19.01.2022
Vahap Coşkun, perspektif.online’da “Türklüğe İhtida 1-2” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.
Türklüğe İhtida – I: Hasta Bir Devletin Hekimleri
İsviçre, 19’uncu yüzyılın ortalarından 20’nci yüzyılın ortalarına kadar, dünyanın farklı bölgelerinden siyasi sığınmacıların ve öğrencilerin yoğun olarak rağbet ettikleri bir yerdir. 1892 yaz yarıyıl döneminde Cenevre Üniversitesi’nde okuyan toplam 684 öğrencinin 439’u yabancı kökenlidir. Kozmopolit bir diaspora vardır bu küçük ve liberal Kıta Avrupa ülkesinde.
Birinci Dünya Savaşı’nın elinin kulağında olduğu bir dönemde Doğu Avrupa sosyalizminin, Siyonizmin ve Türk milliyetçiliğinin gelecekteki öncüleri, İsviçre’de aynı mekânları paylaşırlar. Nitekim savaşın ertesinde bütün bir Doğu Avrupa ve Yakın Doğu’yu biçimlendirecek olan üç ideoloji de (Siyonizm, etnik milliyetçilik ve Siyasal İslam), farklı diyarlardan gelen bu gençlerin birlikte öğrenim gördükleri sıralarda mayalanır.
Osmanlı elitleri, 1860’lı yıllardan itibaren İsviçre’yi mesken tutmaya başlarlar. İsviçre, hem iktidarın baskılarından görece uzak siyasi faaliyetler yürütmek hem de Almanca ve Fransızca eğitim almak için uygundur. Aydınlar ve talebeler, burada hem ideolojik olarak sosyalleşirler hem de politik ve kültürel iddialarını gerçekleştirmek için ilerleyebilecekleri bir zemin bulurlar. Bir şekilde yolu İsviçre’den geçen bu elitler, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözüldüğü ve Yeni bir Türkiye’nin kurulduğu günlerde belirleyici bir rol oynarlar.
Hans-Lukas Kieser “Türklüğe İhtida”* adlı eserinde, yakın dönem Osmanlı-Türkiye tarihine bir şekilde damgasını vuran bu elitlerin İsviçre’deki izlerini sürer. Farklı zamanlarda İsviçre’de sahneye çıkan elit kuşaklardaki fikri dönüşümlerini tahlil eder ve bu dönüşümlerin yarattığı siyasi-içtimai tabloyu resmeder.
“Müslüman Demokratların Yayın Organı”
Ziya Paşa, Namık Kemal, Hüseyin Avni Paşa ve Ali Suavi gibi tanınmış Yeni Osmanlılar, iktidarın zorlamasından kurtulmak ve rahat bir nefes almak için zaman zaman yollarını İsviçre’ye düşürürler. 1870’te Yeni Osmanlıların “İnkılâb” dergisinin beş sayısı Cenevre’de yayımlanır. Kendini “Müslüman demokratların yayın organı” olarak niteleyen bu dergi, maddi sıkıntılardan ötürü yayın hayatını noktalamak zorunda kalır.
İnkılâb’ın mevcut iktidara muhalefeti serttir; kötü idareden, berbat işleyen hukuk sisteminden, rüşvetçi yöneticilerden, yaygın işkenceden, eşitsiz vergilerden şikâyetini yüksek sesle dışa vurur. Milletin adalete ve özgürlüğe kavuşması için acil bir devrime ihtiyaç vardır. İmparatorlukçu bir bakışı savunduğundan İnkılâb’ın yayınlarında etnik bir vurgu bulunmaz, aksine etnik ve dinsel vurgulardan arındırılmış bir vatan kavramının altı çizilir.
Elbette derginin yazarları, Müslümanlar ile diğer etnik-dinsel gruplar (Ermeniler, Rumlar, Yahudiler) arasındaki bazı sorunların farkındadırlar. Ancak güçlü bir birliktelik duygusuyla bunun aşılabileceğini düşünürler. Dergi, Şark’ta bütün halklara kaderlerinin birbirlerine bağlı olduğunu anlamalarını ve aralarına nifak tohumları ekmeye çalışan –Rusya gibi- güçlerin oyunlarına kapılmamalarını tavsiye eder.
1870’te Cenevre’de Hürriyet gazetesinin 89-100’üncü sayılarını yayımlanan Ziya Paşa’nın meşhur şiiri, Yeni Osmanlıların siyasetini özetler gibidir: “Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm/Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün vîrâneler gördüm…/Hükûmet derler anda bir nice sal-hâneler gördüm.”
