Yusuf Karataş: Türkiye’de faşist hareketin ideolojik dönüşümü

19.06.2023

Yusuf Karataş, teoriveeylem.net’te “Türkiye’de faşist hareketin ideolojik dönüşümü” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz. 

Faşist diktatörlük, tekelci burjuvazinin karşı karşıya kaldığı sorunları demokratik biçim altında çözemediği koşullarda egemenliğini sürdürmek için başvurduğu açık terörcü bir devlet biçimidir. Bu tanım bize faşizmin emperyalist-kapitalist sistemin geçmişine ait istisnai bir olgu değil; aksine bu sisteme içkin güncel bir tehdit olmaya devam ettiğini göstermesi bakımından önemlidir. Tanımlama ve ideolojik arka planını ortaya koymaya yönelik çaba ve tartışmalar bu gerçeklikten bağımsız ele alınamaz.

Faşist hareketlerin ortak ideolojik temelini ilkesel anti­Marksizm” oluşturur.[1] “Faşizm, doğası icabı anti-sosyalist ve anti-proleter bir harekettir.[2] Çünkü ırkçı-milliyetçi bir ideolojik söyleme/yönelime sahip olan faşizm, sınıf mücadelesine ve enternasyonalizme dayanan sosyalizmi millete ‘dışarıdan’ dayatılmış ve dahası milleti zaafa/yıkıma uğratacak bir düşman olarak görür ve bu düşmana karşı mücadeleyi en öncelikli görev olarak belirler.

Faşizmin ideolojik temellerine bakıldığında saldırgan bir milliyetçiliğin ve onunla iç içe geçmiş olarak yayılmacılığın ya da yayılmacı emellerin olduğu görülür. Faşizm, temsilcisi olma iddiasıyla hareket ettiği ulusun “üstün vasıflarını” ortaya koyan şanlı bir geçmiş anlatısı/miti yaratır ve kendini bu şanlı geçmişin devamcısı ya da yeniden yaratıcısı olarak gösterir.

Bütün faşist rejim ve hareketlerin en belirgin ideolojik temellerinden biri de güçlü bir devlet vurgusunun yapılması ve devletin “milletin hukuka bürünmüş hali” olarak tanımlanmasıdır. “Güçlü devlet”, üstün vasıflar yüklenen milletin yeni başarılar/zaferler kazanmasının aracı olarak öne çıkarılır, bu nedenle faşist devletin politikalarına bir “kutsallık” atfedilir ve bütün milletin kayıtsız-koşulsuz bu politika etrafında birleşmesi dayatılır. Millete ve devlete atfedilen kutsal değerler, faşist liderlerinin “kurtarıcı” (Duçe, Führer, Başbuğ vd.) olarak propaganda edilmesiyle tamamlanır.

Yukarıda belirttiğimiz kimi genel özelliklere sahip olması, faşizmin her dönem ve ülkede kendine özgü bir biçim aldığı gerçeğini ortadan kaldırmaz. Ülkenin emperyalist-kapitalist sistem içindeki durumu, sınıf güç ilişkileri, o ülkede milliyetçiliğin tarihsel oluşumu ve güncel biçimleri, dinsel ve kültürel şekilleniş gibi birçok etmen faşist ideolojinin birçok ülkede ve dönemde birbirinden farklı biçimler/görünümler kazanmasını sağlar.

Demek ki faşizm eklektik bir ideolojidir ve bu ideolojiyi şekillendiren, dönemin ya da ülkenin koşullarına göre kitleleri etrafında birleştirip amacına ulaşma hedefidir. “Faşizm değişik ülkelerde değişik özellikler göstermekte ama her yerde faşizmin özünü, demagojik bir şekilde geniş yığınların ruh haline ve ihtiyaçlarına seslenen kanlı, terörist şiddetin tumturaklı sözlerle birleştirilmesi oluşturmaktadır.[3]

Türkiye’de faşist hareket, faşizmin Avrupa’da yükselişe geçtiği ve Kemalist rejimin de bu yükselişten etkilendiği koşullarda ortaya çıkmış; sosyalizm düşmanlığı Sovyetlere ve “ülke içindeki Moskof ajanları”na karşı mücadele içinde ete-kemiğe bürünmeye başlamış ve Sovyetleri Birliği içindeki Türklerin “kurtarılması” (Turancılık) üzerinden yayılmacı emellerle birleşerek gelişmiştir. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin Sosyalist Blok’a karşı batılı emperyalistlerin ABD liderliğindeki kampına eklemlenmesi ve ülke içinde toplumsal mücadelenin yükselişe geçmesi, bu mücadeleye karşı burjuvazi tarafından görevler yüklenen faşist hareketin ideolojik dönüşümü ve bağlı olarak kitleselleşmesinde etkili olmuş; yine sosyalizmin geçici yenilgiye uğradığı bugünkü koşullarda tek adam iktidarının yeni Osmanlıcı bir “ulusal bilinç” ve faşizm inşası yönündeki girişimleriyle yeni bir boyut kazanmıştır. Sadece buradan bakıldığında bile ırkçı-Turancı faşizmden Türk-İslam Sentezine ve bugün bunun özel bir biçimi olan yeni Osmanlıcılığa kadar Türkiye’de faşist hareketin ideolojik olarak içinden geçtiği evrelerin ülkenin emperyalist-kapitalist sistem içindeki konumuna ve sınıf güç ilişkilerine bakılmadan anlaşılamayacağı ortadadır.

Bu nedenle Türkiye’de faşist hareketin ideolojik olarak içinden geçtiği evrelere dönüp bakmak, bugün faşist inşaya yönelmiş bulunan tek adam iktidarı ve onun ‘Cumhur İttifakı’nın ideolojik dayanaklarını anlayabilmek için gereklidir -ki, bu ideolojik dayanakların güncel tezahürlerinin faşist inşa bakımından oynadığı rolü anlamadan buna karşı mücadelenin başarıya ulaşması da mümkün değildir.

“TÜRKÇÜLÜK” SİYASETİ VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN GELİŞİMİ

Türkçülük akımının Osmanlı’nın son dönemlerinde “kurtuluş” ve cumhuriyetin ilanından sonra “kuruluş” siyaseti olarak benimsenmesi ve bu temelde Türk burjuvazisinin güçlenip palazlanması, Türkiye’de faşist hareketin ortaya çıkış ve gelişim sürecinin hazırlayıcısı olmuştur.

19. yüzyıl boyunca kaybedilen savaşlar (Osmanlı-Rus Savaşı), yabancılara verilen ekonomik ayrıcalıklar (1838 Ticaret Anlaşması ve1881’de kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi) ve Osmanlı sınırları içindeki ulusların milliyetçi ayaklanmalarının başlaması imparatorluğu çöküşe doğru götürüyordu. Bu nedenle 19. yüzyılda Osmanlı yönetimi ve büyük çoğunluğu devlet bürokrasisi içinde yer alan aydınların temel sorunu/sorusu “imparatorluğun çöküşten nasıl kurtarılabileceği” idi.

Osmanlı’da ve cumhuriyetin kuruluşundan sonra Türkçülük akımının öncülerinden biri olan Yusuf Akçura, 1904’te Kahire’de çıkan Türk Dergisi’nde yayımlanan “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesinde Türkçülüğün Osmanlı’yı çöküşten kurtaracak tek düşünce olduğu görüşünü savundu. Akçura bu makalesinde Osmanlı’yı kurtarmak adına gündeme getirilen üç siyaset tarzını şöyle tanımlıyordu: “Birincisi, Osmanlı hükümetine tabi muhtelif milletleri temsil ederek ve birleştirerek bir Osmanlı milleti vücuda getirmek. İkincisi, hilafet hakkının Osmanlı Devleti hükümdarlarında olmasından yararlanarak bütün İslamları söz konusu hükümetin idaresinde siyaseten birleştirmek (Frenklerin Panislamisme dedikleri); üçüncüsü ırka dayanan siyasi bir Türk milleti teşkil etmek.”[4]

Akçura, imparatorluk içindeki ulusal/milliyetçi hareketlerin daha baştan Osmanlıcılığı geçersiz hale getirdiğini, II. Abdülhamid’in tahta oturduktan sonra (1876) uygulamaya çalıştığı İslamcılığın (Panislamizm) ise dışsal (Müslüman halkların boyunduruğu altında bulundukları batılı devletlerin politikaları) nedenlerle başarıya ulaşmasının mümkün olmadığını vurgulayarak Türkçülüğün siyasi açıdan tek kurtuluş yolu olduğunu savunuyordu.

Bu dönem boyunca Kırım Savaşı (1854-55), Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Konferansı (1878), en son Balkan Savaşları (1912-13) gibi savaşlar ve Osmanlı’ya daha ağır şartlar dayatan anlaşmalar Türkçülüğün bir “kurtuluş” siyaseti olarak öne çıkmasında ve Türk ulusçuluğunun gelişip biçimlenmesinde belirleyici bir rol oynamıştır.

II. Abdülhamid’i tahttan indiren 1908 Jön Türk Devrimi’nden sonra fiilen iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), ilk dönemler Osmanlıcı bir politika temelinde imparatorluğu kurtarmayı amaçlamış olsa da özellikle bir yandan Balkan Savaşları ve Balkan uluslarının Osmanlı’dan ayrılmaları ve öte yandan güçlenmeye başlayan Ermeni milliyetçi hareketi karşısında giderek Türkçü-milliyetçi bir eksene oturan politikaları uygulamaya yönelmiştir. Bu Türkçü politika, bir taraftan içeride Türk burjuvazisinin siyasi egemenliğinin yanı sıra ekonomik egemenliğini de sağlamaya yönelik politikalarda kendini gösterirken; öte taraftan özellikle Türk milliyetçiliğinin önemli ideologlarından Ziya Gökalp’in ‘Kızıl Elma’sında temelleri ortaya konan ve Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde Enver Paşa’nın Sarıkamış Harekatı’nda somutlaşan Osmanlı dışındaki Türk topraklarını ele geçirmeye dayalı Turancı (Pantürkist) emellerde vücut bulmuştur.

