09.08.2024
Ümit Aktaş, indyturk.com’da “Trajik Bir Mesele Olarak Filistin ve Soytarılar” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Guy Debord, yıllar önce Gösteri Toplumu’nda şöyle demişti: “Gösteri, insanların olup bitenleri görmezlikten gelmelerini ve yine de anlaşılabilen bir şey varsa bunu derhal unutturmayı büyük bir ustalıkla başarır…” Nitekim Gazze’de binlerce çocuğu ve kadını katleden ama ABD’de Kongre üyelerinin yüzüne baka baka hiçbir sivili öldürmedikleri yalanını söyleyen Netenyahu’nun bu konuşması da Gazze’de aylardır sürmekte olan zulmü unutturan ve hatta daha da şiddetlendirecek olan bir alkış tufanıyla karşılandı ve günümüz faşizminin bu simge ismi daha da şımartılarak, dolayısıyla yeni cinayetleri onaylanarak işgal ettiği topraklara gönderildi.
Böylece, bir türlü boyun eğdirilemeyen Filistin halkı karşısında Netenyahu, aldığı bu destekle cinayetlerine, şımarık ve sadist bir eda ile kaldığı yerden devam etti. Tüm dünyanın gözü önünde işlenen ve ardı ardına gelen bu yeni cinayetler ise daha da fazlasını beklermiş gibi, tasvipkâr bir sessizlikle karşılandı. ABD’deki bu rezilce desteğin akabinde işlenen Heniyye cinayeti ise gerçekte Çin’in girişimiyle başlatılmış olan barışçı girişimin reddi ve sorunun savaş lobisinin güdümüne havalesinin de ilanıydı.
Görünen o ki Arap dünyası da, süregiden o derin sessizliğiyle, kendisini Filistin sonrasına, İran’ın susturulduğu ve İsrail’in dolayısıyla da ABD’nin hamiliğindeki bir geleceğe hazırlamakta. Bu gelecekte kendilerine biçilmiş o kölelik rolünü ise çoktan içlerine sindirmiş durumdalar. Petrol gelirlerini koyacak yer bulamayan bu şımarık güruh, kendilerine biçilen acentelik rolüyle, ellerine tutuşturulan inovasyonlar için duydukları o hayvani hazzın tatminine hazırlanmaktalar.
Bu beklentileri akamete uğratan ise Hamas’ın 7 Ekim’deki beklenmedik çıkışıydı. Gazze’yi yeryüzünden silmeye ayarlı emperyal tasarıya itiraza dayanan bu çıkış, küresel zorbalığın icbarına boyun eğmeyen bir direnişin sürdürülmesi ve İsrail’in aktörlüğüne dayanan hevesin boşa çıkarılmasıydı.
Emperyal tasarıları ve hesapları bozguna uğratan bu çıkış, İran ittifakı tarafından desteklenirken, suçüstü yakalanan Körfez ülkelerince derin bir sessizlikle karşılandı. Öyle ki İslam İşbirliği Teşkilatınca düzenlenen toplantıda bile bırakın desteği, ciddi bir kınama kararı bile çıkarılamadı.
Asıl tuhaf olanı ise İslamcılığı kendi güdük zihniyetlerinin güdümünde tutmak isteyen Sünnici bir gericiliğin kalemşörlerinin de tarihsel hesapları ortaya dökerek, bir biçimde bu emperyal tasarının yanında, daha doğrusu direniş cephesi’nin karşısında yer alma kavgasıydı. Ne var ki bu zevatın söylemlerindeki ve edalarındaki tuhaflık, insanlığın olanca gücüyle lanetlediği bu rezilane oyuna bir tür melodram havası katmakta. Oysa işin özüne baktığımızda, kestikleri pozlar ve ürettikleri söylemlerin sahiciliğini çoktan yitirmiş yavanlığıyla icra ettikleri roller, tam da bir komedi. Bu gülünç varlıklar, kendilerine ihsan edilen köşelerindeki laf cambazlıklarını sürdürebilmek için ortaya attıkları tuhaf tezlerle, Arap hemcinslerine bile taş çıkarmaktalar.
