11.11.2024
Ümit Aktaş, indyturk.com’da “Taassup” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Taassup aslında kendi inşa ettiğimiz şeffaf duvarlardır ki, farkına varmaksızın içinde baskılandığımız ve daraldığımız bu zindan zamanla bizi dışımızdaki dünyaya karşı duyarsızlaştırır ve körleştirir.
Öyle ki elimizin altında düşünsel ve duygusal araçlar gibi duran o aşinası olduğumuz yaşamsal avadanlık hiç farkına varmadığımız bir biçimde bizi kendimize bile yabancılaştırır.
Kendi içine kapanma ve baskılanma ile ilgili alışkanlıklarımız bir yandan hayatımızı kolaylaştırırken öte yandan bizi hakikatten uzaklaştırır.
Kur’an’ın ataların yoluna uymak olarak tanımladığı ve eleştirdiği bu gibi bir tutum, buna maruz kalanları bir çıkmaza düşüren temel etken olsa da bunu idrakten de yoksundurlar.
Çünkü bu idrak ancak aklın kullanılmasıyla varılabilecek bir hakikattir.
Buna ise çoğu kez farklı ya da dışarıdan bir bakışın uyarılarıyla ulaşılabilir; eğer bu uyarıya kıymet verilebilir ve dikkat edilebilirse.
O sayede daral(tıl)ıp baskılanan şartların dışına çıkılabilir, hayat nesnel bir bakışla kavranabilir.
Uyarıcı bir bakışa sahip olanlar, var olan şartlanmışlıkların ve cepheleşmelerin dışında duran ve hayatı yüksek bir bakış’la değerlendirebilen şahsiyetlerdir.
Temel vasıfları tefekkür, eleştiri, düşünsellik ve nesnellik olan bu şahsiyetler, belli bir cephede yer almak yerine verili cephelerin dışında durarak kurtuluşa ve özgürleşmeye dair çareler üretirler.
Azın azıdırlar belki ama zaten çoğunluğun şartlanmışlığından uzaklaşarak bu noktaya gelmişlerdir.
Azlıkları nedeniyle kitlesel bir güce sahip olmasalar da bakışlarındaki yükseklik nedeniyle toplumları içerisine gömüldükleri taassup duvarlarından çıkararak özgürleştiren onların bu bağımsız tutumları ve fikirleridir.
Her ne kadar farklı bir biçimde yorumlansa da A’râf Suresi 46. ayette atıfta bulunulur bu yüksek bakışa sahip olanlara:
İki kesim arasında bulunan yüksek bakış sahipleri, henüz cennete girmeyen ama bunu umanları bakışlarındaki o ferasetle simalarından tanır ve selamlarlar…
Zalimlere bakınca da, çokluğunuz da, tasladığınız büyüklük de size bir yarar sağlamadı derler.
Esasında burada, yaşadığımız dünyaya da bir telmih vardır.
Cennet de cehennem de bu dünyadaki kazanımlarımızla vasıl olunacak bir yerdir.
Bu yer ahirette olabileceği gibi bu dünyada da olabilir.
Doğru, adil, barışçı ve olumlu davranışlarla bu dünya da bir cennete ya da tersi bir tutumla cehenneme dönüştürülebilir.
İşte o yüksek bakışa (irfana) sahip olanlar, düşünsel derinlikleriyle insanların gidişatını teşhis ederek onları uyarır, eleştirir, hayra ve hakkaniyete ya da kötülüklerinden uzaklaşmaya çağırarak toplumsal karşıtlıkların baskısını olumludan yana bükmeye çalışırlar.
İşte bu yüksek bakış sahipleri (ârifler), bulundukları toplumsal kesimin çıkarlarına ve taassuplarına gömülmüş olanlara seslenerek hakikatten yana bir duyarlılık oluşturmaya çalışırlar.
Bunun tarafgir bir kesimin baskısı altında yapılamayacağı ise oldukça açıktır.