Bu dizeler, Osmanlı muhalefetinin genel kabul gören iki ana konusunu içerir: Kendi baskıcı hükümetlerine karşı yıkıcı eleştiri ve Avrupa’ya kıyasla İslam imparatorluğunun içinde bulunduğu sefalet karşısında duyulan acı. Ziya Paşa da, sürgündeki muhaliflerin birçoğu gibi, bir süre sonra devletle barıştı ve yüksek makamlara getirildi. (s. 48)
“Hasta Bir Toplumun Hekimleri”
Yeni Osmanlılarda içselleşmeyen “ulusal devrimci” düşünce, Jön Türklerde kendini gösterir. Jön Türkler kavramı birçok manada kullanılır. Genel olarak, 1876-1909 arasında padişahlık koltuğunda oturan II. Abdülhamit’e karşı muhalefetin tümünü temsil eder. Daha dar olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üyeleri, yani İttihatçılar için kullanılır. Mamafih, Jön Türklerin, Yeni Osmanlıları da içine alacak şekilde daha geniş şekilde yorumlandığı da olur.
1880’lerin sonlarında Jön Türklerin kutup yıldızı, İsviçre’deki bir başka muhalif Ali Şefkati’dir. Onun çıkardığı İstikbâl gazetesinin; Abdülhamit’ten ve saray yönetimden nefreti, siyasi-dini çöküşten duyulan korkuyu ve özgürlük çağrısını içeren heyecanlı yayın çizgisi vardır. İstikbâl’in İstanbul’da yüksek okullarda ve bilhassa Askeri Tıbbiye’de okuyan öğrenciler arasındaki itibarı muazzamdır.
Askeri Tıbbiye 20’nci yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Türkçe konuşan Müslümanların eğitimi için en önemli siyasi merkeze dönüşmüştü. Okul, Batı bilimine duyulan inancın, siyasi komploculuğun ve askeri kurum olmanın kesişme noktasında bulunuyordu: Bu üç unsur, müteakip on yıllar zarfında, Türk milli hareketinin güç temelini, örgütlenme ilkesini ve ideolojik yönelimin belirleyecekti. (s. 53)
1880’lerde Tıbbiye’ye girenlerin travmaları ağırdır. Yüzbinlerce Müslümanın Balkanlardan sürüldüğüne, imparatorluğun uçurumun kenarına geldiğine tanık olurlar. Bütün bir hayatlarını devletle bağlantılı olarak düşündüklerinden, imparatorluğun kurtarılmasını asıl vazifeleri olarak bellerler. Kendilerini hasta bir devletin, hasta bir milletin hekimleri olarak görürler.
Hepsi Avrupa’nın küçültücü ‘Boğaziçi’nin hasta adamı’ mecazını içselleştirmişti. Adamı değil ancak imparatorluğu kurtarmak göreviyle karşı karşıya bulunduklarını düşünüyorlardı. Artık sultanı ‘Darül İslam’ın Tanrı tarafından atanan efendisi, hekimi ve selamete kavuşturucusu olarak görmüyor, kendilerini kader tarafından Yakın Doğu’nun teceddüdü (yenilenmesi) için görevlendirilmiş siyasi hekimler ve kurtarıcılar sayıyorlardı. (s. 39)
1889’da bu gençlerden beşi, başta İttihad-i Osmani Cemiyeti dedikleri ama kısa bir süre sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) adını verecekleri bir örgüt kurarlar. Gençlerden ikisi Kürt (Arapkirli Abdullah Cevdet ve Diyarbekirli İshak Sukuti), biri Türk (Konyalı Hikmet Emin), biri Çerkes (Kafkaslardan Mehmet Reşit) ve biri de Makedon’dur (Manastırlı İbrahim Edhem). Kurucular içindeki yıldız isim olarak öne çıkan ve 1896’da Trablus’a sürülen Abdullah Cevdet, Schiller’in Willhem Tell adlı eserini Osmanlıcaya çevirir. Esere çarpıcı bir önsöz yazar; Jön Türkleri özgürlükle, erdemle ve despotizme karşı savaşla özdeşleştirir.
İmparatorluğun çöküşünden sorumlu tuttukları padişaha sadakatten vazgeçen Jön Türkler, başkentteki öğrenciler için bir çekim merkezi olurlar. Örgüte katılanların sayısı artıkça, devletin de örgüt üzerindeki baskısı artar; polis 1895’te İstanbul’daki komiteyi dağıtır. Siyasi baskıya iktisadi güçlükler de eklenince genç muhalifler çareyi yurt dışına kaçmakta bulurlar. Cenevre, 1800’lerin sonunda Jön Türklerin en önemli sürgün adreslerinden biri olur.
