Yıldıray Oğur: Atatürk’ü rahat bırakabilecek miyiz?

11.11.2021

Yıldıray Oğur, karar.com’da “Atatürk’ü rahat bırakabilecek miyiz?” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz. 

Her akşam televizyonlarda üzerlerine hamasi avcı hikayeleri anlatılan Filistin’den Suriye’ye Libya’dan Çanakkale’ye her cephede bizzat savaşmış, gençliğini yıkılan bir imparatorluğu kurtarmaya çalışarak geçirmiş kahraman bir askerdi.

Olağanüstü zekasıyla yıkılan bir imparatorluktan bir devlet çıkarmayı başarmıştı.

Ama siyasi hayatı çelişkilerle doluydu.

Twitter günlerine yetişse hakkında “dün bunu dedi bugün bunu dedi” capsleri, video kolajları hazırlanacak kadar ileri bir pragmatizmdi bu.

1920’de Meclis’te “Türkleri muhafaza etmek için evvelâ sıhhati muhafaza etmeli” diyen Yusuf Kemal Bey’e cevap vermek için kürsüye çıkıp “Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiyyedir, samimi bir mecmuadır” diye itiraz edip, yedi yıl sonra “Ne mutlu Türküm diyene” diyecek, 1931’de Türk Tarih Tezi’ni, Güneş Dil Teorisi’ni ortaya sürecek aynı kişiydi.

Savaş günleri silah almak için Lenin’in temsilcisine “Biz de Bolşevikiz” diyerek antiemperyalizm vurguları yapan, savaşı kazanınca Lozan günleri “Biz da Garp devletleri içinde olmak istiyoruz” diyen, yıllarca savaştığı İngilizlerin kralını ağırlayan, 1930’da ABD Büyükelçisi’yle ABD halkına seslenip “Türk milleti ABD milletine derin bir muhabbet beslemektedir” deyip ABD’den borç alan, sonra güçlenen Mussololini ve Hitler’e de muhabbetlerini gönderen çok yönlü bir pragmatizmdi bu.

Yıkılmış bir ülkeden, bir Cumhuriyet kurmayı başarmıştı ama muhalefetten, denetlenmekten, hesap vermekten hiçbir zaman hoşlanmadı.

İstiklal Harbi’ni birlikte yaptığı Meclis’teki bütün muhaliflerini savaş biter bitmez tasfiye etti. Şeyh Said İsyanı’nı gerekçe gösterip, İstiklal Harbi’nin hepsi yakın arkadaşı olan komutanlarının (Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy Refet Bele, Rauf Orbay ) kurdukları partiyi anlamsız gerekçelerle kapattı. Yetmedi onları, tuhaf delillerle İzmir Suikastı kumpasına katıp, idamla yargılattı. Adnan Adıvar, Halide Edip gibi pek çok yetişmiş kişi, yargılanmalardan kurtulmak için ülkeden kaçtılar. Hepsinin hayat hikayesinde ülkeye ya da siyasete dönüş yılının 1939 olması tesadüf değildi.

İsviçre’den medeni kanun, İtalya’dan ceza kanunu getirdi, Türk hukuk sistemini modernleştirdi. Ama o hukuku, siyasi tasfiyeler için kullanmaktan çekinmedi. Muhalif fikirlerdeki İttihatçı, İslamcı, solcu herkes kendisini mahkemelerin önünde buldu.

Çok sayıda gazetenin kurulmasına öncülük etti. Ama o basın tarafından eleştirilmekten hiç hoşlanmadı. Şeyh Said İsyanı’nı fırsata çevirip çıkardığı Takrir- Sükun Kanunu’yla muhalif medyayı susturdu. Çoğunu İstiklal Mahkemeleri’nde yargılattı. Ülkenin en ünlü gazetecilerinden Hüseyin Cahit, İstiklal Mahkemeleri’nde gazetesi Tanin’de Terakkiperver Fırka’daki polis aramasını “Baskın” diye verdiği için yargılandı, Çorum’a sürgüne gönderildi. Ülkenin diğer bir meşhur gazetecisi Ahmet Emin Yalman ise elleri ve ayakları zincirli tutulduğu Diyarbakır’da Şark İstiklal Mahkemeleri’nde ceza almaktan Atatürk’e “Bir daha gazetecilik yapmayacağı”na söz verdiği mektupla kurtulabildi. Sözünü tutup araba lastiği sattı, reklam metni yazdı. 1931’de bu kez Menemen İsyanı’nı fırsata çevirip çıkarılan Matbuat Kanunu’ndan sonra bir daha ölümüne kadar gazetelerde Atatürk’ün hoşlanmayacağı tek satır çıkmadı. Sağlığı ile ilgili haber yapmak bile uzun süre yasaktı.