Ârif olanlar ise tarafgirlikten uzaklaştıkları o düşünsel yolculukları sonucu ne denli yükselirlerse o denli de yalnızlaşırlar.
Hatta kimi kez Sokrates gibi katledilir kimi de Muhammed (as) gibi uzak diyarlara giderek (kovularak) hakikate dair savaşımı kendilerini anlayabilen o uzaktakilerle sürdürürler.
Yaşadığımız ülkede de bu tip bir vasatın olduğu malum. Ve burada da kendi taassuplarına gömülmüş iki kesim var.
İktidarlar değişse de bakış açıları değişmeyen bu kesimlerin tarafgirliklerinin yarattığı taassupla adeta körleşen bakışları kendi hatalarını görmezden gelirken, tüm dikkatlerini karşılarındakini suçlamaya verir.
Ama bir de bunların dışına çıkarak hakikati arama mücadelesini bu taassuplara yönelik eleştirileriyle veren azın azı bir kesim var ki toplumun düşünceye ve irfana dair nesi varsa işte bunlar tarafından üretilir: Mehmet Âkif, Cemil Meriç, Kemal Tahir, Nurettin Topçu, İdris Küçükömer, Hikmet Kıvılcımlı… gibi.
Hayatı boyunca hakkı ve adaleti savunduğu ve haksızlıklara karşı sesini yükseltmekten kaçınmadığı için sonunda yurdunu terk etmek zorunda kalan Âkif, beklediği hürriyete ve istiklâle kavuşamamanın ıstırabıyla hayatını yad ellerde sürdürür.
Nurettin Topçu’nun durduğu yer ise Herodyen egemen güçlere perestiş olmadığı gibi Zelodyen bir kendine kapanmışlığın taassubu da değildir. Bu ise onu hakikat savunusunda giderek yalnızlaştığı bir hale düşürür.
Bu nedenle ortaya konulacak çözüm yolu, Batıcı veya Doğucu ya da sağcı veya solcu kamplardan birisine katılmak yerine, farklı ve adaletli bir dünyanın inşasına yönelik olmalıdır; yani Kemal Tahir’in o günün şartları içerisindeki deyişiyle “Ortadoğu’da, hatta Afrika’da, bir üçüncü dünya” oluşturulmalıdır.
Bu ise kapitalist bir sınırsız mülkiyetçilik kadar, sosyalist bir mülkiyetsizlik anlamına da gelmeyecek bir iktisadi ve sosyal anlayışın geliştirilmesiyle mümkün olacaktır.
Cemil Meriç de kendisini arâftaki bir Müslüman sosyalist olarak tanımlar ve “Türkiye’de sol’un sağlaşması, sağ’ın sollaşması gerektiği”ni belirtir.
Kutuplaşmaya karşıdır zira yobazlıktır bu. Kuşkusuz ki en doğrusu bu, sağcılaşma ya da solculaşmanın dışına çıkacak olan bir yüksek bakışı oluşturabilmektir.
İdris Küçükömer’e göre ise “Batıcı akımın en önemli yanı, gerçek bir tezin çıkmasını önleyen bir akım olarak gözükmesidir.”
Batılılaşmacılar arasındaki “sürtüşme hem Osmanlıların son döneminde ve hem de Cumhuriyet döneminde halk için bir kurtuluş yolu getirememiştir. Bununla beraber Said Halim Paşa ve Mehmet Akif gibi İslamcılar, kendilerine ilerici denen Batılaşma yolunu seçenlere (Tanzimatçılara, Yeni Osmanlılara ya da Jön Türklere, CHP’ye vs.’ye) göre daha tutarlı görünüyorlar.”
Ama bu İslamcı tez de zamanla güdük siyaset heveskârları tarafından ele geçirilerek belli bir muhterisler gurubunun elinde çar çur edilecektir.