“Osmanoğlu Osmanlı Değil Türkoğlu Türk”
Kasım 1896’da İTC’nin Cenevre Şubesi kurulur. İsviçre’deki Osmanlı muhalefeti yekpare değildir; Mizancı Murad gibi ılımlı ve Yeni Osmanlılara yakın duran ya da Ahmed Rıza gibi devrimci şiddete şüpheyle bakanlar olduğu gibi İshak Sukuti ve Tunalı Hilmi gibi hürriyetin kandan geçtiğini savunanlar da bulunur. Keza Osmanlı muhalefetinin, muhalif diğer etnik gruplarla (Ermeniler, Yunanlılar) görüş ayrılıkları da keskindir. Hepsi padişaha karşıdır ama izlenecek yol ve varılacak durak hakkında mutabakata varmaları çok zordur.
İstanbul da, İsviçre’deki bu muhalefeti başıboş bırakmış değildir. II. Abdülhamit, devletin otoritesi hakkında kuşku uyandıracak yayınların ve faaliyetlerin önüne geçmek için çeşitli araçları devreye sokar. İsviçre üzerinde diplomatik baskı uygular. Muhaliflerin bozguncu, ahlaksız, ilkesiz, şantajcı ve anarşist olduklarına dair propagandaya hız verir. Sopanın kâr etmediği yerde ise havucu uzatır. İTC ile müzakere eder, mensuplarına makam ve mali destek sözü vererek kendi yanına çekmeye çalışır. Sarayın aldığı bu tedbirler meyvesini verir; yüzyıl biterken padişaha karşı Jön Türklerin muhalefeti sönümlenir.
Ağustos 1899 ortalarında saray temsilcisi, bir kez daha İTC Cenevre ile bir karşılıklı ateşkes antlaşması imzaladı. Buna göre liderler aylık burs, geri kalan üyeler ise daha küçük meblağlarda tazminat alacaklardı. İshak Sukuti ve Abdullah Cevdet sonbaharda Roma’daki Osmanlı sefaretinde hekim, Tunalı Hilmi ise Madrid sefaretinde kâtip kadrosuna atandı. Böylece 1899 sonlarında Sultan, Cenevre ve Avrupa’daki genç hasımlarını bertaraf etmiş oluyordu. (s. 86)
1890’lardaki Jön Türk muhalefetinin fikriyatında kritik değişim olur; İTC çevrelerinde ilk milliyetçi Türk düşünceler meydana çıkar. 1898’de soylu bir Kürt ailesinden gelen Abdurrahman Bedirhan tarafından çıkarılan, Abdullah Cevdet ve İshak Sukuti gibi İTC mensuplarının da makale verdikleri Kürdistan dergisinin yayımlanmaya başlaması, yalnızca Babıali’deki kaşları kaldırtmaz, İTC’yi de rahatsız eder. Böylece İTC, en büyük düşmanı saydığı II. Abdülhamit ile aynı noktada buluşmuş olur.
İshak Sukuti, 1 Ocak 1900 tarihinde Osmanlı’da çok ilgi gören bir makalesinde, Arnavutlara ve Kürtlere, Ermenilerden ve Balkan Hristiyanlarından kaynaklanan ‘tehdit’e karşı Türklerle İslami bir birliktelik içinde olmaları çağrısında bulunuyordu. Entelektüeller de artık kendilerini giderek artan bir oranda Osmanoğlu Osmanlı diye değil de Türkoğlu Türk diye tanımlamaya başlamışlardı. (s. 78)
“Türkiye Türklerindir”
Liderlerinin İstanbul’la anlaşmasıyla beraber İTC’nin Avrupa’daki harareti düşer. Ama II. Abdülhamit’in damadı Mahmud Paşa’nın, biri Prens Sabahaddin olan iki oğluyla Cenevre’ye kaçmış olması, İTC’yi yeniden ivmelendirir. Fakat şartlar eskisi gibi iyi değildir; Osmanlı diplomasisinin baskısıyla İsviçre Hükümeti, İTC’ye 1890’lardaki kadar geniş bir hareket alanı tanımaz.
Ancak İTC, kısa bir süre sonra padişahı devirir ve iktidarı ele alır. Kieser, İTC’nin iktidara gelmesi ve 1918’e kadar iktidarda kalmasının ardında yatan gücün, oradan oraya savrulan Jön Türkler veya Prens Sabahaddin ve Abdullah Cevdet gibi liberaller değil “Talat gibi memurlar ve Enver gibi genç subaylarla birlikte Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr. Nazım gibi Türk iktidar pragmatistleri” olduğunu yazar.