İTC döneminde Osmanlı’da Türkçülüğün bir “kurtuluş” siyaseti olarak egemen kılınmasının önündeki önemli engellerden biri de iktisadi durumdu. “Ulusal nitelikte bir kapitalizme yönelişin karşısına çıkan belki de en çetin nesnel engel, Türk burjuvazisinin cılızlığından kaynaklanmaktaydı. Bir Osmanlı burjuvazisi şüphesiz ki vardı; ancak bu sınıfın üç belirgin niteliği, sanayide değil ticarette (ve özellikle dış ticarette) gelişmiş olması; buna bağlı olarak komprador bir özellik taşıması ve büyük ölçüde gayri Müslim (Rum, Yahudi, Levanten, Ermeni) unsurlardan oluşmasıydı.[5] Türk ve Müslüman burjuvazi, tefeci-tüccar karakteri ağır basan, sanayide küçük ölçekli işletmelere dayanan ve bu özellikleri nedeniyle de görece daha zayıf ve birincilere bağımlı durumdaydı. Özellikle Osmanlı devletinin büyük bir borç yükü altında bulunduğu emperyalistler ve onlarla işbirliği halindeki komprador burjuvazi, ulusal nitelikte bir burjuvazinin gelişip güçlenmesinin önündeki en önemli engel durumundaydı.

Müslüman Türk burjuvazisini destekleyip güçlendirme amacıyla İTC döneminde gazete manşetlerine taşınan “Ey Türk Zengin Ol!” sloganı eşliğinde bir “milli iktisat” oluşturmaya yönelik adımlar atıldı. 1913’te Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun çıkartılması ve gayri Müslimlerin elinde bulunan Dersaadet Ticaret Odası’na karşı İstanbul Esnaf Cemiyeti’nin kurulması, 1914’te kapitülasyonların kaldırılması, 1917’de İtibar-i Milli Bankası’nın kurulması bu yönde atılan adımlar oldu. 1915’te uygulamaya konulan Ermeni Soykırımı ve Ermeni mallarına el konulması da Müslüman Türk burjuvazisinin bu yeni birikim alanları üzerinden güçlenip palazlanmasında belirleyici bir rol oynadı.

Osmanlı’nın Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda yenilgiye uğraması sonrasında Anadolu’da başlayan Milli Mücadele döneminde İTC’nin çizgisinin devamcısı sayılabilecek bir biçimde Türkler dışındaki İslami unsurları da kapsayacak bir “milli mücadele” tanımının yapıldığı görülür. M. Kemal’in ilk meclisin açılışının ardından 24 Nisan 1920’de yaptığı konuşma, Misak-ı Milli politikasının Anadolu’daki diğer Müslüman unsurları da kapsayan biçimde belirlendiğini açıkça ortaya koymaktadır: “Efendiler, bu hudut sırf askeri mülahazat ile çizilmiş bir hudut değildir, hudud-u millidir. Hudud-u milli olmak üzere tespit edilmiştir. Fakat bu hudut dahilinde Türk vardır, Çerkez vardır ve anasır-ı saire İslamiye vardır. İşte bu hudut memzuç bir halde yaşayan, bütün maksatlarını bütün manasıyla tevhid etmiş olan kardeş milletlerin hudud-u millisidir.”[6] Yine Kürtlerin bu mücadele sürecine dahil edilmesi için 1919’daki Amasya Protokolü’nden başlayarak Misak-ı Milli’nin “Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı” belirtilmiştir.

1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte bir “ulus-devlet” inşasına girişilmiş ve bu inşa sürecinin bir tarafında Osmanlı’yla hesaplaşmanın ve “modernist” bir rejim kurma yöneliminin bir sonucu olarak İslami söylemin terk edilmesi; öte tarafında ise Türk burjuvazisinin çıkarları temelinde Kürtler başta olmak üzere milli mücadele sürecine katılan Türk olmayan etnik unsurların inkârı ve asimilasyonuna yönelik uygulamalar yer almıştır. Bu politikanın bir sonucu olarak 1924 Anayasası’nın giriş metninde “Devletimiz bir devleti milliyedir. Beynelmilel veyahut fevkelmilel bir devlet değildir. Devlet Türk’ten başka millet tanımaz” denilmekte ve o günden bugüne hazırlanan bütün anayasalarda “devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin Türk olduğu” değiştirilemez bir anayasa maddesi olarak yer almaktadır.[7]

Yeni bir “ulusal bilinç” oluşturulması sürecinde bir yandan soykırımdan geçirilen Ermenilerin ve yenilgiye uğratılıp sürülen Yunanlıların hak taleplerini ortadan kaldırma amacıyla Anadolu’nun eski Türk yurdu olduğunu kanıtlamak ve öte yandan da Osmanlı tarih ve kültürünün reddiyesi üzerinden Orta Asya ve Anadolu merkezli bir geçmiş anlatısı oluşturmak üzere Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi oluşturuldu.

1930’da Türk Ocakları Türk Tarih Tetkik Heyeti oluşturulmuş ve aralarında Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan ve Yusuf Akçura’nın da yer aldığı bu heyetin 1930’un sonlarında yayımlanan “Türk Tarihinin Ana Hatları” adını taşıyan çalışması, Türk Tarih Tezi’nin temelini oluşturmuştur. Türk Tarih Tezi’ne göre “Türk ırkı beşeriyet tarihine en çok tesir icra etmiş, medeniyetin ilerlemesine hizmet etmiş bir ırktır.”[8]

Türk Tarih Tezi, sadece Anadolu’nun Türklerin eski yurdu olduğu (Hititlerin Türk olduğu) ve Türklerin Mezopotamya uygarlığının da yaratıcısı olduğu (Sümerlerin Türk olduğu) ile sınırlı kalmaz; Çin’den Mısır’a ve Ege Havzası’na kadar tarihteki bütün önemli uygarlıklarda Türklerin belirleyici bir etkisi olduğunu da ileri sürmektedir. Aynı dönemde Afet İnan’ın dünya uygarlığının ilerlemesinde “brakisefal” ırkın belirleyici olduğu ve Türklerin brakisefal ırktan olduğu biçimindeki “ırkçı antropoloji”si[9]de Türk Tarih Tezi’nin temel dayanaklarından biri olarak öne sürülmüştür ki, bu tezler Türkçü faşizmin ortaya çıkıp gelişmesi için oldukça verimli bir ortam yaratmıştır.

Güneş Dil Teorisi de Türk Tarih Tezi ile uyumlu bir şekilde bir dilin gerekliliğine ilk ihtiyaç duyanların Türkler olduğu ve ilk sözcüklerini güneşi anlatmak için türettikleri savına dayanmakta ve tüm dünya dillerinin de Orta Asya halklarının göçü sayesinde bu anadilden çıktığını öne sürmektedir -ki bu teori cumhuriyet rejiminin Kürt sorunuyla karşı karşıya kaldığı süreçlerde Kürtlerin ayrı bir ulus olduğunun inkârına dayanak yapılmıştır.

Türkçü ulus-devlet inşası, cumhuriyetin kuruluşundan sonra da Türk burjuvazisini güçlendirme politikasıyla uyumlu bir şekilde yürütülmüştür. 1924’te kurulan İş Bankası, yerli ve yabancı sermaye ve Kemalist iktidar arasındaki bütünleşmede önemli bir rol oynamış, 1927’de İTC’nin 1913’te çıkardığına benzer biçimde çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu ile burjuvazi teşvik edilmiştir. Her ne kadar 1929 krizine bağlı olarak bu dönemde sanayileşme atılımı devlet eliyle hayata geçirilmiş olsa da “sonraki dönemlerde sivrilecek büyük sermaye gruplarından pek çoğunun kökeninde 1930’lu yıllarda devlet ihaleleriyle elde edilen kazançlar yatmakta”ydı.[10] Buna Türkiye’de kalan gayri Müslim azınlıklara İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde dayatılan “Varlık Vergisi” gibi uygulamaların Türk sermaye gruplarının büyümesine dolaylı ya da dolaysız bir şekilde sağladığı olanakları da eklemek gerekir.

TÜRKÇÜ-TURANCI FAŞİST HAREKETİN ORTAYA ÇIKIŞI VE GELİŞİMİ

Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’yle ilgili çalışmaların yapıldığı yıllar aynı zamanda Avrupa’da faşizminin yükselişe geçtiği yıllardı. Bu dönemde devlet örgütlenmesinde de Avrupa’da faşizmin yükselişe geçmesinin belirgin bir etkisi görülür. CHP’nin 1935’teki 4. Kongresinden sonra 1936’da parti genel sekreterinin içişleri bakanı, parti il başkanlarının da vali görevlerini üstlenmesini sağlayan bir genelge yayımlanır. Atatürk’ün “Ebedi Şef” ve yerine geçen İsmet İnönü’nün “Milli Şef” ilan edilmesiyle önemli oranda faşist devlet yapılanmasının etkilerini taşıyan bir parti-devlet yapılanması oluşturulur.