İktidarın akıl almaz manevralarına ayak uydurabilmek için icbar edildikleri şartlarda sahici bir duyarlılığı, siyasi veya düşünsel bir perspektifi ortaya koyamadıkları için, -ki buna bir mecalleri olduğunu da düşünmemekteyim-, ister istemez sığındıkları o Sünnici konformizmle, bir yandan entelektüel retoriklerini korumaya çabalarken öte yandan gölgesine sığındıkları iktidarın meşruiyetini sağlamak gibi oldukça zor bir simbiyotik ilişkiyi de sürdürmeye çalışmaktalar. İktidarın kendisini milliyetçi cenaha yaslayan stratejisi karşısında ise asıl drama, tüm bu karmaşa karşısında kontrpiyede kalan bu rate kalemşörlerin çaresizlikleridir.
Bölgeyi ehlileştirmeye ve direniş odaklarını susturmaya çalışan küresel gücün bu kullanışlı aparatları, içerisine düştükleri rezilliğin farkında değillermiş gibi, bir zamanlar işgal ettikleri mağduriyet makamından şimdilerde terfi ettikleri statünün çelişkisine aldırmaksızın hâlâ o arkaik söylemleriyle ucubeliklerini sürdürmekteler. Büyük Ortadoğu Projesinden itibaren başlayan ve Suriye meselesindeki aymazlıkla devam edilen bu tutum, şimdilerde tv dizileriyle günümüze taşınmaya çalışılan tarihsel mizansenlerle, içerisinde yaşadığımız bu trajik gerçekliğin üstünü örtmeye çalışmakta.
Selahaddin Eyyubi, Hasan Sabbah, Şah İsmail, Yavuz Sultan Selim gibi tarihsel figürlerin kendi gerçekliklerinden ve bağlamlarından koparılarak gösteri dünyasının figüranlarına dönüştürüldüğü bir post-gerçekçiliğe yamanan bu aktör özentileri, oradan taşıdıkları tarihsel imgeleri günümüze boca ederken, yaşanmakta olan trajik gerçekliğin ise farkında değillermiş gibi pozlar kesmeyi ihmal etmemekteler.
Zira günümüzün asıl gerçekliği Avrupa’yı da kendi mecraına sürükleyen ABD kapitalizminin post-kolonyal heveslerinin bir türlü dizginlenemeyen tatminsizliği. Öyle ki günümüz kapitalizmi hâlâ İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki bir zihin dünyasında yaşamakta ve emperyalizm, başkaldıran köleler’in itaatsizliğini kabullenememenin hıncıyla bir türlü tırnaklarını sökemediği Afro-Avrasya kıstağına saldırılarını, buraya vekil olarak yerleştirdiği faşizm artığı Siyonist bir güruh aracılığıyla sürdürmekte.
Bu trajik koşullarda bize düşen ise vaktin vacibinin izleğinde bu küresel zorbalığın heveslerini boşa çıkaracak olan stratejiler üretebilmek. Küresel zorbalığa karşı direnmek ve hiç değilse direnenlerin tekerine çomak sokmamak. Birtakım yerel fantezilerle küresel zorbalığın saldırganlığına meşruiyet taşlarını döşeyen şeytanların saflarına düşmemek. İç hesaplaşmamızı ve eleştirilerimizi sürdürsek de önümüzdeki bu devasa sorunu görmezlikten gelmemek. Şimdilerde Pensilvanya’da ikamet eden zevat gibi ehli kitab’ı komünizme yeğleyen soğuk savaş dönemi söylemlerini ıkına sıkına İslam dünyasına pazarlamamak. Hele hele bu ucube söylemleri dinî delillendirmelerle de soslayarak İslamcılığı bir pazar metaı, dahası mezhepçi bir ideoloji haline getirmemek. Kahramanlığı beceremiyorsak bile hiç değilse becerenlere laf atarak soytarılaşmamak…