Askeri hekimler Şakir ve Nazım, İTC’nin “eylem” ve “kan dökmek” yerine muhalefetini “kelimeler” üzerinden sürdürmesini büyük bir başarısızlık olarak değerlendirirler. Onlar, Bulgar ve Ermenilerden ölümüne nefret ederler ama onların hareketliliklerine ve fedakârlarına da hayranlık duyarlar. Türklerin de kendilerini gözü kara bir biçimde eyleme yönlendirecek bir “siyasi terbiye”ye ihtiyaçları vardır, bu da Türkçülüktür. 1905’te Paris’e gelen Dr. Şakir, bu nedenle “saf bir Türk komite” oluşturmayı hedef olarak önüne koyar.
Hanioğlu’nun dikkate değer tezine uygun olarak -1912-1913 Balkan Savaşları’ndan on yıl önce- Türkçülük, merkez komite üyeleri için ‘gerçek gücü’ oluşturuyordu; monolitik olarak kavranan Avrupa’ya ve bilhassa nefret edilen Rusya’yla ittifak içinde görülen Ermenilere yönelik bir kıskançlık ve nefretle birleşmiş bir Türk etnik milliyetçiliğiydi bu. Birinci Dünya Savaşı sonrasında milli hareket tarafından ortaya atılan ‘Türkiye Türklerindir’ sloganı, aslında daha on beş yıl öncesinde İT propagandasının önemli unsuruydu. (s. 95)
1911’e geldiğinde İTC “etnik milliyetçi bir harekete” dönüşür. Ziya Gökalp, bu dönüşümü anlamak için iyi bir örnektir. Daha 1909’da, Osmanlı için ABD modeli öneren; birliğin kan bağı üzerinden değil siyasi kanaatler üzerinden inşa edilmesi gerektiğini savunan Gökalp, çok geçmeden etnik Türk milliyetçiliğin önde gelen kalemlerinden biri olur.
“Kanı Henüz Bozulmamış Türk Oğulları”
Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde İsviçre, yeniden Avrupa’daki Osmanlı diasporasının merkezi olma vasfını edinir. İsviçre’deki Türk öğrencileri yönlerini tayin etmiş olmanın verdiği bir özgüvenle kendilerini artık “biçare Osmanlı eliti” olarak değil “mağrur Türk milleti” olarak görürler.
1911’de önce Lozan ve Cenevre’de, daha sonra da Avrupa’nın diğer üniversite şehirlerinde Türk Yurdu cemiyetleri kurulur ve bu yurtlar etnik bir milliyetçilik güderler. Dolayısıyla Cumhuriyet’in resmi ideolojisi olan seküler milliyetçiliğin temelleri, Cumhuriyet’in kurulmasından yıllar önce Türk Yurdu’nda atılır.
Kieser, Türkçe konuşan Osmanlı Müslümanlarının etnik milliyetçi bir Türk’e dönüşmesinde, dikkatleri Rusya’dan gelen Müslüman entelektüellere çeker. Hüseyinzâde Ali, Ahmed Ağaoğlu, Gaspıralı İsmail ve Yusuf Akçura gibi isimler, 1911 sonrası Türkçü dönüşüm için gereken zemini hazırlarlar. Kieser’e göre, eğer bu entelektüellerin etkisi olmasaydı, “Türkçe konuşan Osmanlı Müslümanların Türkçülüğe dönüşü söz konusu bile olmazdı.”
Üzerinde egemenlik iddiası bulundukları alanda, eşit haklı birlikte yaşam ve azınlık haklarını Türkçüler için konu bile edilemezken, İstanbul’daki Türkçü basın, Rusya’daki Müslümanlar için aynı hakları yüksek sesle talep edebiliyordu. Azınlıklar deyince Türkçülerin aklına Avrupa müdahalesi ve kararlı bir milliyetçilikle ‘üstesinden gelmeye niyetlendikleri çok kültürlü bir Osmanlı mirası geliyordu. (s. 105)
Milliyetçiliğin yükselmesi Osmanlı’daki etnik gruplar arasındaki sürdürülebilir ilişkileri giderek azaltır. Lozan Türk Yurdu, Şubat 1912’de Türk öğrencilere üye olma çağrısında bulunur. Yurt, bu çağrıyı “bir uçuruma doğru yuvarlanan Türklüğün, koca bir milliyetin imdat isteyen feryadından başka bir şey değil” şeklinde dramatik bir ifadeyle yapar. Derneğin amacının Türklüğün kültürel ve toplumsal gelişimini sağlamak olduğu belirtilir; müstakbel üyelerin Türklük için çalışacaklarına, derneğe ve Türk liderlere itaat edeceklerine ve yalnızca Türklerle evleneceklerine dair yemin etmeleri zorunlu kılınır.