Bu dönem, Başbakan Şükrü Saraçoğlu, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak gibi devlet yöneticilerinin de Alman faşizmine sempatisini gizlemediği ve faşist Almanya ile siyasi ve ticari ilişkilerin geliştirildiği bir dönemdir. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın başlamasından sonra 1941’de Nazi Almanyası ile Türk-Alman Dostluk Anlaşması yapılmış, Türkiye Sovyetlere karşı kurulan Anti-Komintern Paktı’na gözlemci olarak katılmış ve Nazilerin silah sanayisi için hayati önem taşıyan krom madeni satışı yapılmıştır. Nazi Almanyası ile girilen bu ilişkileri Türkçü faşizmin kendine örgütlenme alanı bulmasına ve yayıncılık faaliyetlerinin gelişmesine ortam sağlamıştır.

Türkçü faşizmin kurucusu olarak kabul edilen Hüseyin Nihal Atsız, Tıbbiye’de öğrenci olduğu dönemlerden başlayarak (1922) ırkçı bir temelde Türkçülüğü ve anti-komünist bir politik çizgiyi benimsemiştir. 1931-32 arasında çıkardığı “Atsız Mecmua”, Nazilerin Almanya’da daha iktidara gelmemiş olmasının da etkisiyle faşist görüşlerin yeterince belirgin olmadığı ve açıktan savunulmadığı bir çizgide yayın yapar. Ancak yine de Başkurdistan’da doğmuş ve Sovyetlere karşı mücadele ettikten sonra Türkiye’ye davet edilen Zeki Velidi Togan’ın dergideki yazıları, Türkiye Türkleri ile Orta Asya Türkleri arasında ilişki kurulması ve Turancılık akımının anti-Sovyetik, anti-sosyalist bir temelde geliştirilmesi bakımından etkili olmuştur. Atsız’ın 1933-34 arasında çıkardığı Orhun Aylık Türkçü Mecmua’da faşist görüşler daha belirgin hale gelmiştir.

Ancak Atsız’dan önemli oranda etkilenmiş ve o dönem Türkçü faşizmin ondan sonraki en önemli ismi olarak öne çıkan Reha Oğuz Türkkan’ın 1938’de çıkardığı Ergenekon dergisi, siyasal koşulların da daha uygun hale gelmesiyle Türkçü faşizmin açıktan savunulduğu ilk dergi olarak çıkmıştır. Ergenekon’un kapatılmasının ardından Türkkan’ın “Her Şeyin Üstünde Türk Irkı”sloganıyla 1939’da çıkardığı Bozkurt dergisinde yayınlanan yazılarda, kan esasına dayalı, militarist bir ırkçılık savunuluyor, şiddetli bir komünizm karşıtlığı yapılıyor, ırk sağlığından ve öjeni[11] fikrinden bahsediliyordu.”[12] Türkkan’ın Bozkurt’tan sonra çıkardığı Gök-Börü’nün yanı sıra cumhuriyetin kurucu kadroları arasında yer alıp daha sonra M. Kemal’le görüş ayrılığına düşen Rıza Nur’un 1942’de çıkardığı Tanrıdağ dergisi de bu dönem Türkçü faşizmin yaygınlaştırılmasında etkili olmuş yayınlardan biriydi.

1944 yılı, Türkçü faşizmin kitlesel bir görünüm kazanıp örgütsel bir yapıya kavuşması bakımından önemli tarihlerden biri olmuştur. Bu tarihe kadar Türkçü faşist yayın ve propagandaya göz yuman iktidar, Nazi Almanyasının Sovyetler Birliği karşısında yenilgiye uğrayacağının artık belli olmasından sonra Sovyetler’e hoş görünmek için bu kesimlere karşı göstermelik bir tutum almıştır.

Nihal Atsız, çıkardığı Orhun Dergisi’nin Mart ve Nisan 1944 sayılarında faşizme sempati duyan ve kan esasına dayalı bir milliyetçiliği savunan dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na iki açık mektup yazar. Atsız, bu mektuplarda dönemin Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’i Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav gibi komünist olarak nitelediği kişilerin devlet içine sızmalarına göz yummakla suçlamıştır. Bunun üzerine Atsız’ın ihbar ettiği isimlerden Sabahattin Ali yargıya başvurur ve “Irkçılık-Turancılık Davası” olarak anılan dava 26 Nisan 1944’te başlar. İkinci duruşmanın yapılacağı 3 Mayıs 1944 günü binlerce Atsız destekçisi Ankara Ulus’ta bir araya gelerek komünizm karşıtı sloganlar atar. Ancak artık savaşı kazanacağı belli olmaya başlayan Sovyetlere bir iyi niyet mesajı vermek isteyen yönetim gösteriye müdahale ederek aralarında o zaman subay (üsteğmen) olan Alpaslan Türkeş’in de yer aldığı onlarca kişiyi gözaltına alır.

3 Mayıs o tarihten sonra ülkücü faşist hareket tarafından “Türkçülük Günü” olarak kutlanmaya başlanmış ve bu kutlamalar bugüne kadar devam etmiştir-ki, MHP lideri Bahçeli, 3 Mayıs 2020’de “Milliyetçiler Günü”yle ilgili mesajında “Merhum Hüseyin Nihal Atsız’ın ifadesiyle söylersek, 3 Mayıs 1944 Türkçülerin ızdırabı ile yoğrulmuş bir dönüm günüdür” demiştir.[13]

1944 yılının 19 Mayıs kutlamalarında İnönü’nün 3 Mayıs’taki göstericilere tepki göstermesi sonrasında aralarında Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Zeki Velidi Togan ve Alpaslan Türkeş’in yer aldığı 57 Türkçü-Turancı faşist gözaltına alınır ve bunların 23’ü tutuklanır. İddianamede, daha sonra ülkücü faşist hareketin “Başbuğ”u olacak Alpaslan Türkeş için “Atsız’ı gölgede bırakacak derecede ırkçı, Turancı ve menfidir” denilmekte ve yine iddianamede yer alan 4 Nisan 1944 tarihli mektupta Türkeş, Atsız’a şöyle seslenmektedir: “Milletin içinde bulunduğu tehlikelerden kurtarılması mümkündür. Atsız’ın kılıcından keskin olan kalemi bu işi herhalde muvaffakiyetlendirecektir. Kalem kifayet etmezse o zaman işi silahlara bırakacağız. Türkçülük yolunda ruhumuz, yüreğimiz, kılıçlarımız seninle beraberdir.”[14] 29 Mart 1945’te biten duruşmalar sonrasında Türkeş’in de aralarında bulunduğu 10 sanık hakkında hapis cezası kararı verilse de Askeri Temyiz Mahkemesi kararı bozmuş ve yeniden yapılıp 1947’de biten yargılamalar sonucunda “Irkçılığın anayasa suçu teşkil etmediği”ne hüküm verilip sanıklar beraat eder -ki, 1947 “soğuk savaş”ın başladığı ve Türkiye’nin artık Sovyetlere karşı batı blokuna dahil olduğu tarihtir.

Bu dönem boyunca Atsız’ın yazılarında ortaya koyduğu görüşler, Türkçü faşizmin temel görüşleri konusunda yeterince fikir vericidir:

“Türkçülük, büyük Türkelinde Türk uruğunun kayıtsız şartsız hakimiyeti ve bağımsızlığı ile Türklüğün her yönden bütün milletlerden ileri ve üstün olması ülküsüdür.”

“Asırlardan beri kılıç sallamış ve ömrünü er meydanında geçirmiş Türk milliyetinin bir çocuğu ile asırlardan beri sahtekarlık ve dolandırıcılıkla yaşamış Yahudi milletinin bir çocuğu nasıl müsavi (eşit) olabilir?”

“Tarihi vatanımız olan bütün tutsak ülkeleri elbette kurtaracağız (…) Biz iki Türkistan’ı da, Azerbaycan’ı da, Kafkasya’yı da, İdil-Ural boylarını da, Kırım’ı da (…) Batı Trakya’yı, Kıbrıs’ı ve Adalar’ı da alacağız… Kerkük ve Bayır-Bucak da bizim olacak.”

“Moskof bizim soy düşmanımız olduğuna göre, Moskof emperyalizmi olan komünizm de en tehlikeli düşmanımızdır. Komünizm, Moskofluğa mal olmuş bulunduğundan, ona taraftarlık vatan hainliğidir. Türkçüler bakımından en alçak vatan hainleri olan komünistlerin yok edilmesi şarttır.”

“(Kürtler) Türk milletinin başını belaya sokmadan, kendileri de yok olmadan çekip gitsinler. Nereye mi? Gözleri nereyi görür, gönülleri nereyi çekerse oraya gitsinler. İran’a, Pakistan’a, Hindistan’a, Barzani’ye gitsinler.”

“Bir millet için en büyük tehlikelerden biri de barış ve dostluk afyonu yutarak uyumaktır (…) Hayat bir savaşken ve onu kazanmak için mutlak saldırmak gerekirken milli ülkü yolunda yapılacak saldırının çirkinliğini haykırmak ya gaflet ya ihanettir.”

“Acaba bilhassa gençlerimiz ve bilhassa kızlarımızın zehirlenmesine engel olmak için bütün memlekette sinemalar kapatılsa, erkek ve kadın plajları ayrılsa, roman ve hikayeler sansürden geçse ne olur? (…) Terbiye ilminin müsaade ettiği en küçük yaştan itibaren bütün Türk çocukları Türkelinin yatılı mekteplerine girerek milli-askeri terbiyeyi alacaklardır.”[15]

Görüldüğü gibi bu görüşlerde ırkçı, milliyetçiliği kan esasına göre tanımlayan, antikomünist, savaşçı ve yayılmacı (irredentist), Kürtlere yaşam hakkı tanımayan, askeri düzene dayalı bir toplum ve eğitim sistemini savunan, sansürcü ve kadınları/kızları “yoldan çıkmaya hazır” aşağı bir cins olarak gören bir yaklaşım söz konusudur.

