.
Maduniyetten kurtulduğumuza dair özeleştiriden geçirilmemiş zannımızdadır.
Bu kurtuluşa dair özenli bir bilim, düşünsel bir mektep, sağaltıcı bir çaba içerisinde olamayışımızdadır.
Silahlara atfettiğimiz kıymeti bu zafiyetleri açığa çıkarmaya ve gidermeye veremeyişimizdedir.
Şehitlerimizin kanını aklayacak olan da işte buna dair bir hissiyatın, ihtiyacın ve bunların itiraf edilerek üstesinden gelme çabasının, yani düşünürlerimizin ortak aklının ortaya koyacağı strateji (hikmet)’de, buna değer verilmesindedir.
Maduniyeti aşacak bir bilgeliği yaratmadan, özgürlüğün düşünsel bir emeğe dayalı olduğunu anlayamadan ve onun bu parçalayıcı stratejilere üst gelmesini sağlayamadan, parçalı stratejileri birleştirebileceğimiz o iç didişmeler alt edilemeyecek ve bu savaşım tâbi kılındığı o kritik eşiği aşamayacaktır.