1912-13 yıllarında Cenevre’de öğrenim görmeye davet eden Cenevre Türk Yurdu, okurlarına şu sözlerle sesleniyordu: ‘Kanı henüz bozulmamış Türk oğulları, o halde sizi takdis ediyoruz. Geliniz buraya, Avrupa’ya koşunuz! (s. 107)
Trablus Savaşı, Balkan Savaşları, Türk olmayan Osmanlıların kendi devletlerini kurma çabaları ve 1908 Devrimi’nin imparatorluğu bir arada tutmayı başaramaması nedeniyle diasporadaki talebelerin Türklüğe tutunmalarını, Cenevre Türk Yurdu Başkanı Cevdet Nasuhoğlu “ihtida” kavramı ile açıklar:
İsviçre’de tahsil hayatını yaşayan bir avuç Türk genci Avrupa’nın irfanla dolu koynuna sığınmış diğer bütün genç soy kardeşlerinin de hissetmeleri pek tabiî olan ihtiyaca hep aynı harici tesirlerin sevkiyle Türklüğe ihtida etti. (s. 110)
Türklüğe ihtida edenlerin hedefi büyüktür. Gaye, artık Osmanlı’yı güçlü bir devlet yapmak değildir; gaye “sosyal bir devrim” yardımıyla Türklük temelinde yeni bir toplum inşa etmektir. Bunun için üç adım atılması lazım gelir: Kadın ve erkeklerin eğitimini sağlamak, kadın ve erkekleri hukuken eşit kılmak, ilerlemenin karşısında duran geleneklerle savaşmak. Milli bir inşa projesidir bu ve gerçekleşmesi için herkes kendini sorumlu görmelidir. Türkçü bir vatansever, hem bir kurtarıcı hem de bir uygarlaştırıcı olduğunu asla aklından çıkarmamalıdır.
Şükrü Saraçoğlu’nun Cenevre, Mahmut Esat Bozkurt’un Lozan Türk Yurdu başkanlıkları yaptığı dönemde Türkçülük daha radikal bir ton alır. Lozan Türk Yurdu, Avrupa’daki Türk gençliğinin Türkçülüğe kazandırılmasında üstüne düşeni başarıyla yerine getirdiği kanısındadır; “ihtida” oranının yüksekliği büyük bir memnuniyet sebebidir:
Kardeşler bu derin mülahazattan anlaşılıyor ki Yurdçuluk günden güne tesirini icra etmekten geri kalmıyor. Günden güne Türk âlemini sarıyor. Dün ‘milletin?’ denildiği zaman ‘Müslüman’ım’ cevabını veren Türk, bugün göğsü kabararak ‘Türk’üm’ demekte tereddüt etmiyor. (s. 118)
_
* Hans-Lukas Kieser, Türklüğe İhtida: 1870-1939 İsviçre’sinde Yeni Türkiye’nin Öncüleri, Çeviri: Atilla Dirim, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008.
Türklüğe İhtida – II: Mazlum Türkün Hukukunu Gözetmek
Birinci Dünya Savaşı esnasında İsviçre’de yine heterojen bir Osmanlı diasporası bulunur. İsviçre’deki Osmanlılar arasındaki temel ayrım, savaşa ve İTC’ye karşı nasıl bir tavır takınılacağıdır. Prens Sabahaddin ve çevresindeki liberaller, savaşa kesinkes muhaliftirler ve açıktan İtilaf Devletlerini desteklerler. Türk Yurdu cemiyetleri ise İTC’ye tam bir sadakatle hareket ederler, savaşın ve Almanya’nın yanında dururlar. Tüzükleri gereği siyaset yapmadıklarını söylerler ama İTC’nin bütün yaptıklarını kararlılıkla savunur ve İTC’ye yönelen her türlü eleştiriyi de bastırmaya çalışırlar.
Savaş, Türkçe konuşan Osmanlı Müslümanlarında “Hristiyan düşmanlığı” temelinde bir Türkçülüğü tahkim eder. Yerli ve yabancı Hristiyanların ekonomideki etkileri sınırlandırılmalı, Türk ekonomisi Hristiyan sömürüsünden kurtarılmalı ve hatta Hristiyan Rumlar ortadan kaldırılmalıdır. Diasporadaki gençler bu milliyetçi mutabakatın temelini oluşturur. Salt Türklerin siyasi geleceğiyle ilgilenen ve gayri-Türklerin bütün taleplerine cephe alan bu gençler, içteki ve dıştaki zorbalık politikasına destek verdikleri İTC’nin savaş suçlarını da halının altına süpürürler.
Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı için bir felaketle sonuçlanması, ülkeyi savaşa sokan İTC’nin popülarite ve güç kaybetmesine neden olur. İTC muhalifi liberaller kısa bir süre ön plana çıksa da sonrasında özellikle İzmir’in İtilaf Devletlerinin desteğiyle Yunanlılar tarafından işgal edilmesi, tüm milliyetçi güçleri seferber eder.