Atsız’ın öncüsü olduğu Türkçü-Turancı faşizmin Türkiye faşist hareketi içinde en özgün yönlerinden biri de Kemalizm’in laikçi-modernist politikalarının etkisinde kalmasının da bir sonucu olarak İslamiyet’e karşı aldığı tutumdur. Şamanizm ve İslamiyet arasında karşılaştırma yaparak İslam’ı “Arapların millet olma çabası” olarak değerlendirip Şamanizm’i savunan Atsız’a göre “Ali-Muaviye kavgası, Hüseyin’in öldürülmesi bizim için mesele bile değildir (…) Bizim için Hüseyin’in Kerbela’da ölümü değil, Çiçi Yagbu’nun Türkistan’daki, Kür Şad’ın Çin’deki, Genç Osman’ın İstanbul’daki ve Osman Batur’un Altaylardaki ölümü daha ilgi çekici ve şanlıdır.”[16]

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne karşı ABD liderliğindeki batı blokuna eklemlenmesi çok partili sisteme geçiş sürecini hızlandırmış ve 1950’ye gelindiğinde hem savaş yıllarının yarattığı yıkıma ve hem de Kemalist bürokrasinin modernist-laik tutumuna tepki duyan muhafazakâr halk kesimlerini etrafında toparlayan ve sağ-liberal bir siyasi çizgiyi savunan Demokrat Parti iktidara gelmişti. Önce Kore’ye asker gönderilmesi (1950) ve ardından Türkiye’nin NATO’ya kabul edilmesi (1952) ile yeni bir dönem başlamıştı. “Komünizm tehdidi”ne karşı desteklenen İslamcı-muhafazakâr ve milliyetçi söylem ve politikaların yükselişe geçtiği bu dönem, faşist hareketin de “komünizme karşı mücadele”de yeni koşullara uyum sağlamak ve kitleselleşmek için bir dönüşüm süreci içine girmesini dayatıyordu. Atsız ve destekçileri bu dönüşüm sürecini göremedikleri ya da buna direndikleri oranda kademeli olarak tasfiye oldular ve faşist hareket Atsız’ın eski bir öğrencisiyle partileşerek yeni bir evreye girdi.

FAŞİST HAREKETİN PARTİSİ, DOKTRİNİ VE ‘BAŞBUĞ’U

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra dünya Sovyetler Birliği’nin başını çektiği sosyalist blok ile ABD’nin başını çektiği emperyalist-kapitalist kamp olarak ikiye bölünmüştü. Türkiye’nin Sovyetler’e karşı bir “ileri karakol” olarak emperyalist-kapitalist kampa entegrasyonu Demokrat Parti daha iktidara gelmeden başlamıştı. 1947’de dönemin ABD Başkanı Truman, “Truman Doktrini” olarak adlandırılan ve “komünizm tehdidine karşı bu tehditle yüz yüze olan rejimlere yardım” adı altında Sovyetler’e karşı ABD emperyalizminin ekonomik ve askeri olarak etki alanlarını genişletmeyi hedefleyen bir politik planı gündeme getirmişti. ABD’nin bu plan dahilinde yaptığı ekonomik yardımlar dönemin ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’ın adını almıştır (Marshall Yardımı). Türkiye 1948’de ABD ile “Ekonomik İşbirliği Anlaşması” imzalayarak bu plana dahil olur. Dönemin CHP yönetimi ve basını bu Türkiye’nin bu anlaşmaya dahil edilmesini büyük bir başarı olarak propaganda etmişti.

1946’da çok partili sisteme geçişten sonra 1950’de yapılan seçimleri savaş döneminin yarattığı yıkıma, jandarmanın baskı ve zulmüne tepki duyan ve öte tek parti yönetiminin din karşısındaki tutumundan da rahatsız olan halk kesimlerinin desteğini arkasına alabilen sağ-liberal çizgideki Demokrat Parti kazanmıştı. Bu dönem Türkiye’nin “küçük Amerika” yapılması hedefi, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’in politik yönelimini açıkça ortaya koymaktadır.

Türkiye’nin 1950’de Kore Savaşı’nda ABD emperyalizminin safında savaşa dahil olması ve 1952’de NATO’ya üye olmasının ardından-ki burada CHP’nin de Türkiye’nin Kore Savaşı’na ve NATO’ya girişine bir itirazı olmadığı aksine bunları desteklediğini de belirtmek gerekiyor- Cumhurbaşkanı Bayar, 1953’te ABD’ye bir ziyaret gerçekleştirir ve Türkiye’nin batı blokunun Sovyetler’e karşı ‘ileri karakol’ rolü belirginleştirilir.

Bu dönem Türkeş’in siyasi arenada görünmediği bir dönemdir ancak bunun bir nedeni vardı. Türkeş 1950’lerin başında TSK tarafından ABD’de gayri nizami harp ve kontrgerilla konusunda eğitimi almaya gönderilir. 1956’da bu kez NATO Türk Temsil Heyeti üyesi olarak ABD’ye gider ve 27 Mayıs darbesine kadar Genelkurmay NATO Dairesi’nde görev alır.

Millete “demokrasi ve refah” vaat eden Demokrat Parti (DP), Menderes’in “Her mahallede bir milyoner yaratacağız” sözünde açık ifadesini bulan, emekçi sınıfları yıkıma uğratıp sınıfsal çelişkileri derinleştiren bir ekonomik politika uyguladı. Öte yandan demokrasi vaadi de yerini siyasi rakiplerini tasfiye etme ve toplumsal muhalefeti ezmeye yönelik baskıcı uygulamalara bırakmıştı. Hepsi DP’li milletvekillerinden oluşan “Tahkikat Komisyonları”na mahkeme yetkisi verilmesi ve toplumsal muhalefetin sorumlusu gibi gösterilen CHP’nin kapatılmasına yönelik hazırlıkların yapılması karşısında Nisan 1960’da İsmet İnönü, “Artık sizi ben bile kurtaramam” demişti.

27 Mayıs 1960 darbesi, DP’nin artık devlet içinde kendine karşıt güçleri açıktan tasfiye etmeye yönelmesine karşı yapılmış olsa da 555K (5. ayın 5’inde saat 5’te Kızılay’da) eylemlerinde sembolize olan toplumsal muhalefeti de etkisizleştirmeye yönelik bir müdahale olarak gerçekleşti. Tümgeneral Madanoğlu’nun başkanlık ettiği askeri cuntanın oluşturduğu Milli Birlik Komitesi’ne (MBK) daha önce emekli edilen Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel getirilir. Darbeciler, NATO’ya ve Türkiye’nin üyesi olduğu uluslararası kuruluşlara bağlılıklarını bildirirler. Darbe hazırlığı yapan subaylarla 1958’de Elazığ’da görev yaparken ilişki kuran Türkeş, 1960 darbesinin bildirisini okuyan albay olarak adını duyurur. Daha sonra MBK içinde Başbakanlık Müsteşarlığı gibi etkili bir görev de üstlenen Albay Türkeş, darbeciler arasında en tanınan isim olur.

MBK içinde yeni anayasa yapılıp yönetimin sivillere devredilmesi görüşü ağırlık kazanırken Türkeş ve ekibi buna karşı çıkar. Ancak Türkeş’in MBK’den tasfiyesi asıl olarak “Ülkü ve Kültür Birliği” adı altında birliğin başkanının geniş yetkilere sahip olacağı ve milli eğitimden dış ülkelerdeki Türklere, azınlıklardan kadın ve aileye ve basın-yayına kadar geniş alanlardan sorumlu olarak bir teşkilatın kurulması önerisi sonrasında gerçekleşir. Madanoğlu ekibi, korporatif bir tolum örgütlenmesine dayanan kalıcı otoriter bir rejim kurmayı amaçlayan bu öneriye Türkeş ve arkadaşlarının (14’ler) MBK’den tasfiyesi ile yanıt verir. Türkeş ve arkadaşları “dış görev”lerle uzaklaştırılır. Türkeş, Hindistan Büyükelçiliği Müşavirliği’ne atanır.

Türkeş 1963’te Türkiye’ye döndükten sonra siyasete aktif olarak katılmaya başlar. 1965’te 14’ler arasında kendisine bağlılıklarını sürdürenlerin katılımıyla Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne (CKMP) katılır. “CKMP 1948’de, o dönemde radikal milliyetçiliğin simgesi haline getirilen Fevzi Çakmak’ın başkanlığında, bir dizi pro-faşizan küçük parti ve derneğin katılımıyla kurulmuş” ve özellikle 1950’lerde Osman Bölükbaşı’nın başkanlığında milliyetçi-muhafazakâr kırsal kesimler içinde belli bir kitlesellik kazanmıştı.[17] Türkeş’in CKMP’ye katılım töreninde yaptığı konuşma, aynı zamanda partinin kendi liderliğinde faşist hareketin temsilcisi olacağının da habercisiydi: “Memleket için zararlı olduğuna inandığımız aşırı akımların ve özellikle komünizmin karşısında bulunan bütün milliyetçi, ahlakçı, köylücü ve sosyal adaletçileri saflarımızda toplanmaya çağırıyoruz.”[18]

Türkeş, Ağustos 1965’te yapılan olağanüstü kongrede partinin başkanlığına seçildi. Türkeş’in liderliğindeki CKMP ve “toplumcu milliyetçi” (nasyonal sosyalist) söylemleri, bazı sermaye çevreleri, büyük toprak sahipleri ve sağ basın tarafından o dönem Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) işçi-emekçiler içindeki etkisini sınırlayacak bir “panzehir” olarak görülüp desteklendi.