En çok kitap okuyan dünya liderlerinden biriydi. Kitap okurken fotoğraflarını çektirdi. Tarih kitaplarına meraklıydı, özellikle de popüler tarih kitaplarına. Ama Abdülhamit’ten sonra Türkiye tarihinde en çok kitap ve gazete tek parti devrinde toplatıldı ya da sansürlendi. Buğday fiyatlarındaki artıştan Emir Faysal’ın bir açıklamasına kadar gazetelerde her haber kesilip biçildi. “Sınıf”, “işçi” diyen “komünistlik”le, “ümmet” diyen “irtica”yla suçlandı.

Şiir kitapları Donanma’daki bir teğmenin dolabından çıktı diye Nazım Hikmet ve onunla ilişkili olarak Kemal Tahir “komünist darbe girişimi”nden, “İtalya ve Almanya bizden ileridir” diye yazdığı için Orhan Kemal “yabancı rejim propagandası”ndan, Sabahattin Ali içki sofrasında okuduğu şiirden dolayı yıllarca hapis yattı. Kazım Karabekir’in anıları toplanıp yakıldı. Yakup Kadri gibi rejim destekçisi bir aydın bile Kadro’daki yazısı Atatürk’ü kızdırdı diye Tiran’a gönderildi. Sadece siyasi içerikler değil, edebiyat eserleri de sansürden nasibini aldı. Sait Faik, Şahmerdan’da yöneticiye hakaret etti diye yargılandı, Reşat Nuri, 1935’de Latin alfabesiyle ikinci kez bastığı Çalıkuşu’nda, 1922’deki ilk baskısında övdüğü Boğaz’daki “kayıkhaneli evler”den, eski rejime övgü sanılmasın diye “virane balıkçı kulübeleri” diye bahsetti.

Eğitimin yaygınlaşmasıyla, iyi okullar açılmasıyla bizzat ilgilendi. İstanbul Üniversitesi’ni kurdurdu. Hala bu ülkenin sınıf atlama yolu olan eğitimde cumhuriyetçi fırsat eşitliğini ona borçluyuz.

“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” dedi ama hiçbir bilimsel temeli olmayan bütün ırkların Türk ırkından geldiğini söyleyen Türk Tarih Tezi, bütün dillerin Türkçe’den geldiğini söyleyen Güneş Dil Teorisi’nin altında da onun imzası vardı. 1934’de Türklerin ikincil ırklarda olmadığını ispatlamak için dünyanın en geniş kafatası ölçümünü yaptırdı. Ezoterik kitaplar yazan bir emekli Amerikalı albayın kurgu kitabından hareketle Mu kıtasının peşine düşmüş, bunun için özel olarak Meksika’ya elçi gönderip Mayaları inceletmişti.

Dış politikada müzakereci bir diplomattı. Hatay’ın alınmasında dehasını ortaya koymuştu ama iç politikada tam bir askerdi. Menemen İsyanı’nda Menemen’in boşaltılıp yakılması emrini İnönü durdurdu. Dersim’i “medenileştirmek” için yapılan askeri harekatı bizzat yönetti. Kürtlerle ilgili askeri çözüm planları Kürt meselesinde yarayı derinleştirdi.

Laik bir devlet kurdu ama millet-i hakime esasına dayalı bir laiklikti bu. Sınır boyunu güvenli hale getirmek için Trakya’daki Yahudiler göç ettirildi, gayrimüslimlere devlet kapıları kapatıldı, kilise vakıflarına el kondu, tamir edilmelerine izin verilmedi, Trabzon’da Rumca konuşan köylülere kadar farklı olan herkes riskli grup olarak takip altında tutuldu. Ama aynı zamanda Nazi yönetiminden kaçan Yahudi profesörlerin Türk üniversitelerinde görev almasına izin verecek kadar da vizyon sahibiydi.