İzmir’in işgali, önderleri Mustafa Kemal gibi çoğu İT üyesi olan ya da olmuş olan İtilaf devletleri karşıtı milliyetçileri güçlendirmişti; ayrıca İslâm’ın ve anayurdun büyük bir tehlike içinde bulunduğu savıyla, Türk Müslümanlara dönük silaha sarılma çağrılarını da meşrulaştırıyordu. (s. 147)
“Bir Şaka”
Savaşın ardından Mustafa Kemal’in önderliğindeki Milli Mücadele, eski dönemlerdeki “vatanı kurtarmak” çabalarından ciddi bir farklılık taşır. Geçmişten gelen mirası yüklenerek bu dönemde vatanı kurtarmaya soyunanlara dört ilkenin rehberlik ettiği söylenebilir:
İlki, Türkçülüktür. Yeni kurtarıcılar artık imparatorluğun ihyasının ve pan-Türkist idealleri gerçekleştirmenin mümkün olmadığını kabullenirler. Enver Paşa’nın pan-Türkist irredantizminin sözünü bile etmezler. Mücadelelerini Anadolu ile sınırlarlar ve etnik milliyetçi düşüncelerini burada hayata geçirmeye odaklanırlar. Mahmut Esat, Şükrü Saraçoğlu ve Vasfı Çınar gibi inançlı Türkçüler, Atatürk’ün en yakınındaki isimler olurlar. “Artık her şeyden evvel Mazlum Türkün hukuku gözetilmeli” idi.
Türkleri/Türklüğü en büyük kolektif kurban olarak gören genç kuşak, savaştaki yıkıma ve imha politikalarına dair ya tafsilatlı bir bilgiye sahip değildir ya da bunların sorumluluğunu başkalarına yükleme eğilimdedir. Kendi çektiği acıların başkalarıyla kıyaslanmayacak derecede ağır olduğuna inandığından, İTC’nin tehcir ve cinayetlerle yarattığı demografik gerçekliği “müstakbel düzenin sorgulanmayan temeli” olarak kabul eder.
Çarlığın yayılmacı siyasetine başlamasından beri ve bilhassa 1912/13 yıllarındaki Balkan Savaşlarında çektiği acılarla mukayese edilince, Batılı kamuoyunun Ermeni katliamları bir şaka gibi kalıyordu. (s.161)
Türkçülerin amacı, sadece düşmanlarından kurtulmak değildir; onlar aynı zamanda çok uluslu bir imparatorluktaki yakın geçmişlerinden de kurtulmak isterler. Bunun için kozmopolitizmi reddeder, bir grup aidiyeti için dinsel-etnik ölçütler koyar ve kendi etnisitelerini mutlaklaştırırlar. Cumhuriyet rejiminin Türkçülüğü, yine İsviçre’de alt yapısı hazırlanan, “antropolojik Türkçülük” gibi bir aşırılığa vardırması, bu zihin dünyasının içinde daha iyi anlaşılır.
Cenevre, yüzyıl dönümünde Jön Türk muhalefetine, kendisini ve ‘yaşam ıstırabını’ ifade etmek için ihtiyaç duyduğu kaçış yerini sağlamıştı. Otuz yıl sonra Cenevre Üniversitesi, Türklüğe dair abartılı bir inanışa dünya tarihinde temel bulmak isteyen bir tezin doğumuna katkıda bulunuyordu. Burada söz konusu olan, Türk milletinin nihai ırksal temellendirilişinin inşasıydı. (s. 229)
“Siyasi Bir Silah ve Ulusal Aidiyet Unsuru Olarak İslam”
İkincisi, dinin araçsal kullanımıdır. Gerçekte Türk milliyetçilerinin kimi doğrudan dine karşıdır, kimi de dinin modernize edilmesi gerektiği kanısındadır. Mahmut Esat’ın, dinle ilişkinin nasıl olacağına dair cevabı basit ve radikaldir: “Rûhanî meseleye gelince, Türklük dine değil, din Türklüğe hadim kılınmalıdır.”
Ancak mücadeleden zaferle çıkmalarının halkı yanlarına çekmelerine bağlı olduğunu bildiklerinden, dine ilişkin gerçek görüşlerini “halkımıza” söylememeyi uygun bulurlar. Aksine “en başından beri İslam’ı bir siyasi silah ve ulusal aidiyet unsuru” olarak kullanan İTC geleneğinin sürdürücüleri olduklarından, halktaki güçlü dini duyguları ideolojik amaçlarının hizmetine koşarlar.
Eski bir cami hocası olan Harun Bey, bu yaklaşımı veciz bir dille ifade eder: “İcap ederse bu milli teşkilatımız dini bir kisve altında temin etmekten çekinmemeli.” Dolasıyla, aslında kendilerini hilafet geleneğine borçlu hissetmemelerine rağmen, 1919-1922 yılları arasında hilafet için mücadele ettiklerini söylemekten ve bunu bayraklarına işlemekten kaçınmazlar.