Türkeş’in kurmak istediği faşist toplumsal düzenin temellerini açıkladığı ‘Dokuz Işık’ doktrini CKMP’nin 1967 kongresinde partinin resmî ideolojisi haline gelir ve böylece partinin faşist bir partiye dönüşümü tamamlanır. “Dokuz Işık doktrini, ırkçı-şoven Türk milliyetçiliğine dayalı, sınıfsal çelişkileri ‘zorunlu tahkim’le çözen ‘güçlü devlet’ tasarımının belirleyiciliği altında; pozitivist-kalkınmacı Cumhuriyet ideolojisinin pek çok etmenin de varlığını koruduğu korporatist bir toplum modeli vazediyordu.[19]

Milliyetçilik, ülkücülük, ahlakçılık, toplumculuk, ilimcilik, köycülük, hürriyetçilik ve şahsiyetçilik, gelişmecilik ve halkçılık, endüstricilik ve teknikçilik adı verilen ilkelerden oluşan Dokuz Işık’ın CKMP’nin resmî ideolojisi olarak kabul edilmesiyle birlikte Türkeş de artık “Başbuğ” olarak hareketin ve gelecekteki faşist düzenin tartışılmaz lideri olarak öne çıkarılıyor ve böylece Türk faşist hareketinin “lider-örgüt-doktrin” üçlemesi tamamlanıyordu.

Faşist hareketin partileşmesi, hem ülkedeki sosyo-politik durum ve hem de kitleselleşme ihtiyacına bağlı olarak partinin söylemlerinde bir dönüşümü de zorunlu hale getiriyordu. Çünkü ABD’nin başında bulunduğu emperyalistler, Sovyetlerin ve sosyalist hareketin etki alanlarını sınırlamak; işçi sınıfı ve ezilen halkların uyanışını bastırmak için daha sonra adını İslam’ın rengi olarak kabul edilen ‘yeşil’den alan “Yeşil Kuşak” projesinde açık biçimde ortaya konan bir politika uyguluyordu. Bu politika, özellikle Sovyetler’e komşu ülkelerde “komünizmin din düşmanı olduğu” propagandası eşliğinde dinsel önyargıların ve İslamcı örgütlenmelerin desteklenmesine ve İslami gericiliğin daha etkin bir tarzda kullanılmasına dayanıyordu.

Türkiye’de komünizme karşı mücadelede İslamcı yapılanma ve söylemlerin belli bir etkisinin olması, sosyalizmi “en büyük düşman” olarak gören Türkiye faşist hareketinin de Türkçü söylemleri İslamcılıkla “sentezleme”ye dayanan bir ideolojik dönüşümünü beraberinde getirdi -ki, daha önce belirtildiği gibi bu Türk-İslam eksenli dönüşüm Atsız’ın başını çektiği “soy Türkçü” faşistlerin de tasfiye olma sürecini başlattı. Bu ideolojik dönüşüm faşist partinin taşra kentlerinin (özellikle Doğu ve Orta Anadolu kentleri) muhafazakâr tabanı içinde etkinlik kazanıp kitleselleşmesi için de zorunlu görülüyordu.

CKMP’nin son ve adının Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değiştirildiği ilan edilen 1969 Adana Kongresi’nin sloganı “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslüman”, bu dönüşümün ilanı olmuştu. MHP’nin amblemi Osmanlı’nın üç kıtadaki egemenliğini ve üç imparatorluğun mirasçısı olduğunu simgeleyen “kırmızı zemin üzerine üç hilal” ve gençlik kollarının amblemi “hilal içinde bozkurt” olarak belirlenmişti.

Faşist hareketin partisi ve ABD-NATO’da “gayrinizami harp-kontrgerilla” eğitimi alan ‘başbuğ’u artık yükselişe geçen devrimci harekete karşı “göreve” hazırdı. İlki 1966’da kurulan Ülkü Ocakları, MHP’nin gençlik yapılanması olarak yaygınlaştırıldı ve faşist hareketin, devrimci kitle hareketine karşı terör eylemleri düzenleyen vurucu gücü haline getirildi. Aynı biçimde 1960 darbesinden sonra MBK tarafından tasfiye edilen “14’ler”den Dündar Taşer ve Rıfat Baykal’ın öncülüğünde ilki 1968’de İzmir’de olmak üzere Türkiye’nin dört bir tarafında “Komando Kampı” kuruldu. Böylece faşist hareketin işçi sınıfı ve devrimci-sosyalist harekete karşı burjuvazi ve devletine yardımcı (bu hareketi bastırmak için terör uygulayan) rolü belirgin hale geldi.

Faşist hareketin sosyalizme tepki temelinde kendini örgütlediği alanlardan biri de işçi sınıfı ve sendikalar olmuştur. DİSK’in kurulması ve işçi sınıfının devrimci bir mücadele çizgisine yönelmesinin önünü almaya yönelik yasal düzenlemelerin geri alınması talebiyle yapılan 15-16 Haziran 1970 direnişi ve yarattığı etki, faşist hareketin de işçi sınıfı içinde örgütlenmeye yönelmesinde etkili olmuştu. 15-16 Haziran direnişinin hemen ardından 23 Haziran 1970’de Türkiye Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu (MİSK) kuruldu. MHP’nin işçi-işveren ilişkilerinin nasıl düzenleneceğine dair hazırladığı bir broşürde MİSK’in kuruluş amacı şöyle açıklanıyordu: “Aslolan, devletin adil ve güçlü eli altında emek ve sermayenin ebedi bir barışa ulaşmasıdır… Emek ve sermayenin teşkilatlanması, sınıf şuurunu besleyecek ve diğer zümrelere düşmanca bakacak fikri ve esaslardan uzak tutulacak, milli birlik ve hiyerarşinin yapıcı bir kademesini teşkil edecektir.[20] Görüldüğü gibi sendikalara biçilen rol faşist rejimlerle aynı biçimde korporatif temelde örgütlenmiş bir ekonomik sistemin parçası olmalarıdır.

1960’lı yılların sonu ve 1970’lerin başı Türkiye ve Kürdistan’da toplumsal mücadelenin yükselişe geçtiği bir dönemdir. Üniversite boykotlarından ABD emperyalizmine karşı eylemlere (6. Filo’ya karşı eylemler), toprak işgallerinden üretici-köylü mitinglerine, Türkiye işçi sınıfının tarihinin en önemli eylemlerinden olan 15-16 Haziran 1970 direnişinden Kürtlerin ulusal uyanışında önemli rolü olan “Doğu Mitingleri”ne kadar işçi sınıfı ve demokratik halk mücadelesi birçok alanda güç kazanmaya başlamıştır. Bu dönem yine TKP-TİP’in reformcu program ve mücadele çizgisine bir tepki olarak 68 devrimci hareketinin önderleri tarafından Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO), Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP/C) ve Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (TİKKO) kurulmuş ve küçük-burjuva radikalizmi temelinde silahlı mücadele başlatılmıştı.

12 Mart faşist cuntasından bir yıl önce 24 Nisan 1970’te yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç siyasi tabloyu şöyle tarif ediyordu: “Solcu gençlik, orduya karşı cephe almış vaziyettedir. Silahlı kuvvetler üst kademesi, hükümet paralelinde emperyalizme hizmet eden kişiler olarak gösterilmektedir. Bu ortam içinde ‘silahlı kuvvetler bir ihtilal yapmaz’ diye kimse garanti edemez (…) Uzun vadeli plan ve reformlarla bu iş halledilemez. Bu meseleye zecri (zorlayıcı-yasaklayıcı, y.k.) olarak dur demek lazımdır. (…) Anayasa, üniversite, TRT ve benzeri kanunlar hemen değiştirilmelidir. Sağ, bir ihtilale mâni olamaz. İhtilal, sol bir ihtilal olacaktır ve genç subayın fikri buna yatkındır.[21]

Aynı dönemde (Temmuz 1970) Sanayi ve Ticaret Odaları’nın yayın organı Türkiye İktisat gazetesinde “anayasanın ta’dil edilmesi” (düzeltilmesi) yönünde açık bir müdahale çağrısı yapılıyordu.[22]  Yazıda özetle işçi sınıfı ve gençliğin yükselen mücadelesinden “anarşi” olarak söz ediliyor ve 1961 Anayasası’ndan güç aldığı söylenen üniversitelerdeki anarşinin, Köy Enstitülerini canlandırma girişimlerinin, işçi grevlerin önüne geçilmesi için bu anayasanın ta’dil edilmesini (düzeltilmesini) sağlayacak bir müdahalenin zorunluluğuna dikkat çekiliyordu.

Tağmaç, halkın ama özellikle gençliğin antiemperyalist mücadelesinin yükselişe geçmesinden rahatsızlığını ve “genç subayların” olası bir “Kemalist darbe”sinden duyduğu kaygıyı ifade ediyor, sermaye örgütleri de üniversitelerden fabrikalara “anarşinin kaynağı” olarak gördükleri 1961 Anayasası’nın kimi kazanımlarının ortadan kaldırılması için anayasanın yeniden “düzenlenmesi”ni sağlayacak bir müdahale istiyordu.