Hikmet Kıvılcımlı da İslam tarihine yönelik bir farklı bakışla, oradaki nakısaları gördüğü gibi tarihin atladığı veya örtbas ettiği bazı gerçeklere de işaret etmiştir.
Sözgelimi İslam tarihçilerinin cennetle müjdelenenler olarak tanımladığı on sahabenin aslında Peygamberin şûrası olduğunu söyleyerek, farkına varılamayan bir gerçeğe işaret edebilmiştir.
Zira Hz. Muhammed (as) nebevi siyaset geleneğini pastoral çoban-sürü ilişkisinden çıkararak raiyyetten insaniyete yöneltmiş ve şûra esasına dayanan bir “birlikte düşünme ve birlikte eylemeye” dair bir anlayışı miras bırakmıştır.
Ama bu özgün miras giderek katı bir gelenekçilik tarafından devrimci ve yenilikçi niteliklerinden uzaklaştırılmış; yöntemi değil de olguyu esas alanlar bir süre sonra bu olguyu tekrarlayan bir taassuba boğulmuşlardır.
Sözgelimi şûra ilkesi üzerinde yeterince tefekkür edilemediği için, mezkûr on şahsiyet Muaviye’ye gelene kadar öldüğü veya siyasetten çekildiğinden, şûra ilkesi unutulmuş ve iktidar Muaviye gibi siyaset baronlarının eline geçmiştir.
Dolayısıyla tarih içerisinde yazılan halifeliğe veya hilafete dair tezler de Peygamber (as)’in ortaya koyduğu şûra yöntemine değil, Muaviye’nin sultanlığa dayanan, Bizans ve Sasani yönetimlerinden mülhem mütehakkim yönetimlerinin, saray mollaları tarafından meşrulaştırılan siyasetnamelerinden ibarettir.
Bu fiili durum ne yazık ki Osmanlı İmparatorluğunun çöküşüne değin sürdürülmüş, özünde tek adam sultasına dayanan bu geleneğin dönüştürülmesine dair ortaya çıkan fırsat ise yine iki kutuplu bir mantığın taraftarlarınca kendi iktidarlarını savunmaya yönelik bir taassupla heba edilmiştir.
Batıcı cephe Kemalist bir sultayı iktidarda tutmaya çalışırken karşı cephe ise sağcı liderler sultasıyla bunu cevaplamaya çalışmış ama süreç bu çatışmacılığın dışındaki bir hakikat araştırısına, hakkaniyete ve adalete dayanan bir toplumun ve siyasetin oluşturulmasına yönelememiştir.
Oysaki bu süreçte Batı dünyası, kendi deneyimlerinden yola çıkarak nispeten olumlu bir siyaseti inşa etme çabasına girdiği halde, Batıcıların bu dünyaya duydukları özen de sadece biçimde kalmış, şûra sistemi anlaşılamadığı gibi demokratik siyaset de biçimsel bir uyarlanma çabasından öteye gidememiştir.
Sorunun özü ise tefekkürden, eleştiriden ve samimiyetten yoksunlukta, salt biçimsel yollar ve araçsal tutumlarla kazanılacak bir başarıyla yetinmektedir.
Bu tutum ise Batıcıları Batı’yı yükselten değerleri anlamaktan yoksunlaştırdığı gibi, muhafazakârları da korumaya çalıştıkları değerlerin özünü kavrayamadıkları eleştirel bir tefekkürden uzak tutmuştur.
Meseleyi salt biçimsel bir güç kazanımı olarak gören ve çevrelerinde buna yönelik bir taassup yaratan her iki kesimin bu körlükleri, bunlara yönelik iyi niyetli eleştirilere de kapalı olunca, bulunduğumuz ülke de Batı ile Doğunun olumluluklarıyla beslenip yükseleceğine, Batı ile Doğunun çatıştığı bir taassupla, debelendiği o kritik eşiği bir türlü aşamamaktadır.