Türk milliyetçileri, işlevini yerine getirdikten sonra modernliğin önünde bir engel olarak gördükleri dinsel köklerinden kopmakta zorlanmazlar. İslam, antropolojik Türklük için tehlikeli bir rakiptir; bu nedenle ya ortadan kaldırılmalı ya da tesiri asgari düzeye çekilmelidir. Mahmut Esat’ın “Yeni Türkiye’nin kendi geleneklerinin pragmatik bir katkısıyla inşa etmenin mümkün olduğuna inanmıyorum” sözü, dönemin ruhunu çok iyi yansıtır.
Bu felsefe uyarınca milliyetçiler, “muasır medeniyete” ulaşmanın önünde bir bariyer olan dinin, devlet ile olan bütün bağları koparırlar. Dini devletten ayırıp sivil topluma bırakan ve din özgürlüğü çerçevesinde yaşanmasına olanak veren yumuşak bir kopuş değildir bu. Aksine benzerine ancak Jakobenlerin iktidarı esnasında Fransa’da rastlanan, keskin bir kopuştur. Devlete tabi kılınan dinden beklenen, Sünni çoğunluk versiyonuyla Türk kültürünün bir parçası olarak hizmet etmesidir.
“Sizin Medeniyetiniz Bir Zehir”
Üçüncüsü, Batı ile olan aşk ve nefret ilişkisidir. Doğrusu bu duygu, yalnızca Türk milliyetçilerinde değil, Doğulu elitlerin hemen hepsinde hissedilir. Tahkir edildiklerini, haksızlığa uğradıklarını ve yanlış anlaşıldıklarını düşünen bu elitler, Batı karşıtı bir siyasi pozisyon alırlar. Batı’ya güvenmezler ve Batı’ya medyan okurlar. Fakat medeni milletler arasına girmenin, saygı görmenin ve arzuladıkları uygarlık düzeyine çıkmanın kestirme yolunun da Batı’dan geçtiğini görürler. Bu da Batı’ya imrenmelerine, hayranlık duymalarına neden olur.
Elitlerin bu ikircikli ruh hali, en iyi, gittiği Berlin’den çokça etkilenen ve Batı’nın üstünlüğüne gıpta ile bakan Enver Paşa’nın kadın arkadaşına yazdığı mektubun satırlarında okunabilir:
Sizin medeniyetiniz bir zehir, fakat uyandıran bir zehir, insan artık uyumak istemez ve istese de uyuyamaz. Gözlerinizi kapadığınız anda öleceğinizi hissedersiniz. (s. 183)
Cumhuriyet’in banileri Türk milliyetçileri de Batı’ya karşı öfke, şüphe ve güvensizlik hisleriyle doludurlar; ancak yaşamak ve diğer devletlerle olan yarışta geri kalmamak için Batı medeniyetinin değerlerini topluma kabul ettirmelerini bir mecburiyet olarak algılarlar. 1926’da İsviçre Medeni Kanunu kabul edildiğinde Mahmut Esat, “dünyanın en yeni ve en mükemmel kanunu” olarak takdim ettiği bu kanunun Türk milletine aykırı düşen herhangi bir tarafının bulunmadığını söyler. Toplumsal hayat, artık bu kanuna göre tanzim edilecek; Türk milleti uygarlığı kendine değil, kendini uygarlığa uyduracaktır. Zira yaşaması için başka bir şansı yoktur.
Türk İhtilali’nin kararı, Batı medeniyetini kayıtsız şartsız benimsemektir… Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki, önüne çıkacaklar, demirle, ateşle, yok edilmeğe mahkûmdurlar… Böylesine Türk Ulusu’nun iradesine uygun harekette bulunmuş olacağız. Keyif ve isteklerimize göre değil. (s.196)
Kadınlar, Batı medeniyetini benimsemenin simgesi olurlar. Gerçi rejim, kadınların bireysel özgürlüklerinden ziyade, onların kolektif kimlik içinde icra ettikleri role ehemmiyet verir; kadınları “mili kültürün etkili taşıyıcıları ve milli toplumun üretici üyeleri” oldukları için destekler. “Kadınların desteklenmesi modern Batı’dan geri kalmayan bir toplum görünümü sunmanın parçasıydı.” Modernist yönelim, en parlak örneği Afet İnan’da görüldüğü üzere, rejimin kabullerine bağımlı olma şartıyla, kadınlara kamusal hayat içinde büyük fırsat kapıları açar.