Tağmaç’ın sözünü ettiği “sol cunta”nın 9 Mart’ta engellenmesinin ardından 12 Mart 1971’de ilan edilen askeri muhtıra ve Tağmaç’ın başını çektiği faşist cunta ile devrimci mücadeleyi bastırmaya yönelik yeni bir terör dalgası başlatıldı. 11 ilde sıkıyönetim ilan edildi, 20 bine yakın kişi gözaltına alındı ve gözaltı süreleri uzatıldı. TİP, Dev-Genç, Ülkü Ocakları ve Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın aralarında yer aldığı birçok parti ve dernek kapatıldı. Kızıldere’de, Nurhak’ta, Dersim’de dönemin devrimci önderleri katledildi, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan yapılan yargılamalardan sonra 1972’de idam edildi.

Ülkü ocaklarının da kapatması, ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir ancak bu durum askeri faşist cuntanın varlığı koşullarında “yardımcı bir kuvvet” olan sivil faşist harekete ihtiyaç duyulmaması ve dahası askeri cuntaya “tarafsızlık” görüntüsü verilmesiyle açıklanabilir. Zaten o dönem MHP tarafından yapılan açıklamalarda da “ülkücü gençliğin 12 Mart Muhtırası ile vazifesini şerefli silahlı kuvvetlere devrettiği” söylenecekti.[23]

TÜRK-İSLAM SENTEZİ VE MC DÖNEMİ

1971-73 yılları arasındaki faşist cuntanın ardından 70’li yılların ortalarında devrimci-demokratik halk hareketi yeniden toparlanıp yükseliş dönemine girerken MHP ve faşist çeteler de yükselen harekete karşı yeniden etkin bir rol üstlenmeye başladı. MHP’nin devlet içindeki örgütlenmesinin ve toplum içindeki etkisinin artmasında Demirel liderliğindeki Adalet Partisi’nin (AP) ve öncülüğünü yaptığı Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerinin önemli bir rolü vardı.

Türk-İslam sentezinin de yaratıcıları olan milliyetçi-muhafazakâr “aydınlar”ın oluşturduğu ‘Aydınlar Ocağı’nın çağrısıyla dört parti (Adalet Partisi-AP, Milli Selamet Partisi-MSP, Milliyetçi Hareket Partisi-MHP ve Cumhuriyetçi Güven Partisi-CGP) 1974’te bir araya gelip “Türkiye Cumhuriyeti’ni komünizmin ve her türlü yıkıcı akımın saldırısına karşı azimle savunma kararlılıklarını” açıkladı.[24] Ardından Mart 1975’te sadece 3 milletvekili bulunan MHP’nin iki bakanlık aldığı ve Türkeş’in de başbakan yardımcısı olduğu Birinci Milliyetçi Cephe (MC) Hükümeti kuruldu.

Bu dönem boyunca MHP gerek birinci ve gerekse 1977’de kurulan ikinci MC (AP, MSP ve MHP) hükümetlerinde yer alarak devlet içinde kadrolaşırken, MHP ve Ülkü Ocakları’nın il ve ilçe örgütleri bir zamanlar Türkeş’in de eğitimini alıp içinde yer aldığı Özel Harp Dairesi’nin hizmetinde çalıştı. Devrimci halk hareketini bastırmak için birçok provokasyon, katliam ve cinayet gerçekleştirdiler. Faşist hareketin toplumsal kamplaşmayı derinleştirmek ve kitle desteğini artırmak için uyguladığı stratejilerden biri de Alevi-Sünni ayrımını kışkırtmaktı. Bu temelde iç savaşı derinleştirme amacıyla uygulanan faşist terör, en vahşi haliyle 1978 Maraş Katliamında sergilendi. Faşistler, komünizm karşıtı bir filmin gösterildiği bir sinemayı bombalayarak Alevilere karşı bir saldırı dalgası başlattılar. Beş gün boyunca süren provokasyon ve katliam sonucunda aralarında hamile kadınların ve yaşlıların yer aldığı yüzlerce insan katledildi.

Faşist hareketin işçi sınıfı ve devrimci halk hareketi karşısındaki terörcü yüzünü açıkça gösterdiği alanlardan biri de büyük işletmeler ve buralardaki işçi direnişleriydi. Belli başlı bütün büyük işletmelerde devrimci-ülkücü faşist çatışması kışkırtıldı, grevlere ve sınıftan yana sendikacılara saldırılar düzenlendi. Özellikle MESS (Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası) patronları işçi hareketini bastırmak için MHP’ye mali yardımda bulunup Türkeş ile siyasi ilişkiler kurdular. Milliyetçi-faşist sendikacıların adeta bir çete gibi başına çöreklendiği Türk Metal Sendikası’nın metal işçileri içinde örgütlenmesi ve etkili kılınmasında bu ilişkilerin etkisi göz ardı edilemez.

Bu dönem için not düşülmesi gereken bir diğer önemli gelişme de faşist hareketin İslamcı bir söyleme sarılmasının sonucu olarak İslamcı hareketin önemli isimlerinden Necip Fazıl Kısakürek’in MHP’yi “kurtarıcı” ilan edip açık destek vermesidir. Türkeş, 1977 seçimleri öncesinde partisinin Türk-İslamcı çizgisini daha da belirgin bir biçimde ortaya koyan bir beyanname yayımlar. Ardından Necip Fazıl da MHP’ye desteğini açıklayan bir beyanname yayımlar. Bu beyannamede şunları söyler: “Bugünden itibaren MHP nazarımda bambaşka bir mana ve hüviyet sahibidir. Onu, Müslümanlık ve Türklüğün gerçek hakkını vermeye namzet bir topluluk olarak anıyor ve canımın içinden selamlıyorum (…) 150 yıldır biraz daha artıcı bir hasretle kurtarıcısını bekleyen Türk Milletine ‘beklediğin geliyor!’ müjdesini vermenin ilk ümid günü bu tarihi andır (…) 40 yıllık emeğimin semeresini bu çevrenin aksiyoncu ruhundan bekliyor ve istiyorum![25]

Necip Fazıl’ın Erdoğan-AKP tarafından da örnek gösterilen görüşlerine ve bugün bu görüşlerin AKP-MHP’nin ‘Cumhur İttifakı’nın faşist bir toplum inşası bakımından tuttuğu yere daha sonraki bölümlerde değineceğiz.

MHP, 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesine kadar çatışmaları derinleştirmek amacıyla faşist terörü sürekli tırmandıran bir tutum izledi. Yüzlerce devrimci, işçi önderi ve aydın bu faşist terör saldırılarında katledildi. Faşist terörü tırmandırma ve çatışmaları derinleştirme stratejisi, ordunun yönetime el koyması hedefine bağlanıyordu. Çünkü dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin ve kimi genç subaylarla ilişkileri olan MHP, ordunun yönetime el koymasının kendi önünü açacağı ve istediği faşist toplum düzeninin kurmasını sağlayacağı hesabı/beklentisi içindeydi.

Faşist terörün tırmanması, siyasal-toplumsal gerilim, kriz içindeki burjuvazinin çıkış yolu olarak gördüğü “24 Ocak 1980 Ekonomi Programı”nın uygulanmasını sağlayacak askeri-faşist darbeye uygun koşulları yaratmıştı. Türkeş’in liderliğindeki faşist hareket, burjuvazinin kendisinden beklediği “görev”i yine yerine getirmişti, ancak askeri darbe sonrasında burjuvazinin kendisini iktidara taşıması beklentisi gerçekleşmedi.

Ordunun emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirilen 12 Eylül faşist darbesi sonrasında burjuvazinin bu darbeye ortam hazırlayan özel faşist birliklere ve MHP’ye ihtiyacı kalmamıştı. Tekelci burjuvazinin ihtiyaçları emelinde gerçekleştirilen darbenin gerçek amacının gizlenmesi amacıyla bu darbenin “kardeş kavgasını”, “sağ-sol çatışmasını sona erdirmek” amacıyla gerçekleştirildiği ve darbecilerin “tarafsız” olduğu propagandası eşliğinde MHP de hedefe konmuş ve Türkeş’in de aralarında olduğu kimi yönetici ve militanları tutuklanmıştı. Dolayısıyla asıl hedefi işçi sınıfı ve devrimci halk hareketini ezmek olan ve bu amaçla 500 bin kişiyi işkenceden geçiren 12 Eylül faşist darbesinin, “suça bulaşmış” unsurlarıyla sınırlı da olsa MHP’yi de hedefe koyması, sadece burjuvazinin MHP/sivil faşist harekete ihtiyacı kalmamasıyla açıklanamaz. Ayrıca faşist darbenin “sağ-sol kavgasını bitirme”, “kardeş kavgasına son verme” adı altında kendini “tarafsız” gibi göstermeye ve halk içinde kendine meşruiyet yaratmaya çalışması da böylesi bir tutumda etkili olmuştu. Cezaevlerinde sağcı-faşist tutuklular ile devrimcileri aynı hücrelerde kalmaya zorlayan “karıştır-barıştır” uygulaması da bu tutumun bir devamı olarak değerlendirilebilir.

Partinin önde gelen isimlerinden Agah Oktay Güner’in mahkemede yaptığı savunmada söylediği “fikri iktidarda kendisi cezaevinde” sözleri darbenin ilk şokunun ardından MHP’nin tabanını korumaya yönelik temel argümanı haline gelmişti. Şöyle diyordu Güner: “Şimdi, ekonomide savunduğu bütün fikirler 12 Eylül’den bu yana teker teker kurumlaşan, memleketin kurtarılması için siyasi tercihi güçlü devlet ilkesine bugünkü iktidarın uyduğu, dolayısıyla fikirleri iktidar, kendileri tutuklu siyasi kadro dünya siyaset tarihinde maalesef yalnızca bizden ibarettir.”[26]

Güner haksız sayılmazdı; MHP’nin savunduğu Türk-İslam Sentezi darbecilerin de resmi görüşü haline gelmişti. Darbenin lideri Kenan Evren, halk konuşmalarında bir yandan Atatürk milliyetçiliği adı altında Türkçü söylemler kullanırken öte yandan Kur’an’dan alıntılar yapıyor ve dini toplumu birleştirici bir unsur olarak gören darbeciler 1982 Anayasası’nda din dersini zorunlu hale getiriyordu.