Kadınlara seçme ve seçilme hakkını çok erken bir vakitte vermişti, bu devrimci bir adımdı. Ama bunu o vermeden 10 yıl önce isteyen Nezihe Muhiddin ve arkadaşlarının önce parti kurmasına, sonra kadınların seçme hakkını savunmasına izin vermedi. Mahkemelerde tuhaf yolsuzluk davalarında yargılanan Türkiye’nin ilk süfrajeti Nezihe Muhiddin ömrünü bir akıl hastanesine tamamladı. Boşandığı eşi Latife Hanım ise bütün ömrünü her adımını takip edip raporlayan polisin gözetiminde geçirdi.

Laiklik maddesini anayasaya soktu, laik bir sosyal hayat inşa etmek için Medeni Kanunu’nu hazırlattı, Diyanet İşleri Teşkilatı’nı güçlendirdi. Ama dinin devlete karışmasını engellemekle yetinmeyip, devlet olarak dini dizayn etmeye kalktı. Tekkeleri kapattırıp, cemaatleri yeraltına gönderdi. Türbeleri dahi kapattırdı, sonra özel izinle Fatih, Mevlana’nın türbelerinin açılmasına izin verdi. 1932’de bizzat riyasetinde hocalarla çerçevesini oluşturduğu Türkçe ibadeti uygulamaya soktu. Türkçe ezan toplumu devletten koparan, laikliği dinsizlikle eşitleyen radikal bir uygulama olarak hafızalara kazındı. Ayasofya’yı sofrada verdiği bir kararla müzeye çevirtmesine en büyük destekçisi Cumhuriyet gazetesi bile şaşırmıştı.

Müzik ve dansı seviyordu. Halkın kulakları Batı musikisine alışsın diye Türk Sanat Müziği’ni konservatuarlardan kaldırıp, radyolarda çalınmasını yasaklatırken kendisi en iyi sazendelerden konserler dinliyordu. Sanatçıları ve sanatı seviyordu, ama konsere çağırdığı Müzeyyen Senar’ın modelini sevmediği saçlarını ve kocasının bıyıklarını kestirecek kadar herkesin hayatına karışıyordu.

CHP “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” gibi korporatist sloganları kullandı ama zamanında çok örneği olan bir faşizan korporatist rejim kurmadı. Halkı tarafından seviliyordu ama halk adamı bir popülist lider değildi. Elit bir hayat sürdü, halkın arasına çok karışmadı. Selanikli orta sınıf bir aileden gelen bir askerdi, gençliği cephelerde geçmişti. Eşi, çocukları, damatları yoktu, dünyalık peşinde olmadı. Ama mütevazi de değildi. Sarayda yaşadı, kendisine ve yakınlarına özel ev, yazlık villa yaptırdı, özel yat satın aldırdı, İş Bankası’nın en büyük ortağıydı.

Hoş sohbetti, sofraları meşhurdu, kibardı, zevk sahibiydi ama çok hoşgörülü sayılmazdı. Yeni kurulan Türk cumhuriyetine destek için Sorbonne’u bırakıp Ankara’ya gelmiş idealist milliyetçi bir profesör olan Sadri Maksudi’yi, Denizbank kurulurken “Denizbank Türkçe değil, Deniz Bankası olmalı” dediği için kendisine yakın adamlara gece yarısı radyoyu açtırıp, sabaha kadar cahillikle suçlattı. Tarih Kongresi’nde Türk Tarih Tezi’ne “Türkler Orta Asya’dan kuraklık yüzünden göçmedi” diye itiraz eden Prof. Zeki Velidi (Togan) ise ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.

En yakını olan İsmet Paşa bile onun hoşgörüsüzlüğünden nasibini almıştı. Ölümünden önce Başbakanlıktan alıp, tasfiye etmişti. Dar bir kadroyla çalışıyordu, güven sorunları had safhadaydı.

Türkiye’yi hep Batı’nın içinde tutmaya çalıştı ama hiç bir konuşmasında parlamenter demokrasiyi övmedi, ondan bir nihai hedef olarak bahsetmedi. Yakın arkadaşlarının kurduğu adı “Terakkiperver Cumhuriyet” olan fırkayı bile tehlikeli bulup ilk fırsatta kapattırdı, 29 krizi sonrası oluşan toplumsal basınç karşısında bir emniyet sibobu olması için yakın arkadaşlarına kurdurduğu Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı bile yerel seçimlerde başarı gösterince iktidarı için riskli buldu, seçilmiş belediye başkanlarını zorla istifa ettirdi.