“Asalaklar, Kan Emiciler ve Zararlı Mikroplar”
Dördüncüsü ise yok oluş korkusu ve sosyal-Darwinizmdir. Sosyal-Darwinizim, Jön Türklerin ileri gelenlerinden Türk Yurdu ve Türk Ocağı’nın genç üyelerine kadar binlerce Türk milliyetçisinin dünya görüşünü şekillendirir. Buna göre, hayatta kalmak ve hayatını sürdürmek için bireysel ve kolektif rakip olarak görülenlerle acımasızca mücadele edilmelidir. Dünyada güçlü olanlar ayakta kalır.
Bazı liberal ve muhafazakâr aydınlar, biyolojik bir teorinin sosyal hayata aktarılmasına karşı koysalar da, içinden geçilen savaş ve acı dönemlerinde pek etkili olmazlar. Savaşın yaşamın ta kendisi olduğu, barışın ise bir anomali sayılması gerektiğini öne süren görüşler yoğun taraftar bulur.
Yüzyıl dönümünde tahsilli elitlerin büyük bir kısmı ölümcül bir beka savaşının, aynı zamanda bireyler, uluslar, ırklar veya sınıflar için de geçerliliği kanıtlanmış bir doğal zorunluluk olduğuna ikna olmuşlardı. Birinci Dünya Savaşı’nda kendilerini tehdit altında ve -milliyetçilik açısından- ‘geç kalmış’ hissettikleri için Türk elitleri arasında bu dünya görüşü özellikle güçlüydü. (s. 187)
“Yok olmamak” için mutlaka “yok etmek” gerektiği düşüncesine iman düzeyinde bağlılık, özellikle 1914-1918 arası dönemde büyük bir faciaya yol açar. İTC, Anadolu’nun nüfus yapısını, kan ve şiddetle büyük bir oranda değiştirir.
Dr. Reşid ve pek çok partili arkadaşı, Osmanlı Devleti için kullanılan hastalık mecazının mantığından, devletin bünyesini içten tehdit ettiklerini düşündükleri etnik-dini azınlıkları asalaklar, kan emiciler ve zararlı mikroplar gibi öldürmek doğrultusunda dilsel ve siyasi sonuçlar çıkarmışlardı. (s. 190, 27. Dipnot)
“Kendi Tarihini Devrimcileştiren Bir Türk Devrimi”
Anadolu’nun Türkleştirilmesi için gayrimüslimlerin Anadolu’dan çıkarılması ve Türk olmayan Müslümanların da asimile edilmeleri gerekir. İTC, beş yıllık iktidarında bu yolda önemli bir mesafe kat eder. Onların kaldığı yerden ise Kemalist yönetim devam eder. Kemalist rejim, Lozan’dan sonra içeriye döner ve içeriyi kendince düzeltmek için Kürtler, Ermeniler ve Rumlar başta olmak üzere bu topraklardaki diğer kimliklerin izlerini silmeye çalışır. 1926’da Türk Yurdu Dergisi’nde, Anadolu’nun nihayet “bize kaldığı” iftiharla duyurulur. Ancak içine girildikçe etnik ve dini çeşitliliğin düşünülenden de fazla olduğu görülür ve mücadele de süreklilik kazanır.
1870’ten 1930’lara kadar gelen bu serüvende İsviçre hep önemli bir merkez olur. Kuşkusuz, İsviçre’deki elitler ve talebeler arasında farklı düşünenler de vardır. Mesela Abdullah Cevdet, Said-i Nursi ve Prens Sabahattin gibi isimler, İsviçre’den esinlenerek, kendi ülkeleri için de anti-merkeziyetçi ve özgürlükçü bir toplum tasavvur ederler. Her ikisi de Kürt olan Cevdet ve Nursi, etnik kimliklere eşit hakların verilmesini savunurlar. Ancak bu isimler siyasi olarak bir araya gelemezler.
Galebe çalan merkeziyetçi ve tekçi bir yapının peşinde olan Türk milliyetçileri olur, hem Osmanlı’nın son dönemine hem Cumhuriyet’in kuruluşuna onların mührü vurulur.
1870 yılında Cenevre’de İnkılâb gazetesiyle çok halklı Osmanlı Devleti’nde bir devrim çağrısı olarak atılan adım, elli yıl kadar bir süre sonra kendini tanımlayışının temeli olarak kendi tarihini devrimcileştiren bir Türk Devrimi’yle sonuçlanacaktı. (s. 229-230)
Türklüğe İhtida, bir yandan dünün daha iyi kavranmasını sağlarken, diğer yandan bugüne ve yarına dair de mühim şeyler söylüyor.
_
* Hans-Lukas Kieser, Türklüğe İhtida: 1870-1939 İsviçre’sinde Yeni Türkiye’nin Öncüleri, Çeviri: Atilla Dirim, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.