1980 DARBESİ SONRASI FAŞİST HAREKET

1983’te siyasi faaliyetlerin tekrar serbest bırakılmasının ardından MHP’nin dışarıda kalmış kadrolarının azımsanmayacak bir kesimi “12 Eylül’le birlikte komünizme karşı mücadeleyi devletin üstlendiği ve dolayısıyla muhafazakâr-milliyetçi sağ partiler arasında ayrımın belirsizleştiği” savunusu üzerinden Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’ne (ANAP) katıldı. Agah Oktay Güner, Mustafa Taşar, Halil Şıvgın, Namık Kemal Zeybek, Yaşar Okuyan, Veysel Atasoy gibi birçoğu daha sonra milletvekili ve bakan yapılan ülkücüler, ANAP’a katılmıştı.

12 Eylül darbesinin faşist harekette yarattığı boşluğun önemli sonuçlarından biri de ülkücü faşist çetelerin ve bunların zaten devletle geçmişten kalan ilişkileri olan liderlerinin devletin ve burjuvazinin bir kesiminin “kirli işler”ini yapan “ülkücü mafya”ya dönüşmesiydi -ki, 1982’de patlak veren “banker olayı” sonrasında piyasanın altüst olması ve ödenemeyen milyarlarca liralık çek-senet tahsilatı talebi ülkücü mafyanın ortaya çıkıp gelişmesine uygun koşulları yaratıyordu. Bunların en bilineni Alaattin Çakıcı’nın (ve sonradan Sedat Peker’in) bugün Cumhur İttifakı’nı ve faşist bir rejim inşasını açıktan destekleyip muhalefeti tehdit etmesi, ülkücü mafyanın ilişkileri ve üstlendiği siyasi rol bakımından dikkat çekicidir.

Kadrolarının bir kısmı ANAP’a geçen faşist hareket yeniden toparlanmak için Türkeş’in talimatıyla 1983’te Muhafazakâr Parti’yi kurar. Beklenen toparlanmayı gerçekleştirmekten uzak olan bu partinin adı 1985’te MHP adını çağrıştırmak üzere Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) olarak değiştirilmişti. Siyasi yasakların kaldırılması sonrasında1987’de Türkeş partinin başına geçer ve partinin genel sekreterliğine bir akademisyen olan Devlet Bahçeli’yi getirir.

Türkiye’de Türkçü-Turancı bir biçimde şekillenen faşist hareketin İslamcı söylemlere yönelmesinin ve Türk-İslam sentezini benimsemesinin iki temel nedeni olduğundan söz etmiştik: Birinci olarak; İkinci Paylaşım Savaşından sonra dünyadaki kamplaşmaya da bağlı olarak Türkiye’de “komünizme karşı mücadele”de dinci-İslamcı söylem ve örgütlenmelerin önemli bir yer tutmasıydı-ki,  İkincisi de bununla da bağlantılı olarak faşist hareketin kitleselleşme ihtiyacı temelinde özellikle taşra kentlerinin muhafazakâr tabanı içinde örgütlenebilmek ve taşra kentlerinden büyükşehirlere gelen gençleri kazanabilmek için Türkçü hedefleri İslamcı değerlerle birleştirip “kutsal” bir dava örgüsü yaratabilme ihtiyacı.

Ancak Türkçü faşist ideolojiye İslamcılığın eklemlenmesinin yarattığı riskler de vardı. Çünkü bu “sentez” faşist hareket içinde İslam’ı önceleyen bir eğilimin ortaya çıkmasına yol açmıştı.

‘Türk-İslam sentezi’ kavramlaştırmasına karşı çıkarak Türklük ve İslam’ın karşıt değerler olmadığı, dolayısıyla sentezlenemeyeceğini ileri süren ve bunun yerine ‘Türk-İslam Ülküsü’nü öneren Seyit Ahmet Arvasi, bu yönelimin sözcüsü olmuştur. Arvasi’ye göre “Daha İslam’dan önce ‘cihan hakimiyeti’ davası güderek, insanlığa hak ve adalet götürmeye memur edildiğine inanan, zulüm idarelerine karşı ‘Tanrının kırbacı’ olan ve ‘Tanrı-Kut’lar yetiştiren Türk, İslamiyetle şereflendikten sonra, bu ülküsüne daha âlemşümul bir karakter kazandırdı. Böylece Müslüman-Türk asırlardan beri, bütün sahte mabutları, zulüm idarelerini yıkmak yeryüzünde ‘Allah ve Resulünün’ istediği adaleti ve huzuru gerçekleştirmek üzere ‘ilay-ı kelimetullah ve nizam-ı âlem için’ mukaddes savaş vererek yücelegelmektedir.”[27] İlay-ı kelimetullah için nizam-ı âlem, yani Allah’ın hükümlerine göre dünyaya düzen verme gibi “ulvi” bir iddia aslında ülkücü hareket içindeki İslamcılaşmanın ifadesi olarak anlam kazanmaktadır.

12 Eylül darbesinin yarattığı hayal kırıklığı, cezaevine düşen bazı ülkücülerdeki İslamcılaşma eğilimini de hızlandırmış; bunun bir sonucu olarak Muhsin Yazıcıoğlu’nun başını çektiği ve daha sonra “Nizam-ı Âlemciler” olarak adlandırılacak Türk-İslam Ülküsü çizgisindeki grup, yeni dönemde daha belirgin hale gelen ideolojik ayrılıklar nedeniyle MÇP’den ayrılıp 1993’te Büyük Birlik Partisi’ni (BBP) kurmuştur.

“Başbuğ”un liderliğindeki MÇP, 1993 başlarında yapılan olağanüstü kongre sonrasında yeniden MHP adını alır. 1987’de yapılan seçimlerde yüzde 2,91 oy alan MÇP/MHP’nin 1990’lı yıllarda Türk burjuvazisi içinde kabul görüp devlet içinde kadrolaşması ve yükselişe geçmesinde iki siyasi gelişmenin önemli etkisi oldu.

Bu gelişmelerden birincisi, Kürt sorunundan kaynaklı çatışmaların 90’lı yılların başında ciddi bir boyut kazanması ve bu çatışmaların asker cenazeleri ve zorunlu göç üzerinden Türkiye kentlerine taşınan etkisiydi.

Türkiye’de faşist hareket komünizme karşı şoven-milliyetçi bir hareket olarak ortaya çıkıp gelişmiş; Sovyetler Birliği’ni ve onunla işbirliği içinde olmakla suçladığı sosyalist hareketleri öncelikli tehdit olarak konumlandırmıştı. Ancak 12 Eylül faşist darbesinin işçi sınıfı ve sosyalist hareketi bastırdığı ve Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecine girdiği dönemde Kürt ulusal direnişinin başlayıp Kürt hareketinin giderek kitleselleşmesi karşısında MHP/faşist hareket, bu kez Kürt ulusal hareketini öncelikli tehdit olarak tanımlayarak bu harekete karşı “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü”nün savunucusu olma iddiası üzerinden öne çıkmaya başlamıştı. Bu dönemde çeşitli kentlere giden asker cenazeleri “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganları eşliğinde MHP’nin gösterilerine dönüşüyor, Türkeş’in “yetki verilirse terörü bir yılda bitiririz” açıklamaları ile MHP, yükselen milliyetçilik rüzgarını arkasına alıyordu.

Aynı dönemde “düşük yoğunluklu savaş”ın ortaya çıkardığı bir başka sonuç da köyleri yakılıp zorla göç ettirilen yüzbinlerce Kürt yoksulu/köylüsünün batı kentlerine yerleşmesi sonrasında oluştu. Bu kentlerde yaşayan emekçiler arasında bir yanını Kürt coğrafyasındaki çatışmalara duyulan tepkiden ve öbür yanını bu göçü kendi yaşam koşullarının (işçilerin aldığı ücretten kiralara kadar) kötüleşmesinin nedeni olarak gören yaklaşımlardan beslenen bir milliyetçilik eğilimi güç kazanmaya başladı.

Ancak bu süreçte MHP’nin rolü, oluşan milliyetçi tepkileri yedekleyip yeniden güç kazanmasının dayanağı olarak kullanmasından ibaret değildi. Kürt sorununun çözümü adına inkâr ve imha siyasetini uygulayan devlet de faşist hareketi yardıma çağırıyordu. Komünizme karşı “gayrı nizami harp” bu kez Kürtlere karşı “özel savaş” halini almıştı. Bu ‘özel savaş’ı yürütmek amacıyla Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı olarak neredeyse bütün kadroları ülkücü faşistlerden oluşan “Özel Harekât Dairesi” oluşturuldu. “Özel tim” olarak anılan ve en modern silahlarla donatılan bu birlikler, Kürt halkına karşı savaşta en vahşi katliam ve işkence yöntemlerini uygulamalarıyla ünlendiler. Böylece 1980 öncesinin sivil faşist çeteleri 1990’larda Kürtlere karşı yürütülen savaşta “resmi” bir kimliğe bürünmüş oldu.

Devletle “barışma” ve yükselen milliyetçi dalgayı arkasına alması, MHP’nin 1999 genel seçimlerinde tarihinin en yüksek oyu almasını (yüzde 17,98) sağlanıştı.