Bazı satırları hoşumuza gitse, bazıları tüylerimizi diken diken etse de elimizdeki hikaye bu.

Atatürk, bu ülkenin kurucusu. Pragmatik yöntemlerle, tasfiyelerle, zekasıyla, cesaretiyle bunu başardı.

Üzerinden bir asır geçtikten sonra hala bu gerçeği inkar etmeyi de “hepimiz onda birleşelim” gibi zorlama teklifleri dayatmayı da bırakmalıyız.

Atatürk’ün iyi kötü bütün özellikleri bu ülkenin harcına da katıldı. Kürt sorunu, kimlik sorunu, laiklik fay hattının oluşmasında onun tercihlerinin payı büyük oldu.

Ama ölümünün üzerinden 83 yıl geçmiş bir insana, bu 83 yılda çözemediğimiz sorunların yükünü yüklemek de bugün yaşadığımız sorunlar için çareyi onda aramak da haksızlık ve kolaycılık. Ayrıca irrasyonel, işlevsiz ve beyhude bir çaba bu.

Çünkü bugün Atatürk’e bakıp yaşadığımız hiç bir sorunun çaresini bulamayız.

Bugün hala Atatürk’ün bir çare, çözüm, dayanak, referans noktası gibi görünmesinin nedeni de Instagram ve Twitter’daki anmalarda sık sık hatırlatılan “çok çalışmak”, “sürekli yenilenmek”, “bilimi tek yol gösterici olarak kabul etmek” gibi kapı komşunuzdan da duyabileceğiniz özlü sözleri olmasa gerek.

Vefatından 83 yıl sonra bile bugün Atatürk, Türkiye’de hala modern hayatın, modernleşmenin sembolü ve koruyucusu.

Bu da onun ideolojisinin ölümsüzlüğünün değil, hala herkesin kendini güvende ve özgür hissedebileceği ortak ve kalıcı bir modern demokrasi ve hukuk referansı inşa edemediğimizin ispatı.

Bu Atatürk’ün başarısından çok hepimizin ortak başarısızlığı.

En başta da bunu yapmaya çok yaklaşmışken tekrar en kolay iktidar etme yolunu seçen ve böylece resmi ideolojinin yeniden ümit olmasına neden olan bugünkü iktidarın başarısızlığı.

Zannedildiği gibi bugün Atatürk üzerinde konuşulup anlaşılarak ortak bir referans haline gelmedi, bugünkü sorunlardan, gelecek kaygısından kaçılan güvenli bir sığınak oldu.

Bu kalbimiz kadar temiz kuruculuk hikayesine en ufak itiraz edenlere sallanan parmaklar, ilkokul öğretmenlerinin anlattığı versiyon dışındaki her cümleye karşı kabaran öfkeler, “liberaller, sol-liberaller, Kürtçüler, İslamcılar” diye uzayan ortak değerlere yabancı, zararlı vatandaş listeleri, hala 10 Kasım’da kornaya basmadı, ayağa kalkmadı, tweet atmadı, Instagram postu paylaşmadı, başlık atmadı fişlemeleri buradan bir birleştirici kuruculuk çıkmayacağının da ispatı.

Türkiye, bugün hala birlikte yaşamaktan ve gelecek hayallerinden ümidi kestikçe geçmişe doğru kaçıyor. Herkes kendi ideal geçmişine sığınıyor. Bu geçmiş bugünün ihtiyaçlarına göre kesilip, biçilmiş, mükemmel hale getirilmiş, abartılı sahte bir geçmiş.

Ama tarih ve geçmiş bize aradığımız sağlam zemini veremeyecek.

Zaten geçmişte öyle sağlam bir zemin kurulsaydı, onu böyle el yordamıyla aramazdık, üstünde oturuyor, keyfini çıkarıyor olurduk.

Aradığımız şey nostaljinin şefkatli kollarında değil, bugünün acı ve soğuk gerçeklerinde.

O yüzden artık Atatürk’ü sağa sola çekiştirmeyi bırakıp, onu rahatsız etmekten vazgeçmeliyiz.

83 yıl geçti, artık büyüdük ve yetişkin insanlar gibi davranma zamanımız geldi de geçiyor.

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.