MHP’nin devlet ve sermaye katında yeniden itibar kazanmasını sağlayan diğer siyasi gelişme de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıydı. Sovyetlerin dağılması sonrasında devletin ve tekelci sermaye çevrelerinin buradaki pazardan pay alma ve Türki cumhuriyetler üzerinde siyasi etki kurma arayışı Turancı eğilimlerin yeniden yükselişe geçmesinin ve bu pazar ve etki alanı yaratma politikasında MHP’ye yeni görevler verilmesinin önünü açmıştı. Bu dönemde MHP “Türk Dünyası Kurultayları” düzenliyor, bir “Türk ortak pazarı” oluşturulması yönünde Turancı hayalleri canlandıran kararlar alınıyor ve Türkeş, “Türk dünyasını birleştiren lider” olarak propaganda ediliyordu. En açık biçimini ülkücülerin o dönem Azerbaycan-Ermenistan arasındaki savaşa katılmak için “gönüllü” olmalarında ve Türki cumhuriyetlerin istihbarat birimleriyle “yakın” ilişkiler kurulmasında gösteren bu politika, 1990’lı yılların ortalarına doğru Azerbaycan’da Haydar Aliyev’in Türkiye destekli Ebulfeyz Elçibey’i tasfiye etmesi ve Rusya’nın eski egemenlik alanlarında yeniden hakimiyet kurmaya başlamasıyla yavaş yavaş etkisini yitirmişti.

Faşist hareketin tarihsel lideri “Başbuğ” Türkeş’in 1997’de ölümü, partide kısa süreli de olsa bir belirsizliğin ve liderlik yarışının etkili olmasına neden oldu. Yeni başkanın belirlenmesi için yapılan olağanüstü kongrede Alparslan Türkeş’in oğlu Tuğrul Türkeş’in yanı sıra Devlet Bahçeli, Ramiz Ongun, Enis Öksüz, Muharrem Şemsek ve İbrahim Çiftçi aday olmuştu. Oylamanın ilk turunda Tuğrul Türkeş’ten sonra en fazla oyu alan Devlet Bahçeli’nin aslında parti genel sekreterlik görevine geldiği 1987’den sonra örgüt üzerinde etkisi ve denetimi artmıştı. Teşkilatta pek sevilmeyen Tuğrul Türkeş karşısında diğer adayların Bahçeli lehine yarıştan çekilmesi, Devlet Bahçeli’yi “Başbuğ Türkeş”ten sonra partinin yeni lideri yapmıştı. Yeni slogan, artık “Devletin Başına Devlet Geçecek”ti! MHP’nin sonraki kongrelerinde de Bahçeli’nin karşısına aday olanlar çıktıysa da örgüte önemli oranda hâkim olan Bahçeli bu kongrelerden başkan olarak çıkmayı başardı.

1999 genel seçimlerinden sonra kurulan koalisyon hükümetinde (DSP, MHP, ANAP) başbakan yardımcısı görevini üstlenen Bahçeli, partinin görünümünü daha kentli ve “modern” hale getirmeye yönelik adımlar atmıştı. Bu temelde partide bir “Siyaset Okulu ve Araştırma-Geliştirme Birimi” kurulmuştu. Bu adımlardan biri de geçmişteki olumsuz imajını silmek için Ülkü Ocakları’nın yeniden organize edilmesi ve buraların “eğitim ve kültür merkezleri” haline getirilmesi adına Ülkü Ocakları Kültür ve Eğitim Vakfı’nın kurulmasıydı.

Bahçeli’nin attığı adımlar, partiyi “sokaktan çektiği” ve “merkez sağ çizgiye getirdiği” söylemleri üzerinden tekelci burjuvazi ve medyası tarafından da takdir edilmişti. Bahçeli’nin örgütüne “sokaktan çekilme” çağrıları yaptığı doğrudur ama zaten MHP’li faşist kadro ve militanların daha önceki dönemlerde olmadığı kadar devletin “kolluk güçleri”ne dahil olup JİTEM, PÖH, JÖH gibi adlar altında resmi şiddet aygıtındaki yerlerini aldıkları oranda sokaktaki sivil faşist çetelere ihtiyaç da kalmamıştı.

MHP’nin değiştiği yönündeki değerlendirmelere ise Bahçeli’nin kendisi “değişmedik, geliştik” yanıtını vermektedir. Yazının giriş bölümünde belirtildiği gibi faşizm eklektik bir ideolojidir ve bu ideoloji temelde değişmese de kitleleri etrafında birleştirme hedefine bağlı olarak farklı ülke ya da dönemlerde farklı görünümlere bürünebilir. Uzunca bir süre “ılımlı” bir çizgide siyaset yaptığı değerlendirmeleri yapılan Bahçeli MHP’sinin 2016’daki darbe girişiminden sonra ilan edilen OHAL’le fiilen kurulan baskıcı-otoriter tek adam iktidarının kalıcılaşması için destek vermesi ve devamında bu iktidar üzerinden faşist bir rejim inşasının içinde yer alması, Bahçeli’nin “değişmedik” sözünü haklı çıkarır bir biçimde, faşist hareketin tekelci burjuva gericiliğin ihtiyaç duyduğu yerde ve zamanda göreve hazır olduğunu bir kez daha göstermiştir.

Not: Yazının ikinci bölümünde Türkiye’de faşist ideolojinin güncel tezahürleri “yeni Osmanlıcılık” ve tek adam iktidarı üzerinden geliştirilen söylem ve politikalar bağlamında ele alınacaktır.


[1] Bourderon,R. (1989) Faşizm İdeoloji ve Uygulamalar, çev. K. Somer. 1. Baskı. Onur Yayınları, Ankara. sf.38.

[2] Üçüncü Enternasyonal’de Faşizm Üzerine Tartışmalar-Belgeler-I (1991) çev. İ. Yarkın. 1. Baskı. Dönüşüm Yayınları, İstanbul. sf. 34.

[3] Üçüncü Enternasyonal’de Faşizm Üzerine Tartışmalar-Belgeler-I, sf. 23.

[4] Aktaran Yaşlı, F. (2020) Kinimiz Dinimizdir-Türkçü Faşizm Üzerine Bir İnceleme, 5. Baskı, Yordam Kitap, İstanbul sf. 29-30

[5] Boratav, K. (2005) Türkiye İktisat Tarihi, 3. Baskı, İmge Kitapevi, Ankara. sf. 23-24.

[6] Yıldız, A. (2001) Ne Mutlu Türküm Diyebilene-Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları, 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul sf. 98.

[7] Gözübüyük, Ş. ve S. Sezgin (1957) 1924 Anayasası Hakkında Meclis Görüşmeleri, Ankara Üniversitesi SBF Yayınları, Ankara. sf. 7.

[8] Aktaran Copeaux, E. (2000) Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine, 2. Baskı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, sf. 37.

[9] Fransız Yazar ve diplomat Arthur de Gobineau’nun (1816-1882) “İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine” adlı çalışmasıyla temellerini oluşturduğu ve faşist ideolojiye ilham kaynağı olan tarih yaklaşımı. Gobineau’ya göre insan ırkı hiyerarşik olarak beyaz, sarı ve siyah ırk olarak ayrılmaktadır ve bütün büyük uygarlıklar en üstün ırk olan beyaz ırk tarafından kurulmuştur.

[10] Boratav, age, sf. 65.

[11] Irk sağlığını korumak iddiasıyla fiziksel ve zihinsel engellilerin ya da ırkın saflığını bozduğu düşünülen kesimlerin kısırlaştırılması ya da yok edilmesini savunan ırkçı görüş.

[12] Yaşlı, Kinimiz Dinimizdir, sf. 80.

[13]  Bahçeli, D. (2021) “Türkçülük Günü Açıklaması”, Anadolu Ajansı, www.aa.com.tr/tr/politika/mhp-genel-baskani-bahceliden-3-mayis-milliyetciler-gunu-gunu-mesaji/1826750

[14] Aktaran Yaşlı, F. (2020) Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş, 3. Baskı, Yordam Kitap, İstanbul, sf. 26.

[15] Aktaran Yaşlı, F. (2020) Türkçü Faşizmden “Türk-İslam Ülküsü”ne, 3. Baskı, Yordam Kitap, İstanbul, sf. 32-62.

[16] Aktaran Yaşlı, Kinimiz Dinimizdir, sf. 176.

[17] Bora, T. ve K. Can (2019) Devlet Ocak Dergâh, 11. Baskı. İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 42.

[18] Aktaran Yaşlı, Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş, sf. 153.

[19] Bora ve Can, Devlet Ocak Dergâh, sf. 60.

[20] Akkaya,Y. (2002) “Milliyetçi Ülkücü İşçi Hareketi”, Milliyetçilik Faşizm ve MHP içinde. S. Öngider (ed.), Aykırı Yayınları, İstanbul. sf. 137.

[21] Yaşlı, Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş, sf. 241.

[22] Güvenç, S. (2011) “40 Yıl Sonra 12 Mart”, Evrenselwww.evrensel.net/haber/1832/40-yil-sonra-12-mart

[23] Bora ve Can, Devlet Ocak Dergâh, sf. 46.

[24] Aktaran Yaşlı, Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş, sf. 273.

[25] Yaşlı, Türkçü Faşizmden “Türk-İslam Ülküsü”ne, sf. 108-109.

[26] Bora ve Can, Devlet Ocak Dergâh, sf. 92.

[27] Aktaran Yaşlı, Türkçü Faşizmden “Türk-İslam Ülküsü”ne, sf. 160.

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir. 

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.